Şuanda 181 konuk çevrimiçi
BugünBugün2002
DünDün3402
Bu haftaBu hafta9726
Bu ayBu ay9726
ToplamToplam10478150
Süleyman Miroğlu PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Perşembe, 21 Ekim 2010 19:32


Hataylı Süleyman…

Fransa’da konfeksiyon işçisi olarak çalışıyordu.

1981 yılı başlarında Suriye’ye geldi ve Fransa için bir kişiye ihtiyaç duyulduğunu iletti.

Sempatizan birkaç kişi vardı ama kendisinin çalışma yapabilecek bilinci yoktu. Bu nedenle birisinin gelmesi iyi olurdu.

Ben de zaten Suriye’den gitmek için fırsat kolluyordum. O zaman bana sorsalardı, “derdin nedir?” diye, tam olarak açıklayamazdım, ama bu insanlarla bir yere gidilemeyeceğini hissediyordum. Suriye’de yapabileceğim bir şey de yoktu. Ne bu ülkeden ne de bu ülkenin insanından hoşlanmamıştım ve bu nedenle olsa gerek Arapça öğrenmeyi de istememiştim. Kendim öğrenebilirdim, nitekim Arapça harflerin okunmasını bir günde öğrenmiştim ama ötesini istemiyordum.

Neyse, Mihrac’ın sanki yakalanmam için özel olarak hazırladığı çok kötü bir sahte pasaportla ve hayli maceralı olarak İsviçre üzerinden Fransa’ya geldim.

(Bunları önceki yazılardan birinde anlatmıştım, tekrarlamayacağım.)

Dokuz ay kadar Süleyman ile birlikte kaldık. Tek gelirimiz onun maşıydı. Düzenli çalışıyordu ve kıt kanaat idare ediyorduk.

Üç atölye işgali, ev işgalleri, radyo yayını gibi eylemler sırasında hep minicik bir bütçeye dayandık. Süleyman’ın özelliği düzenli çalışmasıydı, ki konfeksiyonda düzenli çalışan azdır. İş birden çoğalır, işçi alınır; iş biter, işçi çıkarılır. Süleyman’ın sürekli olarak işi oldu.

1982 baharında ciğerlerinden rahatsızlandı ve Paris’ten uzakta bir sanatoryuma gitti. Benim de o sırada iltica başvurum kabul edilmişti ve ekonomik sorun da –geçici olarak da olsa- sona ermişti.

Ağustos 1982’de Paris’ten ve Almanya’dan bir bölüm arkadaşla birlikte ayrıldım.

Yavru ile Katip de Paris’te idi. Süleyman’a haber yolladılar, geldi.

Samimi ve inanmış bir arkadaştı ama okuduğunu hiç görmemiştim. “Örgüt” öteki tarafta olduğu için o da öteki tarafta oldu. Normal olarak ayrıldık, aramızda kötü bir şey geçmedi.

“Keşke sen ayrılacağına otuz sempatizan ayrılsaydı” dedi. Bir süre sonra da ben Almanya’ya gittim.

1982 Ağustos’undan sonra Süleyman’ı hiç görmedim.

Yaklaşık on yıl boyunca Paris’e sık sık geldim ama kendisiyle karşılaşmadım.

Bir ara sağlığının iyice bozulduğunu ve yeniden sanatoryuma gittiğini duydum. Arkasından hapse girdiğini duyacaktım. Bir yeri soymaya çalışmış ve yakalanmıştı.

Silahlı soygun teşebbüsü, öyle basit soygun değil…

Daha sonra işin ayrıntısını öğrendim.

Katip, Süleyman’a silah veriyor ve bir Arap bakkalını soymasını istiyor. Kendisi de kapıda gözcü…

Bakkal silahı Süleyman’ın elinden alıveriyor, Katip de hemen vınlayıp toz oluyor.

Bu nedenle kaç yıl yattı bilmiyorum.

Siz hiç bakkal soyan bir devrimci hareket duydunuz mu?

Hele de silahlı mücadele hareketinden gelmiş ve bakkal soymaya kalkan bir örgüt duydunuz mu?

Açık kuraldır: emekçiye ve küçük burjuvaziye dokunmayacaksın, zarar vermeyeceksin.

Paris’teki olayı münferit bir olay zannetmeyin.

Mihrac Ural da Bassit köyünde evini kiraladığımız Ebu Malik’in küçük arazisine el koymaya kalkmış.

Büyük burjuvaziye gücün yetmeyince küçüğüne saldırıyorsun…

Çapulcu bunlar, başka bir şey değil…

Bu yapılanın adına devrimcilik değil, çapulculuk denir.

Sürekli belirtiyorum, bunlar siyasi insanlar değildir diye…

Süleyman şimdi ne durumda diye sorarsanız, koltuk değnekleriyle bile zor yürüyebilecek durumda… Sağlığı iyice bozulmuş… Paris’teki arkadaşlar destek oluyorlar ama sağlığına kavuşması artık neredeyse mümkün değil…

Katibi sormayın, o böyle şeylerle ilgilenmiyor…

Mihrac Ural da ilgilenmiyor.

Süleyman 1982’de bizim tarafımızı tutmuş, kullanılmış ve işi bitmiştir…

Hayatını kaybederse, “Süleyman yoldaş” diye bloga fotoğrafını koyarım…

Hepsi bu kadar!

Ne diyeyim Süleyman…

Körü körüne inanmanın sonuçlarını görüyorsun, değil mi?

İnsanda biraz mantık olur, öyle değil mi!

Örgüt mü, bunlar mı örgüt!

Bunların hepsi çapulcu…

Kimisi zengin kimisi yoksul çapulcu, ama zihniyet aynı…

İnsanın içi acıyor, ama böyle işte…