Şuanda 418 konuk çevrimiçi
BugünBugün2138
DünDün3402
Bu haftaBu hafta9862
Bu ayBu ay9862
ToplamToplam10478286
hapishane günlüğü 23: metris'in köfteci subayları PDF Yazdır e-Posta
İbrahim Yalçın tarafından yazıldı   
Pazar, 26 Aralık 2010 21:15


Subay adamdan köfteci mi olurmuş diyenleriniz çıkabilir. Metris Askeri cezaevinde yatmış ve de açlık grevlerinde orada bulunmuş olsaydınız bunu söylemezdiniz. 

Toplam 9 sene hapishane yattım. Bunun 6.5 senesi 12 Eylül dönemi içersinde geçti. Bu süre içersinde, aşağı yukarı 6 ay kadar, belirli aralıklarla açlık grevlerinde bulundum. En kısa olanı 5, en uzun olanı 36 gün sürdü. Metris cezaevinde, bir önceki bölümde anlattığım, ön ilikleme ve hazır ol’da sayım istemelerine karşın,19.05.1982 tarihinde  başlattığımız açlık direnişi eylemi 29 gün sürdü. (22 Eylül 81’deki ilk açlık grevi 19 gün sürmüştü)

 29. Gün, TDKP’den Mustafa YILDIRIMTÜRK’ün,  devrimci tutuklular adına,  cezaevi idaresinden, iç güvenlik komutanı Fehmi KOCAHİSAROGLU ve Sıkıyönetim Savcısı Faik TARIMCIOGLU ile yaptığı pazarlık sonucu grevi sona erdirdik.

Açlık grevi direnişi eylemi sırasında, cezaevi idaresi, grevcileri bölme ve direnişi etkisiz kılmak adına, elinde gelen her şeyi yaptı. Açlık grevi sonucu, gözlerin kör olacağı, cinsel gücün yitirilerek iktidarsız kalınacağı anonsları yapılarak grevin sona erdirilmesi istendi. Korkuya kapılanlar, açlığa dayanamayarak direnişten vazgeçenler derhal koğuşlarından alınarak, ‘’bağımsızlar koguşuna’’ konuldu. Direnişe devam edenlerin iradelerini zayıflatmak, açlık hissini arttırmak için koğuşların bulunduğu koridorlara köfte arabaları getirildi ve kömürler yakılarak ateş üzerine yağlı etler atılarak kızartıldı ve koğuş mazgalları ardına kadar açılarak yağlı et kokularının içeriye girmesi için görevli askerler tarafından kokusu koğuşlara yellendirildi.. Hoparlörlerin sesleri sonuna kadar açılarak sabahtan akşama kadar istiklal marşı okundu. Öyle zamanlar oldu ki, koğuş içersinde yan yana olduğumuz arkadaşlarla günlerce bağırarak konuşmak zorunda kaldık. Çoğu zaman da, kulaklarımızı tıkamak zorunda kalıyorduk.

Cezaevi koridorunda et kızartıp, köfte pişiren askerler, pişirdikleri etleri karşımıza geçerek iştahla yerken, ’’ister misiniz’’diye  sorarak, akıllarınca bizimle dalga geçmeye çalışmaları da, işin cabası olurdu. Bu durumdan rahatsız olan kimi er, ya da nöbetçi subayı olsa da, genelde hepsi aynı kafa yapısı ile insani özelliklerinde arındırılmış, robot gibi hareket  ediyordu. Kimi nöbetçi subayı, mazgal deliklerinden bizimle sohbet etmeye çalışır, tavrımızı öğrenmek isterken, ‘’ sayenizde  köfteciliği de öğrendik’’ diye , bu grevi daha ne kadar sürdüreceğimizi sormayı da ihmal etmezlerdi.

Açlık grevleri süresince, akşam olup da sayım faslı bittikten sonra koğuş arkadaşlarımızla baş başa kaldığımızda yataklara uzanır yemek tarifleri(!) yapardık. Herkes sırayla en beğendiği yemeğin nasıl yapıldığını anlatır, ‘’afiyet olsun beyler buyurun sofraya’(!)’der, sırayı başkasına verirdi.

Açlık grevinin 15. Gününe doğru, yine aynı şeyi yapmış, en güzel yemek tariflerini sırayla anlatırken, bizim Adana’lı APO, ikide bir yatağından zorla doğruluyor ve ‘’ Acılı Adana kebap yapmasını bilen var mı’’ diye sırası gelen herkese sorup duruyordu. Apo’dan şüphelenmeme rağmen  bir şey de dememiştim. Uyumak üzereydik, Apo yanıma geldi ve kimsenin duyamayacağı alçak bir sesle, ‘’ İbrahim abi, ben açlıktan öleceğim dayanamıyorum’’ dedi. Korktuğum başıma gelmişti.  Grev uzadıkça, bırakıp ‘’bağımsızlar ‘’koğuşuna gidenler olduğunu duyuyorduk ama, bizden birinin ‘’bağımsızlar koğuşuna gidebileceğini hiç düşünmemiştim. Apo’ya, ‘’sen şimdi git yat, yarın sabah konuşuruz’’dedim gönderdim. Sabah erkenden konuyu, sanırım Niyazi’ye açtım. Apo’nun yaşı gençti. Dayanamıyor olmasını ayıplamıyordum, yemek almasına razıydım ama, her yemek alanı da zorla bağımsızlara götürmek istemeleri beni ürkütüyordu.  Kaldı ki, açlık grevini bırakmak isteyen Apo bile, bağımsızlara gitmek istemiyordu. Niyazi ile birlikte konuşarak, her yemek vakti kapıya konulan yemekten bir kişilik alacak Apo’nun yemesini ama koğuşta kalmasını sağlayacaktık. Koğuşta bulunan diğer arkadaşlara da bu durumu anlattım, herkes uygun gördü ve bizim Adanalı Apo, her yemek vakti karavanadan aldığı bir tabak yemeği utana sıkıla yedi. İdare de bu durumu fark etmediği için bağımsızlar koğuşuna götürmeye kalkmadı tabi. Dev_Sol’cu arkadaşlar bu konuda son derece katı bir tavır takınıyorlardı ve bir kısım genç arkadaşlarını dayanamadığı için yemek yemelerinden dolayı, ‘’ hain’’ilan ederek, zorla bağımsızlara gönderiyorlardı. Ben bu anlayışa hep karşı oldum. İlerde anlatacağım gibi, Sultan Ahmet cezaevinde yine böyle bir sorundan dolayı Bedri YAGAN ile aramızda  tartışma bile söz konusu olmuştur.

Dursun DEMİRKOL diye bir yoldaşımız vardı, Aynı koğuşta olmadıgımız için, haber alamaz hep merak ederdim. Mide’sinde yara vardı ve zaman zaman mide kanaması geçirirdi. Açlık grevi sırasında ne durumda olduğunu, dayanıp dayanamadığını bilmek istiyordum. Duvardan duvara tıklama yöntemi ( Mors alfabesi)ile yolladığım haberlere cevap da alamadığım için sabırsızlıkla mahkemeye çıkacağımız günü beklemeye başladım. Mahkememiz açlık  grevi dönemine denk gelmişti. Tek tek tüm arkadaşlar cezaevi ring arabasında bir araya geliyorduk ki, bir baktım Dursun DEMİRKOL gülerek arabaya bindi. Halsizdi ama morali yerindeydi.’’ Nasıl gidiyor, durumun ne alemde ‘’diye sordum. ‘’Çok iyiyim, midemdeki yara kapandı. İçeriye bir şey gitmeyince, aç kalan mide, yarayı yiyerek kaynatmış, herkes mide kanaması geçirirken benim mide kanamam iyileşti’’ dedi. Dursun Demirkol, o günden sonra bir daha mide rahatsızlığı hissetmedi. Tüm açlık grevlerine katıldı ve hepsinden de turp gibi(!) sapasağlam çıktı.

Açlık grev’inde, ilk üç gün, bilemediniz dört gün çok önemlidir. Bu günler, açlığın en çok hissedildiği  günlerdir. Bundan sonrasında açlık pek fazla hissedilmez. Bundan sonrası psikolojiktir.İradene sahip olduğun taktirde uzun süre rahatlıkla hiçbir şey yemeden dayanabilirsin.

Sözü uzatmadan söylemeliyim. Sadece, sözünü ettiğim bu açlık grevinde değil. Metris’te ve İstanbul’un tüm askeri cezaevlerinde yapılan açlık grevlerinin tümünde, Örgütümüz taraftarı yada militanlarından tek bir kişi bile bağımsızlaşmamış, Açlık grevine son vererek arkadaşlarını yüz üstü bırakmamıştır.( Apo’nun, greve son verdirilmesi bizim irademizle olmuştur)

CEZAEVİNDEN SORGUYA GÖTÜRÜLÜYORUM...

Tarihini tam olarak hatırlamamakla birlikte, HDÖ ( Halkın devrimci öncüleri) örgütüne yönelik operasyondan bir süre sonra, bu operasyon sırasında ve daha sonraki operasyonlarda yakalanan arkadaşlar benim de adımı vermişlerdi.. Kartal’da kamulaştırdıkları kuyumcu eyleminde elde edilen altınların bir kısmının  Nebil RAHUMA tarafından bana aktarıldığı konusunda üzerime ifade verilmişti. Aldığım altınları soruyorlardı. Böyle bir olaydan haberimin olmadığını söylesem de inanmadılar, çünkü ellerinde teferruatlı ifadeler vardı. Buna karşın, olayın üzerinde çok ciddi bir şekilde durduklarını da söyleyemem. Aradan epey zaman geçmişti ve bu altınları bulacaklarına, kendileri bile inanmıyordu.  Sorgu sırasında, Nebil RAHUMA’yı kasdederek, hiç unutmadığım bir şey söylediler. ‘’ içinizde bir adam vardı, onu da siz kendiniz öldürdünüz.....’’ 

HDÖ operasyonun da yakalanarak üzerime ifade veren arkadaşlardan F. K.  ile  Fransa’da karşılaştık. Uzun yıllar yurt dışında Lübnan’da kalmış, Gülten ÇAYAN’la birlikte hareket ederken, çok ciddi askeri eğitimden geçmiş ve ülkeye gönderilmişlerdi., 77 başlarında  Bu arkadaşlardan, İzmir bölgesine gönderilenlerin bir kısmı,  ‘’Eylem Birliği’ne, İstanbul’a gönderilenlerin bir bölümü ise MLSPB’ye geçmişlerdi. Kızıl avukat olarak bilinen ve onunla birlikte hareket edenlerin bazıları da küçük bir grup olarak var olmaya çalışıyorlardı.

 F.K ile bu dönem, Engin Erkiner’le beraber  Yayla’daki evinde görüşmüş ve Acil’e katılmaları konusunu konuşmuştuk. Yakalandığı zaman, kendisini örgütleyen kişinin de ben olduğum yönünde  üzerime ifade vermesi, aynı köylü olmamız nedeniyle inandırıcı olacağı düşüncesiyle verilmiş bir ifadeydi. Kaldı ki, kendisiyle  Fransa’da karşılaştığımızda da aynı şeyi söyledi. ‘’ben senin çıkacağını tahmin etmemiştim o nedenle böyle oldu’’ falan dedi, üstüne düşmedim tabi.

 POLİS  İFADELERİ  KOĞUŞLARA  ATILIYOR...

Metris Cezaevi, işkence ve baskılarla anlatılmamalıdır. Böyle bir anlatım eksiklidir. Burada uygulanan  işkence, ülkenin her yerinden uygulanan şeyin aynısıdır. Metris’in özelliği, buranın bir deneme alanı olmasından gelir.

İdare tarafından, kimi örgüt sorumlularının polis ifadelerinin, hoparlörlerle bütün cezaevine okunması, aynı polis ifadelerinin çoğaltılarak,  sabah erkenden koğuş kapılarının altından atılması… Cezaevinden idareye; mahkemeye yada Yargıtay’a gönderilecek olan dilekçelerin yazılış biçimine bile karışılarak,’’ kağıdın, beş santim altından başlanacak,  yanlardan, bilmem kaç santim boşluk olacak, paragraflar arası boşluk fazla olmayacak’’ diye insanları kışkırtarak, ‘’ya kuzu kuzu itaat edersiniz, yada buradan bir daha çıkamazsınız’’ dercesine yıldırmaya çalışılması, kaba dayak  ve falaka’dan çok daha öte bir şeydi. Daha önce yazmıştım. 1977 Ağustos yakalanmasında 2.5 sene sonra tahliye edilmiş olmama rağmen davam devam ediyordu. Tahliye’den bir sene sonra yeniden tutuklandığım zaman, ilk davadan 146/1 den idam cezasıyla yargılanmama rağmen, bu yeni davada da, yine aynı maddeden, 146/1 den 2. kez yargılanmaya başlandım. Bunlar yetmezmiş gibi, aynı dönem içersinde yeniden askeri savcılığa ifade vermeye çağırıldım. Maraş’ta yakalanan bir taraftarın üzerime verdiği ‘’bizi örgütleyen kişidir’’sözü üzerine, ‘’ örgüt üyesi’’ olmaktan 141/5 den yeni bir dava açılmıştı. Oysa, ben zaten İstanbul’da örgüt  yöneticisi olarak idam istemiyle yargılanıyordum. Örgüt sorumlusu olan bir kişi, aynı zamanda bir başka şehirde örgüt üyesi olarak ayrıca yargılanamaz. Bu davanın normal olarak birleştirilmesi ya da düşmesi gerekirdi. Öyle yapılmadı. İstanbul’da, örgüt sorumlusu olduğum gerekçesiyle 15 yıl, Maraş’ta da, örgüt üyesi olduğum gerekçesiyle 5 sene ceza aldım. 5 sene’lik cezamın bozulması için Yargıtay’a yazdığım ‘’itiraz dilekçesi’’ nizama uygun olmadığı gerekçesiyle cezaevi nöbetçi subayı tarafından işleme konulmayarak, koğuşun içersinde, koğuş arkadaşlarımın gözleri önünde yırtılarak atıldı. Dilekçenin, nizama uygun olmadığı gerekçesi ise son derece gülünçtü. Bu dilekçe, sayfanın 5 cm altından başlamadığı gibi, sayfanın yan tarafındaki boşluklarda, 3 cm değil, 2cm imiş(!) ‘’Emir ve talimatlara uy ve istediğimiz gibi yaz’’ dediler. ‘’Yazmam’’ dedim. Yazmadım ve 15 senelik cezayı yattıktan sonra, ayrıca 5 senelik cezayı da yattım.

Metris bu bakımdan önemlidir. Polis’te işkence zoruyla alınmış ifadeleri, kapı altlarından atarak, ‘’bakın işte lider bildikleriniz neler konuşmuşlar, bunlara kanmayın. Bunları terk edin, devrimciliği bırakın ve bağımsızlaşın’’ diyorlar, devrimcileri, devrimcilikten soğutarak karşı cepheye geçmeye, arkadaşlarını yoldaşlarını gammazlamaya özendiriyorlardı.

Kananlar oldu elbette, Kanmayanlar çok çok daha fazlaydı. Metris’teki başarısızlıkları kanmayanların ezici çoğunluguna bakıldığı zaman daha iyi anlaşılır.

11 kasım 82 de, Devrimci Kurtuluş davasından yargılanmakta olan Hakkı KOCAOGLU adlı bir arkadaşımız intihar etti.. Hakkı KOCAOĞLU’nun, içerdeki psikolojik baskılar karşısında ruhsal durumu bozulmuş, mahkemelerde defalarca asılmasını talep etmesine karşın, bu konuda tedavi edilmesi için hiç bir çaba gösterilmemişti.

İstanbul’un Metris’i, cuntacılar açısından, devrimciliğin test edildiği bir merkez konumundaydı. Uzun süre, herkesi aynı konumda değerlendirip  ona göre genel bir politika uyguladılar. Zaman içersinde, yeni bir politika değişikliğine gittiler. Metris’te kalıp da uslanmayacağına inandıkları bir kısım devrimciyi, yavaş yavaş başka cezaevlerine dağıtmaya başladılar.

Yıllar sonra öğrendik ki, ‘’içerde, sağcılar’la solcular arasında ayırım yapmıyoruz’’ diyenler, bir kısım tecrübeli katil faşist’i hapislerden çıkartarak Avrupa ülkelerine ‘’ermeni avı’’na yollamışlar.

Metris’te, Avrupa ülkelerinden her hangi bir yerde konsolosluklara yönelik bir eylem olsa, koğuşlarda ‘’ermeni’’ arandığına tanık olurduk. Nöbetçi subayları, koğuş koğuş gezerek, ‘’aranızda ermeni kökenli arkadaş(!) var mı? arkadaşlar’’ denildiğine tanık olurduk. Söylemezdik. Yok derdik. Garbis ALTIOGLU bilinen bir isim olduğu için gizlenmesi mümkün değildi. Bütün cezaevine verilen bir aylık ziyaret yasağı, Garbis için, üç ay olarak uygulanırdı.

Her hafta yeni bir uygulama ve her seferinde yeni bir yasak kararına hepimiz alışkındık. Bir hafta, radyo ve tv’ler toplatılarak yasak konmuşsa, bir sonraki hafta, mutlaka başka bir talimat ya da yasak kararı alınır ve anons edilerek duyurulurdu. Hiç bir yasakları ve hiç bir talimatları Metris cezaevinde genel kabul görmemiştir.

Metris, başta olmak üzere İstanbul  cezaevlerindeki direnişlerde, en kalabalık grup olan Dev-Sol’cu arkadaşların yer yer sekter tutumları olmasına karşın, önemli ve sürükleyici bir konumda olduklarının da  bilinmesi gerektiğine inanıyorum. Bununla birlikte,THKP-C (Eylem-Birligi) davasından yargılanan arkadaşların, kısa bir süre, diğer devrimci örgütlerle ortak hareket etmelerine rağmen, kısa süre sonra, hiç bir ortak eylem içersinde olmadıklarını, genellikle, cezaevindeki yaptırımlara sessiz kaldıkları ve uyduklarını da belirmek zorundayım.

METRİS CEZAEVİNDE NELER ÖGRENMEDİK Kİ?

Metris cezaevi’nde, sadece sopa yemeyi, yasaklara uymamayı öğrenmedik. Başka bazı şeylerde öğrendik.

Örneğin, Mors alfabesi ile haberleşmeyi öğrendik. Sigara paketleri içersindeki jelatinlerden elektrik kablosu yapmasını öğrendik ve açlık grevleri sırasında, ‘’Made-in-Metris kabloları’’ ile su kaynatıp, şekerli sularımızı sıcacık yaparak, çay niyetine içmeyi bu sayede başardık.  Üzüm hoşafından şarap yapmasını bile Metris’te öğrendik. Rakamları harflerle kodlayarak, gece gündüz koğuşlar arası haberleşmeyi bu şekilde sağladık. Don lastiklerinde ok yaparak, karşı koğuşlara mektup yollamasını da buradan öğrendik. Devrimciler arası dayanışmayı öğrendik. Birlikte hareket edildiğinde, kazanacağımızı, kaybetmeyeceğimizi öğrendik. Dışarıdayken birbirlerine kurşun sıkan devrimci örgütlerin, içerde, ortak düşman karşısında kol kola girebildiklerini gördük. Girmeleri gerektiğini söylerken ne kadar haklı olduğumuzu bir kez de, yaşamın pratiği içersinde tanık olarak öğrendik. Açlık grevinin bittiği gün, idare tarafından verilen bulgur pilavı ve nohut’un pişirilmeden getirildiğini, bu nedenle yenmemesi(!) gerektiğini bile Metris’te öğrendik.

Cezaevleri arası haberleşmeyi öğrendik. Küçücük kağıt parçalarına sayfalar dolusu yazı yazarak, kırka katlayıp, naylona sarıp yutmayı, mahkeme saatinden önce büyük tuvalete giderek akşam yuttuğumuz haberleşme kağıtlarını zorlayarak çıkartıp tükürüklerimizle temizledikten sonra, başka cezaevinden gelen yoldaşlarımıza, mahkeme anında vermeyi öğrendik. Biz Metris’te çok şey öğrendik...

Aylarca süren havalandırmaya çıkartmama cezasının aniden kaldırılarak, ‘’hadi havalandırmaya’’ dediklerinde, çıktık çıkmasına da, havalandırmaya aniden düşen bir top’un da arkasında koşup oynamaya kalkmamayı da biliyorduk, bunu bile öğrenmiştik Metris’te. Ellerinde kamera’larla pusuya yatmış askerlerin filmimizi çekerek,’’ bakın işte, her şeyleri yerinde, keyiflerine diyecek yok, top bile oynuyorlar’’  diye yalan propagandalarına alet olmamayı da Metris’te öğrendik.

Metris’ten, Alemdağ askeri cezaevine sevk edilirken, tecrübeli(!) birer siyasi tutuklu olmuştuk. Gittiğimiz diğer cezaevlerinde bildiklerimizi hayata geçirecek kadar yetkinleşmiştik. Sorun yoktu, istedikleri yere göndersinler, istedikleri kadar baskı ve işkence yapsınlar. İnat etmeyi, söyleneni yapmamayı çoktaaan bellemiştik....

(24. bölüm Metris’ten Alemdağ Askeri cezaevine sevk ve Alemdağ  ile devam edecek)