Şuanda 486 konuk çevrimiçi
BugünBugün2174
DünDün3402
Bu haftaBu hafta9898
Bu ayBu ay9898
ToplamToplam10478322
hapishane günlüğü 25: sultanahmet cezaevi PDF Yazdır e-Posta
İbrahim Yalçın tarafından yazıldı   
Pazar, 02 Ocak 2011 19:29


(Sultanahmet cezaevi ve karar  mahkememiz )

‘’Mahpusun içinde üç ağaç incir’’ türküsünü bilmeyeniniz yoktur. Bu türkü Sultanahmet’i anlatır. Bu türküde geçen ‘’üç incir ağacı’’nın hikayesini, 1983 ‘de, cezaevi avlusunda, dönemin ünlü kabadayılarından Kürt İdris’in kendisinden dinledim ‘’’evet, üç incir ağacı tam şuradaydı işte, daha sonra kestiler’’ diye anlattı. Kürt İdris, Yalçın Küçük’le beraber aynı koğuşta kalıyordu. Kendisi iri yarı, Yalçın hoca, Kürt İdris’e oranla ufak-tefekti. Yan yana avluda volta atarken arkalarından bakar gülerdik. ’’Yavru ile katip’’ derdik.

Toprağa gömülü hücrelerinin duvarlarında , mahkumların zincire vurulduğu pranga demirlerinin hala yerli yerinde durduğu Sultanahmet cezaevi,.Osmanlı’dan  Cumhuriyet’e devredilen sayılı mekanlar arasındadır.

Sultanahmet camii ve Topkapı sarayının yanı başında yer alan Sultanahmet cezaevi Bugün, geceliği 300 dolar’dan  beş yıldızlı ‘’Four Seasons’’ oteli olarak faaliyet gösteriyor.Dillere destan meşhur geceyarsıı ekspresi filminin geçtiği bu cezaevinde, 12 eylül döneminin ünlü türküsü ,

‘’kahraman ırkıma sızmış ihanet

Bütün yüreklerde acı ve nefret

Düşmanlarım mert değil hepsi de namert

Türk’e Türk’ten başka yoktur dost nimet

Ata’nın verdiği ilkelerle coşalım

O’nun gösterdiği hedeflere koşalım

Türkiyem Türkiyem cennetim

Benim eşsiz milletim’’

Adlı şarkıyı, Müşeref Akay adlı  bir kadıncağızın cırlak sesinden, işkence seanslarının fon müziği  olarak dinlerken, bugün artık, asker potinleriyle tekmelenip joplarla kafalarımızın patlatıldığı o meşhur avluda, Mozart’ın 40. Senfonisi eşliğinde sofralar kurulduğunu duyuyoruz.

Sultanahmet...

Nazım Hikmet Ran’ın, ‘’Memleketimde insan manzaraları’’nı yazmaya başladığı cezaevi..

Kemal Tahir’in, ‘’esir şehrin mahpusu’nda anlattığı zindan..

Orhan Kemal’in,’’ 72. koğuş’’ adlı kitabına konu olan zulüm yuvası..

Can Yücel

Deniz Gezmiş

Necip Fazıl Kısakürek

Aziz Nesin

Vedat Türkali

Ve Yılmaz Güney’lere, uzun yıllar mesken olan taş duvar...

Konuşmaya kalksa, cumhuriyet dönemi siyasal tarihini bir çırpıda anlatacak bilgi birikimini küflü hücrelerinde saklayan sır küpü...

‘’Sabah serinliği gün ağarıyorKaynakwh webhatti.com:
Demirtaş küf yosunKaynakwh webhatti.com:

Sen böyle gecenin ortasında

olan bitenden habersiz

Uyuyor musun?

Güvercin sesi çocuk sesi tren sesi

Parmaklıklara yakışmayan ne varsa

Duvarlarında

Güneş bütün gün çağıradursun

Elden ne gelir

Yaşamak böyle kanlı akarsa

Maviliğin dibinde böyle gözyaşları

Kirli ağır durgun

Daha bir süre akıp gidecek Duvarlarında Vedat Türkali’’

‘’Demir taş küf yosun’’ duvarlarında, Bugün aramızda olmayan onlarca arkadaşımızla beraber saatlerce sloganlar atıp, birlikte kol kola işkencelere yattık.

Dursun KARATAŞ,

Bedri YAĞAN,

Sinan KUKUL,

Abdullah MERAL,

Hasan TELCİ,

Haydar BAŞBAĞ,

Fatih ÖKTÜLMÜŞ

İbrahim ERDOGAN

Mürsel GÖLELİ

Bugün aramızda yoklar. O günleri yaşayanlar bilirler. O günleri yaşayanlar arasında yazar Yalçın KÜÇÜK de vardı.

KARAR MAHKEMESİNDE OLAY...

Aralık 1979 operasyonu yakalanmasının karar mahkemesine çıktığımız zaman   Sultanahmet cezaevindeydim. Birden fazla avukatımız olmasına karşın, ayrıca hepimizin bir ortak avukatı daha vardı. Hasan UÇAK, benim akrabam olan avukat arkadaş, toplu savunmamızı yapacaktı. Defalarca konuştuk. Savunmanın hangi çerçeveye oturtulması gerektiğini kendisine anlattım. ‘’tamam, siz bana bırakın ben gereken her şeyi yaparım’’demesine rağmen, son duruşmada, savunma yapmaya başladığı zaman şok oldum. Avukat arkadaş, öyle bir başlangıç yaptı ki, gören de, hepimizin sokaktan toplanmış birer masum(!) kişi olduğumuzu sanacak. Yerimde duramadım, ayağa kalktım ve bağırmaya başladım. ‘’ susturun bu adamı ben bu avukatı azlediyorum’’dedim. Mahkeme salonundaki askerler üzerime çullandı ve ağzımı kapatmaya çalışırken, ben hala avukata bağırıyordum’’ sus artık, sen bizi savunamazsın...’’ Askeri savcı ve hakimler, benim susturulmam için askerlere işaret ederken ben bağırmaya devam ediyordum. Bu arada avukat arkadaş neden kızdığımı anlamış olmalı ki, yazılı savunmayı bırakarak , Mahir ÇAYAN’lardan, Deniz GEZMİŞ’lere övgüler sıralamaya başladı. Tekrar ayağa kalktım ve ‘’Onların adını ağzına alma, yakışmıyor’’diye tekrar bağırmaya başladım.  Mahkeme başkanı ile savcı arasında geçen fısıldaşmadan sonra avukatın susmasını ve benim konuşmamı istediler. ‘’ Avukatımı azlettiğimi’’ benim adıma konuşmaması gerektiğini söyledim. Askeri savcı, ‘’avukat sadece seni savunmuyor, burada bulunan herkesi savunuyor’’dedi. ‘’Hayır, o artık kimseyi savunamaz bu arkadaşlar da azlediyorlar’’dedim. Bunun üzerine, mahkemeye bir süre ara verildi ve bizleri dışarı çıkarttılar. Mahkeme salonu kapısında tüm arkadaşlarla konuştuk ve ortak bir karar aldık. Yeniden salonu alındığımız zaman, askeri savcı tüm arkadaşlara tek tek,’’avukatı azledip azletmediğini sormaya başladı. Tüm arkadaşlar ‘’azlettiklerini söylediler.

Bunun üzerine avukatlar dışarıya çıkartıldı ve yeniden kısa bir ara verildi. Salonu girdiğimiz zaman Karar verilmişti. Okunmaya başlandı.

Fikret Öztürk’ün 26 sene, İbrahim Yalçın dosyasının bu davadan ayrılarak,1977 davası ile birleştirilmesine, diğer tüm sanıkların ise  6 yıl 8 er ay ağır hapis cezası ile cezalandırılmasına oy birliği ile karar verilmiştir. Okunan kararda, 6 yıl 8 ay hapis cezasının gerekçesi olarak, toplu bir şekilde avukatımızı azletmemiz, ‘’örgüt üyeliğinin delili’’ olarak gösteriliyordu. Bu davadan 26 yıl ceza alan Fikret Öztürk’ün cezası, kısa zaman sonra Yargıtay’da tarafından bozuldu ve tahliye edildi.

Sultanahmet cezaevinde, benim dışımda kalan diğer yoldaşlar tutuklu değil, artık hükümlü idiler.

Ben, bundan böyle, 1977 ağustos darbesi ile yakalanıp 2.5 sene sonra tahliye olduğum ve bu davanın tek tutuklu sanığı olan Muharrem KAYA ile birlikte yeniden yargılanacaktım.

YALÇIN KÜÇÜK’LE AYNI KOGUŞTAYIZ...

Sultanahmet askeri cezaevine geldiğim zaman Yalçın KÜÇÜK de buradaydı ve Kürt İDRİS adlı dönemin meşhur kabadayısı ve Mafya babası ile birlikte aynı koğuşta kalıyordu. Bir ara ‘’ Hocam, Kürt İdris’le aynı koğuşta kalman doğru değil, istersen bizim koğuşa gel’’diye rica ettim. Yalçın hoca bana, daha önce aynı teklifi Halkın Kurtuluşu’undan arkadaşların da kendisine yaptığını ve reddettiğini anlattı. ‘’evladım ben sizinle aynı koğuşta kalırsam, sizde bende rahat edemeyiz, yarın, bir gün, Andraopov tv’de gözükse, siz küfretme ihtiyacı duyacaksınız ben alkışlamak isteyeceğim, ikimiz de rahat edemeyeceğiz’’diye kabul etmediğini anlattı. Kendisine, bizim koğuşta böyle bir problem(!) olmayacağı, Andrapov ( SSCB devlet başkanı) için istediği kadar alkış (!) tutabileceğini anlattım. Böylece Bizim koğuşta ve TKEP’li arkadaşlarla birlikte aynı komünde kalmaya başladık.  Başucunda sürekli not aldığı kartonların asılı olduğu ranzasında, sabaha karşı uyanıp not aldığı bir çalışma temposu içersinde bulunan hoca, ‘’aydın üzerine tezler’’adlı 5 ciltlik kitabının bir yada iki cilt’ini bu koğuşta yazdı yada bu kitapların omurgasını burada şekillendirdi.

Cezaevinde ne zaman bir olay olsa, askerlerden biri hocannın karşısına dikilir ve ‘’doktor, bütün bu olaylar senin başının altında çıkıyor’’derdi. Hoca, sakin bir yüz ifadesiyle ‘’evladım ben doktor değilim’’dese de, onlar yinede, ‘’her ne bok’san işte, ama, bu olaylar senin başının altında çıkıyor ‘’der giderlerdi.

YALÇIN KÜÇÜK, ‘’BENİ KARAMÜRSEL SEPETİ SANMAYIN’’

Yalçın hoca’nın kibar ve yumuşak görünümlü bir mizacı olmasına karşın, inatçı bir yanı da vardı. Doğru  bildiğinden şaşmayan, kendisi için yapılan eleştirilerden zerre kadar etkilenmeyen bir ‘’öz güven’’i vardı.

1983 temmuz-ağustos açlık grevleri başlayacağı sırada aynı koğuşta ve aynı komünde diğer yoldaşlarla ( Alattin ÖZDEN, Muzaffer ERDOGAN, Niyazi BAYSAN, Doğan TAN) birlikte kalıyorduk. Adı geçen dönemde, TKEP ve ACİL arasında siyasi birliği hedefleyen bir ittifak anlaşması vardı ve bu nedenle TKEP’den Dursun KARATAŞ (DS’li Dursun Karataş değil) Cuma ŞAT vb arkadaşlarda bizimle birlikte aynı komünde idik.

Açlık grevi başlayacaktı ve siyasi temsilciler arası görüşmeler yapılıyordu. DS adına Bedri YAĞAN ile görüşürken, Bedri, ‘’İbrahim, biliyorsun bu grev uzun sürecek, Yalçın KÜÇÜK sizin komünde, istersen hoca’ya söyle, dayanamayıp grevi bırakırsa sizin adınıza hoş olmaz’’ dedi. Bedri’ye,’’Hoca’nın bizim koğuşta ve komünde kalması bizi bağlamaz, hoca ne Acilci nede TKEP’li, Hocanın kim olduğunu herkes biliyor, ama yinede kendisine söyler ne düşündüğünü öğrenirim ‘’dedim.

Koğuşa döndüğümde Yalçın hoca’ya şaka ile karışık durumu anlattım. ‘’hocam haberin olsun bu grev tahminimizden de uzun sürecek, ne düşünüyorsun’’ dedim. Bana döndü ve ‘’ne yani, beni ufak tefek gördün de Karamürsel sepetimi sandın, ne kadar sürerse sürsün efendim, bende sizlerle birlikte katılacağım’’dedi. Dediğini de yaptı. Öyle ki, birçok arkadaştan daha dayanıklı ve daha kararlı bir şekilde uzun süre devam etti. Kaçıncı gündü tam olarak hatırlamamakla birlikte, bir gün ziyaret dönüşü, merdivenlerden çıkarken başı döndü ve rahatsızlık geçirmeye başladı. Derhal  hastaneye kaldırıldı ve bir kaç gün hastanede kaldıktan sonra tekrar koğuşa geldiğinde, açlık grevini bırakmasını söyleyen arkadaşların ısrarları nedeniyle bıraktı.

Açlık grevi sırasında bizim yoldaşlardan Dursun DEMİRKOL, Kürt İDRİS’le aynı koğuşta kalıyordu. Cezaevinde sadece Kürt İdris’te bir radyo vardı ve bu nedenle Dursun yoldaş, buradan dinlediği haberleri havalandırmada bizlere aktarıyordu. Bir ara BBC haber bültenin de, ‘’Yalçın KÜÇÜK’ün açlık grevi sırasında komaya girerek hastaneye kaldırıldığı ve durumunun ağır olduğu’’haberinin bile  verildiğini Dursun’dan öğrendik.

Yalçın Küçük’le, o güne kadar ilgilenmeyen radikal sol’dan militan arkadaşlar, açlık greviyle birlikte Yalçın hoca’ya yoğun bir ilgi duymaya başladılar. Aynı şekilde Yalçın hoca’nın da radikal sol ile daha yakından ilgilenir olması da bundan sonra olmuştur.

Yalçın Küçük,Acilciler’i cezaevinde tanıdı.’’ben sizleri böyle  bilmezdim, sizi, silah kullanan ama teori ile ilgilenmez bilirdim, beni yanıltınız’’diye espri yapmayı da ihmal etmezdi. Hatta, ‘’beni de örgütünüze alın, bunun için ne gerekiyor’’dediğinde, aynı espiriyle cevap verir,’’ 4 adet vesikalık fotoğraf ve  özgeçmişini yaz ver hocam’’der gülerdik. Bir gün, havalandırmada volta atarak sohbet ettiğimiz bir anda, bana döndü ve ciddi bir ses tonuyla aynen şunları söyledi.’’  İbrahim, anladığım kadarıyla Mihrac Ural’ı çok önemsiyorsun. Ben İskenderun doğumluyum, buraların insanlarını bilirim. Kaypak olurlar, fazla güvenme’’ dedi. İtiraz ettim, Yalçın Küçük hayattadır. Bu sözü söylediğini unutmuş olacağını sanmıyorum.Ben bu sözü unutmadım. Mihrac Ural’ın yaptığı pislikler tek tek ortaya çıktıkça bu sözü hep hatırladım. Acaba hoca’nın bildiği bir şey vardı da bana söylemedi mi? Diye düşünürüm. Yıllar sonra, Yalçın hoca’nın bacanağının Konsolosluk görevlisi olarak Suriye’nin başkenti Şam’da görev yaptığını öğrendikten sonra, Hoca’nın 1983 tarihinde Sultanahmet cezaevi avlusunda bana söylediği bu sözün anlamını çok daha önemser oldum. O günden bu güne kafamı kurcalayan bu sözün cevabı Yalçın Küçük’tedir. Bana söylenen bu söz, öylesine mi? yoksa, bir  bilgi ya da duyum üzerine mi söylendi? Dediğim gibi, sorunun cevabı Yalçın Küçük’tedir...

Kimileri Yalçın Küçük’e neden bu kadar yer verdiğimi sorabilirler. Şu nedenle önemli gördüğüm için veriyorum.

12 eylül zulmü altında, cezaevlerinde yatan binlerce aydın arasında,  ilk kez, bir Yalçın KÜÇÜK, hem devrimciler arasında onlarla birlikte aynı koğuşta kalmış ve onlarla birlikte yapılan eylemlere katılmıştır. Diğerleri bu tavrı göstermediler. Metris cezaevinde DİSK ve Barış derneği tutsakları vardı ve Ayrı koğuşta, devrimcilerin yaptıkları eylemlerin dışında yaşıyorlardı. Barış derneği tutsaklarından İstanbul eski Belediye başkanı Ahmet İSVAN’ın hanımı Reha İSVAN dışındaki hemen hemen tümü, bir Yalçın KÜÇÜK tavrı göstermemiştir.

Konuyu kapatmadan önce bir  başka konu, TKP’nin ‘’bizim radyo’’ aracılığı ile 83 açlık grevi sırasında, her gün, dakikalarca yayınlarında yer verdiği ‘’açlık grevi’’haberleri ve ‘’direnin yoldaşlar’’diye yaptığı ajitasyonlara karşın, Cezaevindeki TKP’li arkadaşların açlık grevlerine katılmadıklarını da belirmek durumundayım.

Bir sonraki bölümde Sultanahmet cezaevi ve orada birlikte bulunduğumuz yoldaşları yazarak devam edeceğim ve Sağmalcılar özel tip cezaevi’ne sürgün edilişimin hikayesini anlatacağım.

Bu bölümü bitirmeden önce, bir konuya açıklık getirmeliyim.

Mihrac Ural, bu yazı dizisinden çok çok rahatsız olmuşa benziyor. Nedeni, bana değil, ona ait. ‘’Dogru değil, yalan yazıyor’’ diyor. ‘’abartıyor, olmamış şeyleri olmuş’’ gibi yazdığımı iddia ediyor. ‘’dünyada hiç kimse bu kadar şeyi hatırlayamaz’’diyor. Ve bana ‘’sırat köprüsü’’ sorusu soruyor. Uzun bir cevap yazısı yazdım Engin’e yolladım. Bir kaç saat geçti geçmedi, Engin’i aradım ve ‘’yazıyı yayınlama değmez’’dedim. Yayınlamaktan vazgeçtim. Neden vazgeçtim? Vazgeçtim, çünkü, bundan böyle bu pislikle zorunlu kalmadıkça muhatap olmayacağım. Ben yaşadıklarımı yazıyorum. Eksik yazıyorum, uzatmamak için eksik yazıyorum. Yaşadıklarımı yazarken, yanımda bulunan yoldaşlarımın isimlerini de yazıyorum. Yazdığım olaylarda doğru olmayan, abartılı olan, yada sağdan soldan duyduğum şeyleri yazmışsam eğer, önce bu arkadaşların ‘hayır öyle değil, böyle’’ demeleri gerekirken, Mihrac Ural adlı soytarı, bilmediği, duymadığı, yaşamadığı, rüyasında bile tanık olamayacağı olaylara itiraz ediyor,’’yalan’’olduğunu söylüyor. Yanımda bulunan, isimlerini verdiğim, yoldaşların tamamı  hayattadır, onlar dururken, Mihrac Ural’a ‘’bok’’ yemek düşer. Bu nedenle muhatap alınmaya değmez buldum ve bırak ürüsün dedim. Ben, kendisi gibi sanal alemde çetleşerek bire  bin katarak palavra atmıyorum. Gizli saklı yazmıyorum, yazdıklarım ortaya çıktığında ağlamıyorum.’’ Vicdansız, parayla sattı’’diye de sızlanmıyorum. Dosdoğru yazıyorum. Çırılçıplak olmuş, kıçı açıkta kalmış bir soytarıyla daha fazla muhatap olmanın ne anlamı var ki...

Dedim ya, Mihrac adlı soytarıya, konuşmak, itiraz etmek düşmez. Düşse düşse,  bok yemek düşer. Bu pislik herif, bu eşşek adam, Acilciler tarihinden silinmedi, kazındı...

Bundan böyle ağzıyla kuş tutsa, hiçbir Acilci tarafından adam yerine konulmayacaktır. İnsan olarak yüzüne bakılmayacak, ‘’içimizdeki mikrop’’tu diye anılacaktır.

Acilciler tarihi, ne İbrahim Yalçın’la sınırlı bir tarihtir, ne Engin Erkiner’le nede Haydar Yılmaz ve İrfan Dayıoğlu ile... Bu tarihin yüzlerce militanı, binlerce taraftarı var. Bugün nerede olurlarsa olsunlar, ne düşünürlerse düşünsünler, önemi yoktur. Bir dönem bu tarih içersinde yaşamış olmaları, yaşadıkları tarih kesitini anlatmaları, onlar için bir görev, bir vicdan borcu ve bir sorumluluktur.

Ölülerimiz var. İhanete uğrayanlarımız var. Aldatılanlarımız var. Dahası, mezarsız, kefensiz yatan kayıplarımız var. Çok küçük bir bilgi kırıntısı bile, bazen büyük bir ihanetin kapısını aralayabiliyor. Eli kalem tutan herkesin, bildiklerini, yaşadıklarını ve tanığı oldukları her şeyi yazarak açıklaması bu bakımdan önemlidir. ‘’Bu tarihin aydınlatılması gerek’’ diyenler için söylüyorum. ‘’bana ne’’diyenler için söze      gerek yok. ‘’canları cehenneme’’demeye bile değmez..

Bu tarih, üç-beş kişinin yazmasıyla aydınlanamayacak kadar derin ve çetrefilli bir komplonun kurbanı edilerek tasfiye edilmiştir. Biz bunları yazmaya çalışıyoruz. Teferruatlara takılıp kalmadan, öze ilişkin sorunları daha da aydınlatalım istiyoruz.

Bugüne kadar yazılanları okuyun. Milliyet Gazetesi’nin, günü ve sayfa numarasıyla birlikte, Mihrac Ural’ın İbrahim Evren’le birlikte SAMSUN’da yakalandığı haberini verdik. Bunun anlamı nedir?

Şartel’le elektrik işkencesi yapıldığını iddia eden adamın tokat bile yemeden ‘’acilcileri ehlileştirme’’sözü verdiğini yazdık. Yakalandığı zaman memleketi HATAY’a götürülmediğini yazdık. 21gün İstanbul- Ankara arasında beni dolaştırdılar, her tarafım parça parça oldu diyen adama, ‘’seni nerelerde dolaştırdılar? Diye sorduk. Gıkı çıkmıyor.

‘’İstanbul örgütünü İbrahim Yalçın çökertti’’ diyor. Kim bu namussuz soytarı? Bir gün İbrahim, ertesi gün Engin, bir sonraki gün Haydar diyor. Soruyorum. İstanbul örgütü tarihinde yapılan tüm operasyonlarda yakalanan herkese soruyorum. İçlerinden bir kişi çıksın ve ‘’beni İbrahim Yalçın yakalattı’’ desin, ben onun alnını karışlayayım. Hodri meydan. Diyemez, hiç kimse diyemez... O halde bu it engi soytarı neden hala uluyor? Uluyor çünkü, kıçı açıkta kaldı. Kapatamıyor ve çepeçevre ucu yağlı coplarla kuşatıldığının farkındadır. Sözün bittiği noktaya geliyoruz. Söyleyecek sözü olanların daha ne beklediklerini sormak bile anlamsızlaşıyor.

Ben yaşadıklarımı anlatıyorum. Bir sonraki bölümde devam etmek üzere, sözü burada noktalıyorum.

Sultanahmet cezaevinde irili ufaklı yüzlerce olay oldu. Yanımda, yoldaşlarım ve yüzlerce devrimci vardı. Tek başıma değildim. Yanlışım varsa düzeltmek, doğrusunu yazmak onlara düşer.

Alaettin Özden,

Dursun Demirkol

Niyazi Baysan,

Doğan TAN

Muzaffer ERDOGAN

Bir sonraki bölümde bunları anlatacağım...

 

Son Güncelleme: Pazar, 02 Ocak 2011 19:30