Şuanda 152 konuk çevrimiçi
BugünBugün1982
DünDün3402
Bu haftaBu hafta9706
Bu ayBu ay9706
ToplamToplam10478130
hapishane günlüğü 31: suriye PDF Yazdır e-Posta
İbrahim Yalçın tarafından yazıldı   
Perşembe, 10 Şubat 2011 04:54


( İlk kez yurt dışına çıkıyorum. Suriye…)

İstanbul’da kaldığım süre içersinde görülmesi gereken tüm yoldaşları görmeye çalıştım. Hapisten yeni çıktım, dinleneyim, etrafa bakayım, çoluk çocuğumla ilgileneyim diye düşünmedim. Son derece yüksek bir morale dışarıya çıkmıştım. Tek başıma kalsam bile bu işin üstesinden geleceğim diyebilecek kadar kendime güveniyor ve mücadelenin kaldığımız yerden sürdürülmesi için hemen harekete geçilmesi gerektiğine inanıyordum.

Geç kalınmıştı. Son 6-7 senedir İstanbul’a gelen giden olmamıştı. İstanbul önemli bir yerdi ve buradaki boşluğun bir an önce yeniden doldurulması gerekiyordu.

Suriye ile yaptıgım telefon konuşmaları ile moralim daha da artmıştı. İstanbul’daki iletişim eksikliğine bakma, onun dışındaki il’lerde her türlü ilişkinin eksiksiz, tıkır tıkır yürüdüğü, İstanbul ilişkilerinin de bundan böyle rayına oturtulacağı söyleniyordu.

Dışardan, İstanbul gibi metrepol bir şehire  yabancı militan getirmekle ciddi bir ilişkinin yaratılamayacağına defalarca tanık olmuştuk. Bu bakından, İstanbul’u bilen, bu bölge insanını tanıyan yoldaşlardan, mücadeleye devam etmek isteyen bir grup militanın, Suriye’ye gönderilerek, askeri ve siyasi eğitim yapmaları ve kısa sure sonra yeniden ülkeye dönmeleri konusunda Mihrac Ural ile telefonla konuşarak anlaşmıştık. İlk başta küçük bir grup gönderecek, arkalarında da ben gidecektim.

 Fikret Öztürk, Sinan (M.G) ve Hasan YALÇIN’I bu nedenle, ilk elden Suriye’ye göndermeye karar verdim. Sinan ve Fikret yoldaşlar hapishaneden çıkmışlardı. Suriye’den döndükten bir sure sonra Karamürsel’de talihsiz bir trafik kazasında kaybettiğimiz Hasan Yalçın yoldaşımız benim yakın akrabam idi ve  harekete yeni katılmıştı. Tecrübesiz ama son derece kararlı idi.

 Önceden konuştuğumuz gibi üç aylığına gidecekler, gerekirse kongreye katılacaklar ve ülkeye geri döneceklerdi.

Bunun dışında başka gruplar da gönderilecek,. İstanbul bölgesi için 15 kişilik bir militant grubun askeri ve siyasi eğitim sonrası Bölgede mevzilendirilmesi yeterli olacaktı.

Adı geçen üç kişilik bu grup’un, Ali HAMAM kanalıyla Suriye’ye götürüldüğünü, bir süre sonra benim de, aynı kişi tarafından Suriye’ye gitmem üzerine anladım.

İstanbul’da işim kalmamıştı. Yoldaşları gönderdikten sonra Antakya’ya eşimin yanına, Ögretmenlik yaptıgı Sarılar köyüne  gelerek  beklemeye başladım.

Suriye’den gelen haber üzerine Antakyanın Yayladağı ‘’yayık damlar’’ köyün’e gitmem ve köy imamı’nın babası, ALİ HAMAM adlı bir kişiyi görmem ve bu kişiyle  beraber  Basit’e gelmem isteniyordu. En kısa zamanda söylenen köye gittim ve Ali Hamam’I buldum.

SURİYE’YE GİDİYORUM…

Yayık damalar köyü’ne bir taksi ile akşam üzeri hava karardıktan sonra geldim.. Ali HAMAM, gelecegimi biliyor ama ne zaman geleceğimi bilmiyormuş. Kendimi tanıttım ve Ali Hoca’nın( Mihrac Ural) yanına gideceğimi ve hemen yola çıkmamız gerektiğini söyledim. Kabul etmedi.’’ Işim var, bu gece olmaz, sen bu gece evde yat yarın akşam gideriz’’ diyordu. Kabul etmedim. Yarın sabah mutlaka orada olmamız gerektiğini söyledim. Habire bahane uyduruyordu. Yolda pusu olabilecegini, yaya gitmenin teklikeli oldugunu, ‘’motor gelsin, motorla gidelim’’diyordu. Hayır dedim, ‘’yarın sabah beni bekliyorlar çok önemli’’ Mecburen Kabul etti. Gece yarısına doüru yola çıktık.

Ali Hamam, yol boyunca sürekli soru soruyor, kim olduüumu anlamaya çalışıyordu. Rahatsız olmuştum. Adamın, örgütsel bir ilişki olmadıgı belliydi. 60-65 yaşlarında bir kaçakcıydı. Gençliginden beri bu yolu kullandıgını ve haftada, bazen iki üç kez gidip geldiğini, benim gibi yüzlerce insanı götürüp getirdiğini anlatıyordu.

Suriye’ye geldiğimiz zaman, bu adamı gözümün tutmadıgını Mihrac’a anlattım ve çok soru sordugunu söyledim. ‘’Aldırma yoldaş, o hep öyledir ama bizim tüm işimizi de, bir iki kg kaçak çaya yapıyor ‘’dedi.

Sabaha karşı Suriye sınırına girmiştik. Yolda, gözümü yaralayan bir ağaç dalı nedeniyle gözüm sürekli kanıyordu. Basit’de eve geldikten bir kaç saat sonra hastahaneye gitmek zorunda kaldık ve dogruca ameliyata alındım ve bir hafta sağ gözüm kapalı kaldı.

SURİYE..

Küçük ama şirin bir sahil kasabasına gelmiştim. Burası Basit.

Mihrac Ural beni bekliyordu. Sarıldık. Çevresinde, 10-15 tane yoldaş vardı. Hepsiyle tanıştırıldım. Mihrac Ural uzun bir ajitasyon çekerek beni kahraman(!) gibi tanıştırmıştı. Rahatsız oldum. Konuşması son derece abartılıydı ve laf olsun diye beylik sözler söylüyordu.

Sarfettiği sözler, yaşadığımız olaylarla ilgisiz, kulaktan duyma kupkuru duygusuz ajitatif şeylerdi. Konuşurken yoldaşların gözlerinin içine bakmıyor, sarfettiği sözlerin içten olmadığı bir çırpıda belli oluyordu.

Bir yandan, ‘’sizler için acılara katlandık, dağlarda ot yiyerek aç susuz kaldık ama adınıza layık bir örgüt yarattık. Bu örgütün asıl sahipleri sizsiniz. Buyurun örgütünüze sahip çıkın’’ derken, daha sözünü bitirmeden, balık tutmaktan dönen bir yoldaşın (Abusteyf) geldiğini fark eder etmez, hemen ona dönerek, ‘’ne kadar balık tuttuğunu’’(!) sorması ve aldıgı cevap karşısında son derece mutlu oldugunu mimikleriyle hissetirmesi çok daha içtenlikliydi.

Basit’e geldiğim günün gecesi, benden bir sure  önce, İstanbul’dan gönderdiğim yoldaşların benimle konuşmak için gece yarısına kadar bekleyerek fırsatını bulur bulmaz beni bir köşeye çekerek, ‘’sen bizi nereye yolldadın böyle, burası Basit falan değil, resmen BASTİL’’ diye şikayet etmelerine çok şaşırdım.

Sinan ve Fikret yoldaşlar, Basit’teki durumun kendilerine anlatıldıgı gibi olmadığını, tam bir hayal kırıklığı yaşadıklarını, burada durmanın hiç bir anlamı yok, biran önce ülkeye dönelim, biz buraya işçilik yapmaya gelmedik diyorlardı.

Parti okulu olarak adlandırılan evde kalan yoldaşlar, lokanta’da, bağ bahçe işlerinde çalışıyor, yada balıkcılık yapıyorlardı. Haftanın bir kaç günü, adet yerini bulsun dercesine Yusuf yoldaş (Zihni Alan) tarafından sosyalizm üzerine sohbetler yapılmasına karşın, bu tür bir eğitim çalışmasının yoldaşları tatmin etmediği anlaşılıyordu.

Kaldı ki, bir süre sonra, Yusuf yoldaşla bizzat konuşarak, yoldaşların düşüncelerini kendisine aktardıgım zaman, Yusuf yoldaş bana, ‘’Haklısın yoldaş, İstanbul’dan gelen yoldaşlara benim verebileceğim hiçbir şey yok, onların teorik seviyeleri benden daha üstün’’ demiştir. Örneğin, bir Sinan, bir Zeynel vb için benim yapabileceğim hiçbir şey yok diyordu..

Aynı sorunu Mihrac’la da konuştum. Suriye’ye gelişimin ikinci günü dolaşmaya çıktık. Bana, örgütün yarattiğı değerleri(!) gösteriyordu. Basit’in biraz dış kısmında, bir elma bahçesine gittik. Bu bahçenin örgüte ait oldugunu söyledi. Bahçeye elma fideleri dikilmişti. Fideler daha çok yeniydi ve Mihrac Ural bu tarlanın özelliğini bana anlatırken son derece coşkuluydu. Bu fideler büyüyecekler ve en geç 5 sene sonra elma vereceklerdi. Buradan elde edilecek elmalar satılacaklar paraya çevrilecek ve Türkiye’ye, örgütsel faaliyet içersinde bulunan militanlara gönderilecekti. Şaşırmıştım. Beş sene sonrası için  yatırım yapmak, silahlı mücadeleyi savunan bir örgüt için yapılması değil, düşünülmesi bile çok garipti. Söylenenleri dinliyordum ama pek fazla ciddiye de almıyordum. Kibarlık olsun diye de hemen itiraz etmeyi, karşı çıkmayı düşünmedim.

Nasıl olsa artık dışardaydık. Içerdeki yoldaşlar yavaş yavaş çıkmaya başlamışlardı. Biraraya gelir konuşuruz ve yanlış giden birşeyler varsa (olduğu göze batıyordu) düzeltilirdi.

Elma bahçesinden sonra, taş ocağına, fırına, lokantaya (Basit ve Lazkiye’de) boya ve döşeme dükkanları ile Lazkiye’deki  mülkiyeti örgüte ait oldugu söylenen ve yoldaşların kalmadıgı evleri dolaştık.

Bu evlerden bir tanesinde Mihrac Ural’ın hanımının kız kardeşi oturuyordu. Daha sonra, oradaki yoldaşlardan lokanta çalışanı Sabri ile evlendirildiğini duyduğum bu bayanın kaldığı ev, bayan’ın kocası askerde öldüğü için satılamaz kaydıyla devlet tarafından şehit ailelerine verilen evlerdenmiş.  Mihrac Ural, buna rağmen bu evi, adı geçen bayana 270 bin Suriye lirası vererek satın almış.  Örgüt demir başıdır denilmesine rağmen bu evde yoldaşlar değil, evi satan bayanın kendisi oturuyordu.

Türkiye’de, bir yerden bir yere yol parası olmadıgı için gidemeyen yoldaşların bulunduğunu bilmelerine rağmen, yüzbinlerce lira vererek taşınmaz mülkler alan ve bunu da örgüt alt yapısı inşa ediyoruz diye utanmadan anlatan bir kişinin açık söylemek gerekirse, bu kadar ihanet içersinde oldugunu, olabileceğini kesinlikle düşünmedim, Düşünemedim. Gördüğüm hiçbir şeyden memnun olmamıştım. Buna rağmen çok fazla da önemsemedim. Bir şeyler yapılmış ama yanlışlarda yapılmış, bu yanlışları düzeltir yolumuza devam ederiz diye düşündüm. İhanete ugradığımızı son ana kadar aklımın ucundan bile geçirmedim.

ASKERİ EĞİTİM DİYE BİR ÇABAYA RASTLAMADIM.

Hani Mihrac Ural her fırsatta yazıyor ya, Yüzlerce yoldaş askeri eğitimden geçirildi falan diye. Bilmeyen de inanır.

HAZİRAN 1982’de, İsrail, Lübnan’ı kuşattıgı zaman, Lübnan’da bulunan Filistinli gerillalarla birlikte bizin yoldaşlarınız da Lübnan’ı terkederek Eylül 1982’de Suriye’ye gelmişlerdi. O günden bugüne, yani, Beyrut’ta bulunan Filistin örgütlerinin, bölgeyi, Birleşmiş Milletler gözetiminden terk etmesinin ardından, Suriye’ye giden hiçbir Acilci militan eline silah almamıştır. Aldıgını söyleyen bir kişi varsa çıksın söylesin.

Hal böyle olunca, Mihrac Ural’ın internet başında gerilla komutanı(!) pozlarıyla  attiği  palavralarına hiçbir Acil militanı elbette inanmıyor. Mihrac Ural bunu çok iyi biliyor  ve Acil militanlarının, kendisiyle dalga geçtiğini, yazdığı palavralarını  ti’ye aldıklarının farkındadır. Bu nedenle, o hep ‘’sahne’’ye, ve hep bomboş salona(!) oynuyor. Onun sorunu, ciddiye alınıp alınmadıgı değil, onun sorunu, birşeyler söylemiş olmak için söylemektir. Bunun neden yapıyor? Bilemem ama, kim bilir, belki de, bugüne kadar yaptığı ıhanetlerinin rahatsızlıgıyla çırpnırken, biraz olsun kendisini rahatlatmak iç güdüsüyle de hareket ediyor olabilir.

Tekrar ediyorum. 1981 başı ve Haziran 1982 arasında (toplam 1.5 sene) yüzlerce militan ve sempatizan Lübnan’da, Filistin kamplarında bulundu.  Filistin kamplarında askeri eğitim aldı, İsrail’in Beyrutu kuşatması sırasında canı pahasına direndi. Filistin kamplarında bulundugu sırada herkes gibi Acilci militanlar da maaş aldılar ve aldıkları maaşlara dokunmadan örgüte aktardılar. Eylül 1982’de, Suriye’ye geçmek zorunda kalan bu militanlar Türkiye’ye değil, genelde, Avrupa ülkelerine gönderildi. Mihrac Ural, kontrol edemeyeceğini düşündüğü hiçbir militanı Türkiye’ye göndermedi. Türkiye’ye gönderilen çok az sayıda militan ise, Türkiye’de,  gördüğü askeri eğitime uygun hiçbir eylem yapmadı, yaptırılmadı. Kaldı ki bu militanların tamamı da ülkeye girdikten kısa sure sonra yakalandılar.

Lübnan’da, Filistin kamplarında 1.5 sene kalan yüzlerce militan, burada kaldıkları süre içersinde, o zamanın parasına göre ciddi bir maaş alan aldılar ve bu maaşların tamamı Mihrac Ural’a aktarıldı. Savaş sonrası maaşları kesilip de Suriye’ye dönmek zorunda kaldıklarında da, Mihrac Ural için, masraflı(!) olmaya başladılar.

Çalıştırarak para kazanabileceğini düşündüğü militanları Suriye’de, yanında tutmaya devam eden Mihrac, çalıştıramayacağını bildği ve kendisince ‘’uyanık’’gördüğü ve sorun yaratacagını düşündüğü yoldaşları ise genel olarak Avrupa’ya göndererek, ‘’karın ağrısı’’ olarak gördüğü militanlardan kurtulma yolunu seçti ve bunda da bayağı başarılı(!) oldu.

Mayıs 1986 tarihinde Suriye’ye ilk gelişim ve orada bulundugum 15 gün içersinde, Basit ve lazkiye’de gördüğüm yoldaşların hemen tamamı (15-20 kişi) lokanta’da, taş ocağında, fırında, tarlada, boya ve döşeme atölyelerinde çalışan ve kazançlarını doğrudan Mihrac’a aktaran, militanlık değil, profesyonel işçilik yapan yoldaşlardan ibaretti.

Türkiye’den, eğitim maksadıyla getirildiği söylenen kimi yoldaş’da uzun süredir orada bekletiliyor, yaptık yapacağız diye oyalanarak nasıl ve hangi alanlarda mevzilendirilecekleri konusunda hiçbir açıklama yapılmıyor, hele bir kongre bitsin ondan sonra düşünüürüz hesabı yapılıyordu.

Her fırsatta, yüzlerce gerilla yetiştirdiğinden(!) bahseden, Blog’unun logo’sunu 30 sene öncesinin gerilla  resimleriye söyleyerek, bu resimleri yeniymiş gibi göstermeye çalışan adama sormazlar mı peki.

Nerede bu gerillalar? Bırakınız şimdi nerede olduklarını, 1981-82 haziran, eylül  arasında, roket atar’ından tutunuz da uçak savar’ına varıncaya kadar her türlü silahı kullanabilen bu militanların, içlerinden bir tanesi, gördüğü bu egitime uygun  eylemde bulunmuş mudur? Tek bir örnek gösterilemez. O halde, yüzlerce militanın sihalı eğitim görmüş olmasının ne anlam ifade ettiği sorgulanmaz mı?

Bu durumun sorgulanması ile birlikte, Mihrac Ural’ın gerçek yüzü açığa çıkmaz mı? Çıktı işte. Yüzlerce militanın Filistin kamplarında eğitim görmeleri, Türkiye’de savaşmak niyetiyle değil, Eğitim süresince Filistin örğütlerinde aldıkları maaşla ilişkili oldukları, buğün  tüm yönleriyle açığa çıkmıştır. Filistin kamplarında geçici bir süre kalarak, askeri eğitimlerini tamamladıktan sonra ülkeye dönerek savaşacaklarını sanan militanlarımız, Maaşları kesilir kesilmez çil yavrusu gibi başı boş bırakılarak darmadağın edilerek, dünyanın dört bir yanına bilinçli olarak dağıtıldılar.

Bir kaç kez yazdım. Tekrar yazıyorum. Lübnan kuşatmasından sonra Acilciler’in hiç bir militanı silahlı eğitim yapmamıştır. Silahlı eğitim diye Suriye’ye çıkartılan militan ve sempatizanların eline silah verilmemiş, sadece çalıştırılarak sırtlarından para kazanılmıştır.

Eylül 1982’den bugüne kadar, silahlı eğitim yaptıgını söyleyebilecek tek bir kişi varsa söylesin. Söyleyemez çünkü yok.

Suriye’ye ilk gelişim ve burada bulunduğum 15 günlük süre içersinde gördüğüm eksiklikleri uzun bir rapor’la Mihrac Ural’a bizzat verdim ve bunların tartışılarak karar haline getirilmesini önerdim. Bir sonraki yazıda bunları yazacagım.

( 32. Bölüm, Örgütsel işleyişe yönelik eleştirilerim – önerilerim  ve Türkiye’ye dönüş’le devam edecek )