Şuanda 181 konuk çevrimiçi
BugünBugün2001
DünDün3402
Bu haftaBu hafta9725
Bu ayBu ay9725
ToplamToplam10478149
40 yıllık devrimci yaşamımın muhasebesi (6) PDF Yazdır e-Posta
İrfan Dayıoğlu tarafından yazıldı   
Salı, 15 Şubat 2011 07:04


Beylerderesi olayının 1. Yıl dönümü vesilesiyle örgütümüz ülke çapında gücü oranında bulunduğu birçok şehirde seri bombalama eylemleri ile adını duyurmuştu.  Hatırlanması gerekir ki, bu yıllarda birçok sol örgütlenme daha hala dernek çalışmasını aşamamış ve ideolojik ve politik bir çizgi belirleyecek olgunluğa erişmemişti.

12 Mart darbesi ile devrimcileri ezdiğini düşünen oligarşi de,  devrimcilerin kendi bilgileri dışında silahlı mücadele başlatabileceğine inanmıyordu. Bu açıdan gerek İlkerlerin Beylerderesi’nde baş eğmez devrimci duruşu, gerekse de akabinde örgütümüzün, yeterli kadro ve kitle örgütlenmesine kavuşmayı beklemeden, örgütümüz şahsında silahlı devrimci hareketi  daha doğmadan boğmaya çalışan  oligarşiye eylemleriyle bayrak açması ülkede büyük bir şaşkınlığa ve heyecana yol açtı.

Bizim ülkemiz sol tarihinde benzerlerimiz diğer silahlı örgütlerden daha az eylem yapmamıza karşın, onları kat be kat aşan bir tanınmışlığa ve etkiye sahip olmamızın gerekçesi,  bir taraftan yaptığımız teorik ve ideolojik belirlemelerde ilk olmamız, bir taraftan da devlete karşı 12 Mart’tan sonra ilk silahlı başkaldırıyı başlatmamızdı.  Nitekim daha sonra ardıllarımız diğer THKP/C kökenli örgütlerin bizlerin eylemlerini kat be kat aşan askeri eylemleri olmasına karşın, bugün onların esamesi bile okunmamaktadır. Hatta o dönem bu örgütlerin yaptığı birçok eylem, medya tarafından doğrudan örgütümüze mal ediliyordu.

Kamuoyunda büyük bir popülarite kazanmıştık. Bugün Kürt Özgürlük hareketinin öncüleri olan devrimci kadrolar, o günlerde  kendilerini Kürdistan’ın Acilcileri olarak gördüklerini, birçok devrimci platformda dile getiriyorlardı.  Böylesi bir moral üstünlük ile çalışma yürüten Acilciler, İstanbul’da da, artık okulları terk ederek, emekçi kesimler içinde çalışma yürütmeyi esas alıyordu. Gençlik örgütlenmesinde kendimizi faşist-devrimci kısır çatışmasına endekslemeyen, illegal çalışmayı esas alan örgütümüz, buna karşın  devrimci öğrencilere saldıran faşist odaklara karşı birçok askeri eylem gerçekleştirmiştir.  O dönem birçok CEPHE kökenli örgüt bizi yaptığımız eylemlerden dolayı eleştirirken, “siz eylem yapıyorsunuz, faşistler bize saldırıyor v.b”  söylemler içine girerken,  faşistler de, bizi tüm aramalarına karşın bulamamaktan şikayetçiydiler(!) oysa illegal çalışmanın gereğini yapıyorduk sadece.

Biz o dönem gençliğin her eğilimin temsil edilmesi  gereken DEV-GENÇ  içinde legal olarak örgütlenmesini savunuyorduk. Politik örgütlenme ile gençliğin akademik-demokratik örgütlenmesinin bir ve aynı görülmesini eleştiriyorduk. Bu yüzden hiç bir zaman doğrudan bize bağlı legal yapılanmaların oluşturulmasını savunmadık.  Nitekim sonraki yıllarda bir çok örgütlenmeye bağlı sendikalar, dernekler, öğrenci örgütlenmeleri doğdu. Demokratik mücadele ihmal edildi. Devrimci örgütlenmenin amacı unutularak, devrim mücadelesinde araç olması gereken örgütler amaç haline getirilerek, örgütler arasına aşılmaz duvarlar örüldü. Hemen her sol örgüt birbirine düşman hale gelirken, düne kadar omuz omuza ölümü göze alanlar, bir gün sonra yaşanan örgütsel ayrılıklar sonucu amansız düşmanlar haline geldi. Biz Acilciler böylesi bir geleneğin içinde yer almamaya azami özen gösterdik. En azından 12 Eylül’e kadar bunu başardık ta.

Kadro olması düşünülen tüm arkadaşlar artık okullardan ayrılmıştık. Ben bir bayan arkadaşla Gebze’ye yerleştim. Orada başlangıçta Yakup Göktaş yoldaşın devrettiği ilişkileri geliştirerek, belli bir kitlesel taban oluşturmuştuk. 77 seçimlerinde bir arkadaşımızı CHP listesinden belediye meclis üyesi yapmıştık. Başta AEG fabrikası olmak üzere birçok işyerinde, işyeri komiteleri oluşturmuştuk. Gebze merkezinde ise çoğunluğu Kars-Çıldırlı göçmen işçi ailelerinden oluşan hatırı sayılır bir tabanımız olmuştu. Artık bazı arkadaşlarımız yazılama, afişleme işleri yapar hale gelmiş, mahallede okur-yazar olmayanlara Şeker kızın verdiği okuma-yazma kursları sayesinde kadınlar arasında epey nam yapmıştık.

Geçimimizi sağlamak ve bölgede meşruiyet kazanmak amacıyla bölgeden bir arkadaşın açtığı kahveye ortak gibi gösterilerek orada bilfiil günde 8 saat çalışmaya başladım. Bu sayede örgüte maddi  yük olmadan ve halk arasında da bir saygınlık kazanarak çalışma yürütme şansı kazanmıştık. Çalışma yürüttüğüm bölge hakkında zaman zaman Belma ile bir araya gelerek örgüte bilgi aktarıyor ve eksik ve hatalarımızı değerlendiriyorduk. Bu amaçla eskiden beri gidip geldiğim Harbiye’deki örgüt evine gittiğim bir gün (77 nisan olabilir) sabaha karşı Hami yoldaş kapıyı çaldı. Kapıyı açtığımızda. Hami yoldaş üstü başı kan ve kir içinde kendini içeri attı. Üstünü başını temizleyip yaraları pansuman edildikten sonra, Hami yoldaş olayı biz orada bulunan yoldaşlara anlattı.

(Daha sonraki yıllarda da binçok sahada ortak çalışma yürüttüğüm Hasan Hami Gönenli yoldaş 12 eylül sonrası Norveç’e yerleşti.  1984 yılında Paris’te yeniden görüştük. Aylarca birlikte olduk.  O, Acil-HDÖ ayrılığında HDÖ’de kalmıştı. Ancak hala eski yoldaşlarına karşı aynı içtenlikle davranmaktan ayrılmamıştı. Amansız bir hastalıktan kalınbağırsağı alınmıştı. Uzun yıllar yaşadığı hastalıktan sonra geçtiğimiz yıllarda aramızdan ayrıldı. Anısı önünde saygı ile eğiliyorum.)

Gece üç yoldaşla bir taksiye binmişler, amaçları taksiyi alarak şoförü bir yere bırakmakmış, ancak şoför arabayı terk etmemekte ısrarlı olmuş ve arabayı şarampole yuvarlayarak kazaya neden olmuş. Kaza sırasında Hami yoldaş bayılmış.  Diğer üç arkadaş Hami ve şoförü öldü zannederek olay yerini terk ediyor.  Hami yoldaş saatler sonra kendine geliyor.  İstanbul’u iyi tanıdığından, yaya olarak ara yollardan, ara sokaklardan üstü başı kan ve kir içinde örgüt evine yetişiyor. Hami bu olayı daha  sonraları da bir kaç kez bana anlattı. Yanındaki yoldaşlara oldukça kızgındı. Kendisini olay yerinde bırakmalarına kızmıştı. Bu arkadaşlarımız bir panik anında yoldaşlarını bırakıp kaçabilmişlerdi. İnsan her zaman soğukkanlı olamıyor. Oysa savaşta bile bir gerilla kaybettiği yoldaşlarının cesetlerini düşman eline bırakmamak için büyük riskler alabilmektedir.

Yine bu olaydan kısa bir süre sonra Haydar ve Muharrem yoldaşlar bir araba gasp etmek isterken, şoförün direnmesi ile arabayı terk ederler. Araba sahibinin emekli bir subay olduğunu nereden bilecekler. Emekli subay yoldaşlar arabayı terk eder etmez, silahını arkadaşlara doğrultarak ateş eder, Haydar yoldaş karnından, Muharrem elinden yaralanır. Haydar yoldaş hastaneye kaldırıldığında biz haber almıştık. Belma yoldaş Haydarı hastahade ziyaret edeceğini söylediğinde, ben de dahil, tüm yoldaşlar karşı çıkmıştık. Ama Belma fikrinde kararlıydı. Yoldaşı sahipsiz bırakmayacağını söyledi ve ziyarete gitti.  Ziyaret sonrası Belma gözaltına alındı. Bir hafta sonra çıkarıldığı mahkemede serbest bırakıldı.  Polise hiçbir ifade vermemişti. İşkence görmüştü ama direnerek ismi dışında hiçbir bilgi vermemişti.  Bu olay 77 Ağustos darbesinin üç ay öncesinde meydana gelmişti.

Bunun dışında bu olaylardan aylar önce de, Belma yoldaş önceden öğrencilik yaptığı Yıldız Teknik Üniversitesindeki yoldaşları ziyareti ertesinde okuldan ayrılırken kendisini önceden tanıyan faşistler tarafından saldırıya uğramış ve bıçakla yaralanmıştı. Belma’yı çok seven Darüşafakalı öğrenci yoldaşlar bu duruma çok öfkelenmişlerdi.  Aralarında yaptıkları bir değerlendirme toplantısından sonra muziplik olsun diye Muşta imal ederek üzerine de DHKO (Darüşafaka  Halk Kurtuluş Ordusu)  yazma kararı almışlardı. Bu muştalarla faşistlere karşı kendilerini korumayı düşünmüştü liseli yoldaşlarımız(!)

Haydar da hastanede tedavi olduktan sonra emekli subayın tanıklığı sonucu göz altına alınmış ve daha sonra da tutuklanmıştı, başka bir kimlikle bir yıla yakın hapis yatan Haydar yoldaş bu tutukluluğu sayesinde 1977 Ağustos darbesinden kurtulmuştu aslında.

Örgütlenmemiz İstanbul’da  başta öğrenci  gençlik  olmak üzere belirli bir tabana kavuşmuştu.  Ancak  yetkin bir kadrolaşma sağladığımızı söyleyemeyiz. Zaten önceden de belirttiğim gibi, öğrenci gençlik kökenli hareketler olarak siyaset sahnesine çıkan örgütlenmeler  daha yetkin bir siyasal-ideolojik birikime kavuşamadan kendilerini anti-faşist pratik mücadelenin içinde buldular. Bu açıdan yetkinleşmiş kadrolara sahip olunması eşyanın tabiatına aykırıydı, gençlik kendi önderlerini kendisi yaratıyordu. 68 kuşağının söylemleri gençlik tarafından kabul görmüyordu.  Gençlik eskileri reformist olarak değerlendiriyordu. Legal siyasal parti olarak örgütlenmeye sıcak bakmıyorlardı. Barışçıl mücadele metotları yerine silahlı mücadeleyi savunuyordu.

Bizim örgütümüzde de, yetkin ideolojik-politik birikime sahip kadro yok denecek kadar  azdı. Bu yüzden olası bir darbe bizi çok derin etkileyecekti.  Ağustos ayına gelmeden önce bir taraftan yoğun askeri  eylem süreci, bir yandan örgütün ekonomik sorunlarını giderme amaçlı banka soygunları olurken, bir yandan da, teksir makineleri ve klasik daktilolarla bildiriler basılıyor, broşürler basılıyor dağıtılıyordu.  Ben de, bu süreçte Carlos Marigella’nın, üzerinde kurşun deliği olan içinde bubi tuzağı, bomba yapımı krokileri de olan gerilla mücadelesini anlatan  kitabını  daktilo ile mumlu kağıda geçiren ve teksir makinesi ile 1000 adet çoğaltan ekibin içindeydim. Bu işi yapmamız ve sürekli kalmamız için evini bize açan okul arkadaşımız olan eski bir yoldaşımızın abisi Mühendis arkadaşımı burada anmadan geçemeyeceğim.  Okul arkadaşımız başta bizimle birlikte iken Abisinin evini örgütsel çalışmalar için kullanıyorduk, Mühendis olan abimiz bizi ekonomik olarak ta destekliyordu. Kız kardeşi bizden ayrılıp Kurtuluş grubuna katılmasına rağmen Mühendis evini bizim kullanmamıza devam etmemizi istedi.

Bu arkadaşın yaptığını büyük bir erdem olarak hep hatırımda tutmuşumdur.  Buna benzer bir olay daha anlatarak bu bölüme son vereceğim. Bir yoldaşımla birlikte Küçük Bakkalköy’de bir işçi evine bir ziyaret yaptık. Bir fabrika işçisi olan işçi arkadaş, bir süre bizimle sohbet ettikten sonra bize saatli bomba yapımını uygulamalı olarak öğretti. Bu davranış beni çok etkilemişti. Bizim örgütlemek amacıyla evlerine gittiğimiz insanlar bize eğitim veriyordu. Kimisi hayat hikayesini anlatarak bize siyasi eğitim verirken, kimisi pratiklerinde edindikleri becerilerini öğreterek pratik önderlik yapıyordu.  İşte  kitlelerin hem eğitmeni, hem de öğrencisi olma esprisi bu olsa gerekti.

Yine klasik sosyalist anlayışın etkisiyle büyük bir proletarya hayranlığı olan öğrenci gençliğin pratikte karşılaştığı olaylar karşısında yaşadığı şaşkınlığı,  bir kız arkadaşımızın yaşadığı bir olayı örnek göstererek aktarayım. Kız arkadaşımız okul hayatından artan zamanlarında Kasımpaşa’da bir mahallede ev ev gezerek işçileri örgütlemeye çalışıyordu. Bu arkadaşla yaptığımız bir durum değerlendirmesi toplantısında arkadaş, kendi hayalindeki işçilerle bu mahallede tanıdığı işçilerin aynı olmadığını, kardeş saydığı işçilerin kendisine arkadaşlık teklif ettiklerini, bu durumda çalışma yapamayacağını söyledi. Arkadaşın anlatımlarını gülerek dinlemiştik. Arkadaşa uzun bir seminer verdik. İşçilerin de bu toplumun bir parçası olduğunu ve egemen kültürden beslendiğini, dolayısıyla diğer toplumsal kesimler gibi davranmalarının doğal olduğunu uzun uzun anlattık.  Sonraları işçileri taklit ederek bu arkadaşa hep takılıp gülerdik.

İşte bizim kuşağımızın içinde bulunduğu ruh hali, arkadaşlarına ölümüne bağlılık, duygusallıklara örnekler.  Bir paradoks olarak 12 Eylül sonrası bilinçlenme düzeyleri yükselen, politik ve ideolojik olarak yetkinleşen insanlarlar da yoldaşlarına ölümüne bağlılık duyguları zayıflıyordu. Artık duyguların yerini akıl(!) alıyordu. Devrim amacının yerini, örgütte yükselme, lider olma hastalığı alıyordu. Şark kurnazlığı sosyalizmin insanlığın nihai kurtuluşu projesine galebe çalıyordu.

(gelecek bölüm 77 Ağustos darbesi ve yol açtığı sonuçları irdeleyecek ve kendi duruşumun muhasebesini yapacağım)