Şuanda 89 konuk çevrimiçi
BugünBugün1938
DünDün3402
Bu haftaBu hafta9662
Bu ayBu ay9662
ToplamToplam10478086
mayıs'ta... mutlaka PDF Yazdır e-Posta
İdris Köylü tarafından yazıldı   
Çarşamba, 22 Haziran 2011 18:01


12 Eylül faşizminin esir aldığı devrimcilerin cezaevlerinden tahliye edilmeleriyle normal yaşamlarına adım attığı o kısacık dönemde polis yeni bir sürek avı başlattı… Bu kez de “itirafçıları” hortlattı… Bilinen ve bilinmeyen itirafçılar… Bir dönemin burnundan kıl aldırmayan sözüm ona “devrimcileri” şimdi siyasi polisin başköşesinde “itibar” sahibi olmuşlar, “Dal” grubunun polisleriyle birlikte işkencelere onlar da katılır olmuştu.  12 Eylül faşizmi sürek avında ısrarcı idi. İtirafçılar “ iftira”larını ayyuka çıkarmışlar, nerde açığa çıkmamış bir eylem kaldıysa polisin işaret ettiği devrimciler, itirafçıların diliyle bu eylemlerin sanığı oluvermişlerdi…
O yaz itirafçıların “iftira” çemberinin içine düştün… Kaçak olarak çalıştığın dershanenin babacan müdürü dershanenin basamaklarında oyalanarak seni bekliyordu… Gözüyle işaret etti sana… Kaç!... Ne olduğunu pek kestiremeden bir sıkıntıyla uzaklaşıverdin… Akşam TV haberlerinde, polisin “ cansiperane”  çalışmaları sonucu aydınlattığı (!)  “faili meçhul” eylemlerin sanığı idin… Takip edildiğini anlamıştın ama çaresizlikten gidecek bir yerin de yoktu… Yaşadığın gecekondu semtinde polisi atlatmaya çalışıyordun… Evet, işte o… O kekeme arkadaşın bir kez daha karşında… İşyerinde pek görüşemiyordunuz… Senin dersin olduğu saatlerde o ortalıkta gözükmüyordu, dışarı işiyle meşguldü… Yine bir sitemle görüşemediğinizden yakındı… Size gelmek istiyordu… “Sakın haa!” dedin, takipte olduğunu, şayet kendisini senin yanında görürlerse onu da alacaklarını söyledin… Sizin eve gelmesini istemediğini düşünüp kızdı, elini kolunu sallayarak, omzunu oynatarak gitti… Ertesi günü hava kararırken sizin evin önünde idi… “Geldim” dedi, “götüreceklerse birlikte götürsünler”… Ne isabet ama… Kekeme arkadaşın bu konudaki dilekleri derhal kabul olmuş olmalı ki, biz daha bir çay içmeden kapı kırılırcasına çalınmaya başladı… “ Etrafınız sarıldı, teslim olun”… Ekmek derdi peşine düşmüşsün, mutfak bıçağı ile de direnilmez ki… Allahtan Sinan başka bir şehirde, ninesinin yanında… Eşin, kekeme arkadaşın ve sen malum arabaya bindirilip doğru emniyete… Malum usul… Gözler kapalı… Küfürün, hakaretin bini bir para… Kekeme arkadaşın sigara istiyor polisten… Duymazlıktan geliyorlar… Israr ediyor… Polisin nezaket anlayışına uygun cevap gecikmiyor… “Lan O… çocuğu, burası tekel bayii mi”? … Böylece polis otosunun içinin tekel bayi olmadığını da öğrenmiş oluyoruz…. Ortalık biraz yumuşamış, gözaltı süresi üç güne indirilmişti ve sizin ikinci gününüzdü… Sorgu devam ediyor… Birden aklına takılıyor, ürperiyorsun… O adam… Burada olabilir mi?... Buranın acemisi değilsin… Daha eski tecrübelerine dayanarak tuvalet girişinin önündeki masada gözaltında olanların listesi olduğunu biliyorsun… Zaman kaybetmeden hücre kapısını yumruklamaya başlıyorsun… Kapı gardiyanı gayri memnun bir tavırla seni tuvalete götürürken, çaktırmadan göz bağını itip masanın üstüne göz atıyorsun… İşte o adam… 12 Eylül sorgulamalarında birçok arkadaş bu adamın adını vermesin rağmen, bu adam mahalle karakoluna bile çağrılmadı… Düşünsene, bir devrimciye bir bardak su verdi diye Mamak’taki “misafirlikleri” yıllarca süren sıradan insanlar işkenceden geçirilirken, bizim meşhurun müridi bu pek Yalçın Kazma Ankara’nın göbeğinde kimse kılına dokunulmaksızın öğretmenlik yapıyor, çıtır çıtır maaş… Bıçkın bıçkın racon… Allahtan belasını isteyecek değil ya, daha ne olsun… Evet,  o adam burada… Hayra alamet değil… Henüz getirilmiş… Sizin gözaltı süreniz dolmuştu… “Paşamız” dinleniyordur, ikindi uykusunu uyuyor almalı amcalarının malikânesinde… O gün akşam üstü üçünüz de salıverildiniz…. Ulustan dolmuşa-otobüse binip eve gideceksiniz… Kekeme arkadaşına “ hadi bize gidelim” diyorsun, birden geri çekiliyor, “ yoook, yok” diyor, “ben eve gideyim”… Ardına bakmadan uzaklaşıyor… Yine meşhur gülme krizin tutuyor… Eşin biraz bozuluyor gülmene, kendini tutman ne mümkün… Hava kararıncaya kadar ev sahibinin oğlunun balkonunda oturuyorsunuz… Doğrusu epeyce tedirginsin… Bu saatlerde “Paşamız” yumurtlamıştır ve gelip sizi tekrar alacaklar… İyi geceler dileyip evinize yönelirken eşine “ battaniyeleri al, tepeye çıkacağız” diyorsun… Eşin nedenini pek anlamıyor… İzah ediyorsun nedenini… Gelecekler ve bizi tekrar alacaklar… Eşin itiraz ediyor… Yüzüne söylemese bile içinden abarttığını düşünüyor, “yok, daha nesi der gibi”… Tavrını ve sözlerini sertleştiriyorsun, bir yaptırım uygular gibi… Battaniyeleri kapıp tepeye çıkıyorsunuz… Gecenin ikisi ya da üçü olmalı… Uyku tutmuyor… Kulağın kapıda… Evet, misafirleriniz gecikmedi… Kapıyı kıracaklar… “Açın kapıyı, poliiisss….” Eşini uyandırıyorsun, “Bak diyorsun, işte geldiler… Homurtularını duyuyorsunuz, küfürlerini, hakaretlerini…. Elleri boş, basıp gittiler… O geceyi tepede geçirdiniz…
Aylardan Mayıstı….
Ankara ısınmaya başlamıştı. Kaçmak ve kovalanmak yılların yaşam tarzı olmuştu… Hapishane sonrası yeniden kaçak yaşamın başlamıştı… Zaten para yok, pul yok… Nereye gidersiniz, nerede barınırsınız…. “Ekmeklerin sıcaklığını, dostların vefalarını” unuttukları günler geri gelmiş, kapıya dayanmıştı… Siz zaten alışıktınız ama Sinan çocuktu, nasıl anlatacaktınız bunu ona… Belli etmiyordun ama için içini kemiriyordu… Yeniden o kente döndünüz… Gözden ırak bir köydeydiniz… Sen değilse bile Sinan buradaki ailede çok seviliyordu, eşinin de memleketiydi… Tütün ayıydı… Sen tütünden anlamıyordun ama tütüncülere gece çay demleyip tarlaya götürüyordun, onların ayak işlerini yapıyordun… Burada ruhen rahat olmanı sağlayan, daha doğrusu bu gün akıl hastanesinde değilsen bunu borçlu olduğun İsmet ve Ziya vardı… İki pırlanta, iki büyümüş de küçülmüş çocuk… Öylesine katı ve acımasız bir ortamda bu iki çocuk senin can simidin olmuştu… Bugün onlar çoluk çocuk sahibi oldular, büyüdüler kocaman adam oldular ama senin için hep öyle kaldılar… Bu çocuklara hala kendini borçlu hissetmenin nedeni bu değil mi? Köyden uzakta nispeten çiftlik yaşamının sürüdüğü eve bir grup Jandarma geldi, seni sordular… “Bizim enişte olur” dedin, “ama ne zaman gelir ne zaman gider belli olmaz, geldiğinde söylerim karakola gelir” dedin…  Senin eniştenin (!)  geldiğinde mutlaka karakola gelmesini sıkı sıkı tembihleyip ayrıldılar… Göz ucuyla onları izliyordun, geri dönerlerse kaçacaktın… Çavuş rütbeli olanı çeşmenin başından geri döndü, geliyor… Kaçıp kaçmama konusunda tereddüdünü yenemedin, bir kişiydi, hallederdin, kaçmadın… Adınla sana hitap ederek “ ben” dedi “ sizin yakın köylünüzüm abi, seni tanıyorum. Bu karakolda askerliğimi yapıyorum, karakol komutanı da demokrat biri, seni yakalama kâğıtlarını geldiği gibi yırtıp atıyor, biz burada olduğumuz sürece rahat ol”…Muhtar ihbar etmiş, karakol aldırmamış, yavaş davranmış, defalarca ihbarda bulunmuş… Karakolun aldırmaz tavrı karşısında muhtarlık raconunun çizildiğini düşünmüş olmalı ki, karakolun kapısına dayanmış “ burnumuzun dibinde anarşist saklanıyor, siz yakalamıyorsunuz” deyince mecburen gelmişler… Çavuş hemşerim durumu böyle özetleyip uzaklaştı…
Aylardan Mayıstı…
O yaz köyde kaldın… Başladığın öğretmenlik işi de yarım kalmıştı… Ağustos başı Ankara’ya döndün… Bütünlemeye kalan öğrencilerden özel ders çıkabilirdi… ANAP a yakın iki bürokratın oğlu öğrencindi, zeki çocuklardı ama haylazlardı… Onlarla ilişkiye geçtin… Birisinin annesi sosyal bir kadındı, cesur ve aydın… Ders bitimlerinde edebiyat-özellikle şiir- sohbetleri yapardınız, Nazım hayranıydı… Evine derse gittiğinde akşamüzeri babası geldi… Bürokrat… Burnundan kıl aldırmıyor adam… Suratı eğri, bir şeylerden hoşnutsuz olduğu belli… Ders bitiminde “ hocam dedi, biraz konuşalım”… Önce elini cüzdanına attı, şu kadar ders ücretinin parası bu dedi, ders aldırmak istemiyoruz, teşekkür ederim”… Ne diyeceğini bilemedin, teşekkür edip kapıya yöneldin. Konuşmamızdan annenin haberi yok, o bir taraftan yarın saat kaçta geleceğini soruyor… Öğrencin geldi, şımarık bir tavırla kaş göz işareti yapıyor… Güldün… Bu öğrencinin ailesi vasıtasıyla ders verdiğin ikinci öğrencinin ailesinin tavrının da ertesi gün ders vermeye gittiğinde aynı olduğunu gördün… Bir şeyler oluyordu, ama ne?... Çocuklar bir hayli haylazdı ya da sorunluydu… Aileler çok memnunlardı, epeyce mesafe kat edilmişti… Hatta seneye sıkı sıkı pazarlık yapmışlardı seninle “aman bizim çocukları bırakma” diye… Şimdi olan biten neydi?... Bu iki öğrenciye dersleri kestin… Aysunla dersleriniz devam ediyor… Hani şu ilk özel derse başladığın DYP nin kurucusu babacan işverenin kızı… Ders bitmek üzereyken Aysnun babası M… abi geldi, “ ya hoca dedi, ne çok istemezin varmış senin yahu”… Biliyorum abi dedin… Ulan dedi pezevenkler ellerinden gelse tuvalete önce hangi adımımı atacağıma da onlar karar verecek, siktir ettim”… Anlamazlıktan geldin, “ Hayrola abi dedin, seni sinirlendirmişler”… “Omzuna vurdu, rahat ol dedi, çekinme”… “ Sen dedi bizim çocuklara Matematik öğretmiyormuşsun da örgütçü yapıyormuşsun, zengin çevreleri seçmen de kasıtlıymış. Paraya filan da ihtiyacın yokmuş, bizim çevrelerden örgüte adam kazandırıyor muşsun?... Bastım siktiri, gittiler… Nedenini biliyordun ama M… abi açık açık anlatmıştı… Diğer öğrencilerinin velilerinin niçin çocuklarına ders verdirmek istemedikleri de ortaya çıkmıştı… Takipte olduğunu biliyordun ama ders verdiğin öğrencilerin evlerine gelerek onları senden koparmaya varacak kadar “uyanık” olacakları aklına gelmemişti… Çember iyice daralmıştı, hissediyordun ama rüzgâr hangi yönden ne zaman esecekti… Hazırlıklıydın… O gün dersin bitmiş, oturduğunuz gecekonduya gelmiştin… Acıktın, evde de kimse yok… Mahalle arası seyyar satıcılık yapan traktörcüden üzüm aldın, adam üzümü eline uzatırken bir el üzümü aldı ve kolundan yapıştı… İşte o saat gelmişti… Ve değişmeyen sahnenin değişmeyen artistleri arabadaydılar… Tarihin en büyük zaferini kazanmışlardı… Sen tekrar ellerindeydin… Ankara’nın çeşitli gecekondularından topladıkları ve cezaevindeki sohbetlerden anladığın kadarıyla “alevi” olmaları dışında hiçbir siyasal tercihi olmayan “büyük insanlığın üyesi” on altı kişiyle birlikte seni de teşhir masasına diktiler… Önünüzdeki masanın üstünde çeşitli çaplarda otomatik silahlar, el bombaları, fünyeler, fitiller… Özenle dizilmiş… “Yakalanmasaymışsınız Ankara’yı havaya uçuracakmışsınız”…İşte sen yeniden örgütü kurmuştun, bunlar da senin yeni militanlarındı… Akşam TV haberlerini izlerken Sinan görmüş, “Anne bak babam Televizyonda” diye müjdeyi(!) vermişti… Polis basını böyle bilgilendirmişti…” Senin militanlar” emniyette kaldıkları süre içinde aç açık kalan çoluk çocuklarını düşünmekle meşguldüler ve birbirlerine çaresizliklerini anlatıyorlardı… İlk kez emniyete düşmüşler, şaşkın şaşkın sağlarına sollarına bakıyorlar, olana bitene bir anlam veremiyorlar… Yetkililerin açıklamalarına göre “münferit” bir olay olan işkence bellerini bükmüş, avurtlarını çökertmişti… Emniyetteki otuz üç günlük misafirliğin(!) ardından Ulucanlar cezaevine gönderildiniz…. Seni ayırdılar, diğerlerini dördüncü koğuşa… Senin giriş işlemlerin tamamlandığında idare binasından çıkarken başına bir çuval geçirdiler, kapı altına fırlattılar… Çene kemiğini ve dişini kırdılar… Doğru hücreye… Koğuşa vermediler seni… Bir süre sonra devrimciler huzursuzluk çıkarmaya başladılar… Ya hücrede tutulan diğer dört devrimci de koğuşa verilecekti, ya da devrimcilerin tümü hücreye verilecekti… Uzun bir boğuşma sonucu idare isteklere boyun eğmek zorunda kaldı ve hücrelerin tamamı açıldı… Yaşasın… Artık hücrede yalnız değildik ve diğer arkadaşlarınız sizi yalnız bırakmamıştı….Cezaevinde kaldığınız bu yedi ay boyunca DYP kurucusu bu saygın insanın da, kocası ANAP lı bürokrat olan ve polisin “çocuğu örgüt üyesi yapmak amacıyla  dersi bahane olarak kullandığın” uyarısı üzerine dersi kesen çocuğun annesi de seni cezaevinde hiç yalnız bırakmadılar… Maddi, manevi desteklerini sürdürdüler… “İnsan vardı ve tükenmemişti”… Onu nerede araman gerektiğini bilmek de sana düşüyordu…
Hala itirafçılığı mı demeli, iftiracılığı mı demeli sır gibi saklanan, hala devrimci çevrelerde görünmekte ısrar eden Yalçın Kazmanın “amcalarının her türlü övgüsüne layık” ihbarı bizim yedi ay tekrar cezaevinde kalmamıza neden olmuştu… Bunlar da geçerdi geçmesine de, bu tür kazmaların teşhirinde niçin bu kadar vurdumduymazdık? Karşı devrimciler, devrimcilerin bu vurdumduymazlığını anlaşılan pek sevmişlerdi… Yıllar sonra onu yine bir mitingte gördüğünde kan beynine sıçramıştı, yanındaki arkadaşına bu pezevenk “başaklama yapıyor yine” demiştin. Aylardan Mayıstı…