Şuanda 173 konuk çevrimiçi
BugünBugün1995
DünDün3402
Bu haftaBu hafta9719
Bu ayBu ay9719
ToplamToplam10478143
mayısta... mutlaka (2) PDF Yazdır e-Posta
İdris Köylü tarafından yazıldı   
Salı, 28 Haziran 2011 17:41


Kartalların, Akbabaların, Atmacaların “Avcı Kuşu” olduğunu, leşle beslendiklerini bilirdin de, adı “Kaçak Kuş” olan kuş var mıydı acaba, ne yerler, ne içerlerdi. Tahminen bulvarlardan sıkılırlardı, yaşam yeri buralar olamazdı,  ama hangi dağın kovuklarında yaşarlardı, hangi durgun sulardan içerlerdi? Nereden geldiyse aklına, yıllar sonra bu isimli kuşun olup olmadığını “internetten” aradın, bulamadın… Vardır elbette, mutlaka adı “kaçak” olan bir kuş olmalı idi ama galiba “kuş bilimcilerin” ihmali nedeniyle adları ansiklopediye geçmemiştir…  
Söyleşimiz devam ediyor seninle… Sanki yaşayan benmişim gibi, ben anlatıyorum sen dinliyorsun, umursamaz ve müdahalesizsin… Hücrelerden bahsediyordum… İlk günlerindi, ama kaçıncı gündü, hatırlamıyorsun… Daracık ve uzun bir salondan oluşan burada tam elli dokuz hücre saymıştın… Yalnızca dördü doluydu… Her hücrede bir kişi… Diğer arkadaşlarınızla demir mazgallardan konuşuyordun… Hüseyin yaralıydı… Cezaevi firarisi… Polis tam altı kurşun sıkmıştı ölümcül yerlerine, ölmemişti… Hastanede olması gerekirken hücredeydi…  Hücre duvarlarına asılmış, zamanın sayfasını sararttığı bir sayfası spor, diğer sayfası “ölüm ve iş ilan”larıyla dolu gazetenin –hiç anlamadığın halde- bütün spor haberlerini, bütün ölüm ve iş ilanlarını okuya okuya ezberlemiştin… Okuyacak başka bir şey vermiyorlar… Kitap, günlük gazete v.s yasak… Hücre kapıları yirmi dört saat kapalı… Tuvalet de iki metrelik hücrenin içinde… Lağım farelerinden korunmak için tuvalet ağzına kapadığınız taşın da aramalarda “tehlikeli madde” sayılarak alınacağından korkuyorsunuz… Tuvaletin ağzını bu taşla kapayarak kendinizi lağım farelerinden koruyorsunuz… Kışın dondurucu bir soğuk… Soğuktan korunmak için yorganın içine başını sokup, nefesinle ısınmaktan başka çareniz yok… Erken saatte bir bayan sesi… Adını söylüyor, “kalkar mısın, hücreleri temizleyeceğim”… Yarlı olmasına karşın, matraklığı elden bırakmayan Hüseyin’den başkası olamaz bu… “ Tamam, lan” diyorsun, sonra temizlersin… Kadınsı sesiyle  “Hüseyiiinn, bak kalkmıyooor” diyor… Uzaktan bir ses “ Kaldır, kaldır” diyor… Bu ses Hüseyinin sesi… Yorgandan başını çıkarıp kapı mazgalına dayanmış “ yaratığa bakıyorsun”… Altı şiş, üstü, kaval… Altı kadın, üstü erkek… Ayaklarında topuklu ayakkabı, bacağında bütün hatlarını dışarı çıkarmış dar beyaz bir streç pantolon… Saçı üç numarayla kesilmiş, yüzünde bir haftalık sakal… Gözlerini ovuşturuyorsun, yeniden bir daha… Bu da neyin nesi… “Hüseyin kim lan bu” diye bağırıyorsun… “Filiz, Filiz” diyor… Mesele anlaşılıyor… “Bizim Filiz dönme”… Onsekiz yaşındaki kızına laf atan birini yaralamaktan cezaevine gelmiş… Kadın-herifi mi demeli, herif-kadını mı demeli cezaevi idaresi ne erkekler koğuşuna verebilmiş-herif ya kadınsa- ne de kadınlar koğuşuna verebilmiş-kadın ya erkekse-.. Bizi tehlikesiz bulduklarında olmalı ki, Filizi sizin hücreye vermişler… Birkaç gün sonra savcı geldi, neden sizin hücreye verdiklerine ilişkin imalı imalı güldü… Artık hepiniz Filizin korumalarıydınız… Aman yanınızdayken başına bir iş gelmesin… Çünkü “Adli mahkûmlar” birbirlerini tepelercesine duvardan sarkıp Filize laf atıyorlar… Maazallah, bir ihmaliniz olur da Filizi ellerine geçirirlerse… Yandı gülüm keten helva… Adli mahkûmlardan biri Filizi neredeyse “eline geçirmek” üzereydi. Filiz onca ısrarlı uyarılarımıza karşın biz “eskortlarını” yanına almadan, her akşamüstü sobalara dağıtılan odunu almak için depoya yalnız gitmiş… Hücrelere yakın bir yerde birisi avazı çıktığı kadar bağırıyor, feryat figan ediyor… Adam filizi altına almış, parçalayacak… Koştuk gittik, adamı Filizin üstünden almak ne mümkün… “Aşığımızın” bir eli Filizin pantolon düğmesinde, illa ada açacak… Dört arkadaş da adama elimizdeki koca sopalarla nefes nefese vuruyoruz, adamın aldırdığı yok… Dört kişi Filizi adamın elinden alıncaya kadar terin suyun içinde kaldık… Adam onca sopaya nasıl dayandı, anlaşılır değil…Filiz epeyce hırpalanmış, gömleği yırtılmış, pantolonunun bir bacağı yukarıdan aşağı sökülmüş… Ali neden yalnız gidiyorsun diye galiz küfürlerle çıkıştı… Elini yüzünü yıkattırdık, İdareye Filizin hücreden alınması için direttiniz. Filizi aldılar, ertesi gün tahliye olmuş… Filiz birkaç görüş size dışarıdan yiyecek filan gönderdi, sahip çıkmanız, onun “eksik yanını” alay konusu yapmayışınız karşısında mutlu olmuştu…
Dördüncü koğuştaki devrimcilerin ısrarlı tavırları karşısında cezaevi yönetimi seni hücreye vermektense, devrimcileri hücreye aldılar, onlar da koğuşun nispeten daha geniş olanaklarını tepip hücreyi tercih ettiler… Hücrelerde yeni bir yaşam başlamıştı… Sabahtan hücrelerin kapıları açılmaya, “Dumanlı Vadi”ye havalandırmaya çıkılmaya, birerli ikişerli sohbet grupları oluşturulmaya başlanmıştı… “Keşke gelmeselerdi” diye geçirdin içinden, o manzarayı bir türlü içine sindirememiştin… Farklı siyasal-örgütsel gruplara mensup devrimciler farklı komünlerde kalırdı… Gerek askeri cezaevlerinde gerekse sivil cezaevlerinde bir gelenekti bu, normaldi… Ama her birisi faşizmin toplama kamplarında yıllarını geçirmiş, oraya rağmen kısmen daha rahat olan bu sivil cezaevindeki birbirlerine karşı kayıtsızlıkları, aymazlıkları neydi, bu nasıl devrimcilikti… Bir dayanışma, bir yardımlaşmanın bedeli bu kadar ağır mıydı, ya da devrimciliğimiz “buraya kadar mıydı”?... Komünün olanakları elinde olan devrimci kılıklı birkaç “komün ağası” kendi gruplarına mensup diğer devrimcilerin farklı gruptaki devrimcilerle iletişim kurmasını “yazılı olmayan” emriyle mahkum eder, o arkadaşımızı tecrit ederdi… Bunu göze alamayan arkadaşımız da ne yapsın, “şefinin buyruğuna” uyardı… Cezaevleri, burjuvazinin devrimcileri “uslandırdığı, ıslah edip sisteme kazandırdığı” zindanlar değil miydi? Islah mı olmuştuk yoksa “benden sonrası tufan mıydı”…Keşke bunları görmeseydin, yaşamasaydın… Sevgili arkadaşın Tayfunla konuşurdun sık sık, o da içine sindirememişti sergilenen tavırları… Bütün komünlere rest çektiniz, birliktesiniz… İyi de ikinizin de olanakları sınırlı değil, sıfır… Ailelerinizin size destek olacak maddi güçleri yok… Para yok, pul yok, sigara yok, çay yok…  Bu koşullarda da olsa bunun bir çaresi olmalıydı… Büyük bir grubun komün yiyecek içecek sorumlusu arkadaşımız kendisinin ilgisi olmadığı ağır bir suçlamayla idamdan yargılanıyor… Adı devrimci çevrelerde çok bilinen bir avukatı var… Haydar her avukat görüşünden geldiğinde yüzü allak bullak… Haydar gizlice bir köşede sorununu anlatıyor, avukatı için “ bu adam beni zorla idama götürecek” diyor… Senden dosyasına bakmasını, savunma yapmasını istiyor… Dosyayı alıyorsun, ciddi ciddi, zorlama bir ifadeyle kabul ettirilmiş bir suçlama… Hiçbir delil yok… Tayfunla konuşuyorsun, savcının iddianamesinin “zorlama” olduğunu, Haydarın bu suçlamadan berat etmesi gerektiğini, ama yine de iyi bir yazılı savunma vermenin daha iyi olacağını söylüyorsun… Dosya üzerinde çalışırken Haydar o değilden yanınıza geliyor, göz ucuyla senin çalışmanı süzüyor… Tayfun fark etmiş, “Lan oğlum diyor, adamın başı şişti, bir sigara getir de kendini toparlasın”. Haydar bir dal birinci sigarası uzatıyor. “ Lan puşt diyorsun, tayfun okuyor ben yazıyorum, bir tane de Tayfuna getirsene”… Gönülsüz gönülsüz bir dal daha getirip uzatıyor… Tayfunla sigaraları karşılıklı tüttürüyoruz, “ Vay be, kaç gündür ağzımıza sigara değmemişti”… Tayfun gülüyor, “dur diyor şimdi sıra çayda”… Kalkıp gitti Haydarın yanına, biraz sonra iki bardak çayla döndü… “ Vay be kaç gündür ağzımıza cay değmemişti”… Hücrelerde yataklar nemden sırılsıklam olurdu, soğuk bir yandan nem bir yandan… Filistinlilerin hücresi gardiyan odasının üstüydü, yirmi dört saat aralıksız yanan gardiyan odası hücreyi sımsıcak yapardı… Filistinliler başka bir cezaevine nakledilecekler… Herkesin gözü o hücrede… Hücreye el koyduk, gerekirse hır çıkaracağız… Diklenen olmadı, hücreye yerleştik… Öyle ya sizin de diğerlerini kıskandıracak bir ayrıcalığımız olmalı, değil mi ama… Oldu işte, hücreye yerleştiniz, hücrenin ısısı insanı terletecek kadar sıcak… Millet soğuktan büzüşürken biz atlet fanila gösteri yapıyoruz… Haydarın dosyasını incelediğiniz hücre burası…. İki-üç gün içinde Haydarın dosyasını inceledin, savunmasını yaptın… Tayfun verme dedi, “yoksa bir daha ne bir dal sigara bulabiliriz, ne bir bardak çay”… Valla doğruydu, bu puştun işi bitince bir daha bize asla selam vermezdi… Haydar ısrarcı… Duruşmalar bir atılınca dört beş ay atılıyor… Duruşma gününe ancak yetişir diyorsun, bu fırsat kaçmamalı… İlerleyen günlerde Haydarla “ticari ilişkinizi” geliştiriyorsunuz!... Mesela savunmayı sağlıklı yapmanız için sabahları yağlı yumurtalı, peynirli, zeytinli, yanında bol çaylı kahvaltı da gerekirdi, yoksa savunma eksik çıkabilirdi… Kolay mı adamı idamdan kurtarmak için ne enerji harcıyordunuz, bunu Haydar için yapıyordunuz,” kendiniz için bir şey istiyorsanız namerttiniz”… Günde bir dal sigara, bir bardak çay neye yeterdi… Dosya incelemek, savunma yapmak dikkat isterdi… Dikkat de sigara, çay, kahvaltı demekti… Tayfun “Lan oğlum Haydar tahliye oluncaya kadar buradan çıkmayalım, dışarıda bu hayatı nereden bulacağız” deyip kahkahayı patlatırdı… Dosya inceleme ve savunma yapma işi uzadıkça uzuyordu… Haydar işin numarasını çakmıştı ama garibimin yapacağı bir şey yoktu… Bize savunma ve dosya inceleme karşılığı her “rüşvet(!)” verdiğinde “sizin imanınızı…” Diye başlar, sonra da “görmesinler lan” diye tembih eder, hızla yanımızdan uzaklaşırdı… Haydar o duruşma beraat etmişti ve benim yazdığım savunmanın kendisini beraat ettirdiğine inanmıştı… Haydarla dışarıda karşılaştınız… “Avukata kalsa beni idam ettirecekti, senin savunman beni kurtardı” dedi…
Aylardan Mayıstı….