Şuanda 281 konuk çevrimiçi
BugünBugün3342
DünDün3402
Bu haftaBu hafta11066
Bu ayBu ay11066
ToplamToplam10479490
devraldığımız miras PDF Yazdır e-Posta
İbrahim Yalçın tarafından yazıldı   
Cuma, 09 Aralık 2011 20:33


Toplumsal değer yargılarının yerli yerine oturmadığı, ekonomi politikasından siyasal sistemine, kültüründen sanatına varıncaya kadar hemen her şeyin bir avuç elit kesimin çıkarlarına göre biçimlenerek, kitlelerin düşün ve davranış biçimlerinin kolaylıkla manipüle edilebildiği 81 yıllık cumhuriyet rejimi altında yaşıyoruz.

1923’lerde Osmanlıdan devraldığımız mirası,  söylenenlerin aksine radikal bir tarzda ve aşağıdan yukarıya, demokratik halk muhalefetinin örgütlü gücü ile aşamamanın sancıları devam ediyor. Cumhuriyet tarihimiz, bağrında hızlı dönüşümlere yol verebilecek güçlü bir dinamizmi barındırıyor olmasına karşın, sözünü ettiğimiz dinamizmin derlenip toparlanması ve maddi bir alternatif olabilmesi bugüne değin mümkün olmamıştır.

Neden olmamıştır? Sorunun pek çok cevabı bulunmasına  karşın, asıl sorun, kapitalizmin gelişim süreci içerisinde saklıdır.

Bilindiği gibi, Kapitalistleşme sürecine Avrupa’nın yüzyıl gerisinde başlayan devraldığımız siyasal sosyal sistemimiz, bu süreci aşağıdan yukarıya devrimci bir tarzda değil de, Avrupa’nın tam tersine, yukardan aşağıya ve evrimci bir tarzda tamamlamıştır. Neticede, ortaya çıkan  toplumsal sınıflar ve bu sınıflar arasındaki ilişki ve çelişkiler son derece farklı ve bir o kadarda çarpık bir biçimde konumlanmıştır.

Bu çarpık gelişimden  olsa gerek, cumhuriyet’le birlikte başlayan ve sıkça tekrarlanan ‘’imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir toplum’’ olduğumuz demagojisi ile her türlü hak arama, örgütlenme ve muhalif düşüncelerin, devlet ve rejim düşmanlığı(!) olarak görülüp/gösterilerek bölücü ve yıkıcı faaliyetler olarak değerlendirilmiştir. Merkezi otoritenin gücü ve belirleyici konumu, cumhuriyet rejiminde de tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi aynen korunmuştur. Hal böyle olunca, İster Osmanlı’da, isterse cumhuriyet döneminde olsun, yöneten ve yönetilenler arasında ciddi, samimi ve kalıcı bir diyalog ortamı yaşanmamıştır.

Osmanlı despotizminde ‘’kul’’ muamelesi görenlerin, cumhuriyetle birlikte ‘’vatandaş’’oldukları söylenmesine karşın ‘’kul’’luk konumlarında nitel bir değişim olmamıştır. Devlet, her seferinde hükümranlık konumunu muhafaza etmiş, buyruk edene boyun eğmeyenlere yaşamı zindan etmiştir. Neticede ise, ‘’padişahım çok yaşa’’ diyerek ‘’ulufe’’ bekleyen yeniçeri oğlanlarından bugüne devşirilen ve ‘’kurtar bizi baba’’ya varan, sözüm ona, ‘’çağdaş’’ ve ‘’demokratik’’ bir evrimleşme ile bugüne gelinmiştir.

Bugün, inisiyatifi köreltilmiş, iradesi örselenmiş ve kişiliği erezyona uğratıldığından kendi gücünün farkında bile olmadan, ‘’devletin kestiği parmak acımaz’’sanılarak ‘’...boynum kıldan incedir’’ diyebilecek kadar düşürülmüş bir halkın, egemen güç karşısında sergilediği teslimiyetçi tutum, toplumsal değer yargılarımızın bel kemiğini oluşturmaktadır.

Tamda böyle bir atmosfer içerisinde, ‘’her koyunun kendi bacağından asılacağı’’savlarıyla bireycilik eğilimlerini alabildiğine körükleyerek’’sürü’’den ayrılmamayı öğütleyenler, ‘’sürü’den ayrılanları kurt’ların kapacağı’’ tehditleri ile toplumsal muhalefeti bölüp parçalayarak zayıflatma yoluna gitmişlerdir. Geleceklerini değil’ de ‘’gününü kurtaranların kaptan olacağı’’na inandırılan bireylerin, kaptan olmak için de ‘’alt’ta kalanın canının çıkmasına aldırış etmemeleri istenmiştir. Kıran kırana bir rekabet ortamına yol verenlerin, aynı zamanda da, şiddeti kutsayan bir toplumsal ahlak anlayışının temellerini de atmış oldular.

Tıpkı kapitalistleşme sürecinde olduğu gibi,aynı anda devam etmekte olan uluslaşma sürecinde de, Batı Avrupa’yı  yüz yıl geride takip eden Osmanlı’nı torunları olarak bizler, gecikmişliğimizin farkına vardığımız zaman, ‘’son Türk devleti’’ diye sarıldığımız toprakları da kaybetme korkusuyla, ‘’ titreyerek’’ kendine dönen Türk, önce Ermeni’ye, ardından da Kürt’e saldırmayı milli bir görev(‘) bellemiştir.. Bir zamanların üstünde güneş batmayacağına inanılan  imparatorlukta,   aşağılanarak horlanan Türk,  uluslaşma süreciyle birlikte Kürt’ü aşağılayıp horlayarak,  daha işin başında, inkar ve imha’nın yanında kültürel yozlaşmanın da  yolunu açmıştır.

Aşağılık kompleksinin doğal sonucudur. Kendinden daha güçsüz olanı ezerken, güçlü gördüklerine de boyun eğerek biat edeceksin....

Güce tapmayı kutsayan, güçlünün yanındayken güvencede olma psikolojisi ile Nato’ya girmediğimizi kim iddia edebilir ki?

17 haziran 1999 tarihli Hürriyet gazetesinde İlter Türkmen açıkça yazıyor. ‘’... Bizi NATO’ya sokan devlet adamlarımızı şükranla analım’’diyor. Eski dışişleri bakanlarında İlter Türkmen, Nato’nun, Kosova’ya müdahalesi(!) sırasında bunları söylerken, ‘’.. Nato üyesi olmasaydık, Kürt meselesi nedeniyle aynı saldırılara şimdi bizde muhatap olabilirdik’’ derken, haklı ya da haksız olmanın önemli olmadığını, güçlünün yanında saf tutmanın yeterli olduğunu istemeden de olsa itiraf ediyor. İlter Türkmen’in itirafı, Güce tapan toplumsal ahlak anlayışımızın da itiraf edilmesi anlamına geliyor.

Artık biliniyor, İmparatorluktan cumhuriyet’e evrimleşmenin, sanıldığı gibi sadece harf devrimi, kılık kıyafet devrimi yada medeni kanun vb. gibi reformlarla tamamlanmış olmadığı,  asıl olanın: Özgür, demokratik ve insan  haklarına saygılı bir düzenin, alt yapısal kurumlarıyla birlikte  devrimci bir tarzda inşa edilmesiyle  ancak tamamlanmış olacağı anlaşılıyor.  Nüfusunun büyük bölümü genç ve dinamik olmasına karşın, örgütlenme ve örgütlü hak arama geleneğinin son derece zayıf olması, daha doğrusu, köklü ve kalıcı demokratik kurum ve kuruluşlarının bulunmaması nedeniyle, demokrasi eğitimi ve geleneğinin cılız oluşu, devraldığımız merkezi feodal osmanlı mirasını cumhuriyete dönüştürürken izlenen jakoben geleneğin devrimci bir tarzda aşılamaması ile doğrudan ilgilidir.

81 yıllık Cumhuriyet rejimi, reddettiğini sandığı Osmanlı geleneğini aşamamanın sancılarını gün be gün yaşamaktadır.. Ne kendisinden önceki, nede kendi döneminde yaşanmış olan toplumsal travmalarla hesaplaşamaması, hesaplaşmaktan öcü gibi korkması bundandır.

Son günlerde bir kez daha yoğunlaşan Dersim katliamı ile ilgili tartışmalar ve ortaya atılan tezler bu bakımdan son derece ilginçtir. Geçmişimizle sözüm ona yüzleşiyoruz(!) adı altında, kafaların daha da  bulanıklaştırılmasından başka bir  sonuç üretmeyip, siyasi figüranların birbirlerine gol atma çabasından öteye gitmemiştir.

Böylesi bir samimiyetsizlik içerisinde ne Ermeni ve nede Kürt sorunu konusunda çözüm üreten bir yaklaşım beklemek olası görülmemektedir. Daha iki gün önce Sivas’ta yaşanan ve 37 canın diri diri yakıldığı vahşetin tartışıldığı bir televizyon programında, Dönemin Sivas Belediye Başkanı  Temel KARAMOLLAOGLU’nun sarf ettiği sözler, kendisine insanım diyen herkesin tüylerini diken diken edecek cinstendir.

1923’lerden günümüze gelen cumhuriyet rejiminin bugünkü konumuyla devam etmesi mümkün görülmüyor. Bu bakımdan, Demokratik bir cumhuriyet için, 81 yıldır devraldığımız mirasın, tepeden tırnağa sorgulanmasını istemek ve bu uğurda samimi bir çaba içerisinde olmak son derece önemli olmaktadır.