Şuanda 81 konuk çevrimiçi
BugünBugün3231
DünDün3402
Bu haftaBu hafta10955
Bu ayBu ay10955
ToplamToplam10479379
alın size tarih... PDF Yazdır e-Posta
Aycan Özkan tarafından yazıldı   
Çarşamba, 18 Ocak 2012 22:04


Dönemin Başbakanı, miting alanlarında bas bas bağırıyordu: Eşkiyayı dağda değil, şeh,rlerde arayın diye. Ecevit hükümeti devrilmiş, bilmem kaçıncı MC hükümeti kurulmuştu yeniden. Gerçi bu sefer ki hükümetin MC sinin bir bölümü dışarıdan destek veriyorlardı. Dönemin Başbakanı çok vefalı olsa gerek, miting yapılan her yerde milliyetçilerin! giremediği, yada etkinliklerinin kırıldığı, Devrimcilerin ve halkın iradesinin hakim olduğu bölgeleri, mahalleleri hedef gösteriyordu.

                 Bilenler bilir, aynı Başbakan; "Bana sağcılar cinayet işliyorlar dedirtemezsiniz" söylemini sıkça tekrarlıyordu. Ama cinayetlerin ardı arkası kesilmiyordu.

                Adana'daki mitingte de, Atatürk Parkı (orada Halkevi vardı, sonra bombalandı) Çukobirlik fabrikası ve Hürriyet Mahallesini hedef göstermişti. 

İzninizle biraz geri gidelim: Adana'nın merkezi bölgelerinin hemen hepsi faşist işgal altındaydı. Çöl ortasında bir vaha gibi olan, belediyenin yan tarafındaki çay bahçesi dışında bir yer yoktu devrimcilerin gidebileceği. Uzun ve yoğun uğraşlar sonucu, önce Halkevi kurtarılmış, ve sonrasında da yine Atatürk Parkının içinde olan Akademi deki öğrencilerde rahat nefes alır olmuşlardı. Takip eden süreç içerisinde işgal altında olan Çukobirlikten faşistler atılmış, Hürriyet mahallesindeki mücadele devam ediyordu. Oradaki kırılma noktasını, faşistlerin yuvasının dağıtılması oluşturmuştu. 

                 O güne gelirsek, yani miting gününe dönersek; dönemin Başbakanı, nutkunu attıktan sonra, durumdan vazife çıkaranlar(!) (buna planlı bir hareket de diyebiliriz) ellerinde bayrak ve sopalarla, şimdi olmayan demir parmaklıkları aşarak ALLAH ALLAH nidalarıyla saldırıya geçtiler. Halkevinde oturup, kafa sayısı hesabı yaparak diğer gruplara söz hakkı tanımayanlar deyim yerindeyse araziye uyum sağlayıp kayıplara karıştılar.

                Orada bulunan iki genç (bunlar Acilciydiler) ve onlara sempati duyan Halkevinin çay ocağını işleten Kürt çaycı dışında herkes ama herkes kaçmıştı. Herhalde araziye nasıl uyuluru bilmediklerinden kaçanların tarafına değil, saldıranlara karşı yürümüşlerdi. 

                Bu konuyu burada kesiyorum. Acilcilerin, yaşamıın içerisinde bulunanları, yaşamdan dayanak alanları bu ve benzeri duruşları göstermeleri sıradanlaşmıştı.

                Bu tarih yazılmalıdır. Kangren olmuş, hatta kanserleşmiş koca bir kütlenin içindeki irin ve hastalıklı hücreler kirlenmemiş neşterlerle kazınmalı, kalmışsa eğer(ben kaldığına inanıyorum) temiz hastalığa direnen bölümü kurtarılmalıdır. Gelecekte bir şeyler olsun diye değil, ama gelecek diye bir şey kaldıysa geleceğe temiz bir şeyler kalsın diye.

                     

TEMİZ OLAN ve TEMİZ KALAN TARİHTEN BİR BÖLÜM

                Dönemin Başbakanının canhıraş feryatları yankı bulmuş, Asker ve polis ortaklığında büyük bir arama ve operasyon başlatılmıştı. Saydam Caddesinden başlayıp, Hürriyet Mahallesi ve sonrasındaki Yenibey Mahallesi ile Arap ve Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgeleri hedef alan bir operasyondu. 

                Helikopterlerin havadan desteğiyle, tam saha operasyonuydu. Abartısız dakikalar önce haber alınmıştı operasyondan. Düşünecek, planlama yapacak zamanları yoktu. Ya orayı terk edip gideceklerdi, belgeleri ve silahları geride bırakıp. Yada ulaşabildikleri yerlerdeki belge ve silahları alıp gidebilirlerse gideceklerdi. Çıkış yoksa zaten tam bir sokak çatışması olacaktı.

               Dört kişiydiler. Hürriyet Ortaokulunun yakınlarında buluştular. Her birinin elinde ağır olduğu birer çanta vardı. Tabi çantalar bond tipi çantalar değildi. Branda bezinden yapılmış torba demek daha doğru olur. Yürümeye başladılar, yürürlerken aralarında belirli mesafeler bırakarak. Amaçları hem topluca yürüyerek dikkati çekmemek, hemde eğer kıstırılma olursa birbirlerine hareket alanı bırakıp çatışmaya olanak sağlamaktı. 

                 Bu düşünceleri kendi aralarında konuşup planlamamışlardı. Sadece birbirlerinin gözlerine bakıp yürümüşlerdi. Ekibin başında o bölgeden teninin rengi esmer olduğundan Arap lakaplı arkadaşları yürüyordu. 

                Arama tarama yapanlar, kelimenin tam anlamıyla her yerdeydiler. Bütün sokaklara girilmiş, ev ev arama yapılıyordu. Dört kişi yürüyor ama her sokak başında biraz daha çembere alınıyorlardı. Tek şansları, arama ev ev yapıldığından arama yapanların hızının yavaş olmasıydı. Bir de tepelerinde dönen helikoptere görünmemek için arada bir sığındıkları saçak altlarıydı.

               Şu bahçelere bir ulaşabilselerdi, ne iyi olacaktı. Amaçları portakal yemek değildi. Çatışmak zorunda kalırlarsa hareket alanları daha genişti ve geri çekilirlerken birbirlerine daha iyi destek olurlardı. Bahçelere doğru yönelmişlerken, yaşlıca bir kadın kendi kendine konuşur gibi; Orası kapalı orası kapalı diyordu. Öndeki arkadaş birden durdu. Sokağın bitiminde bir boş alan vardı, hemen sonrasında portakal bahçelerinin sınırı başlıyordu. O hat boyunca askerler dizilmişti. Yaşlı kadın durumlarını anlamış ve  uyarmaya çalışmıştı onları. İlk gördükleri sokağa daldılar usulca. 

               Aralarındaki mesafeyi koruyorlardı. Telaşlı yada panik halleri yoktu. Kimsenin kendilerine vermediği bir görevin kutsal emanetlerini taşır bir halleri vardı. Yada işlerinden evlerine dönen işçilerde olabilirlerdi. Görüntü ne olursa olsun, dörtlü yoluna devam ediyordu. Dikine inen bütün sokaklar tutulmuş, yürüyenler sokakları kesen bağlantı yollarında yol alıyorlardı. Mahallelerin sonuna gelinmiş, seyrek ağaçlıklı bir alana çıkmışlardı. 

              Arama yapanlar oralara gelmemişlerdi daha. Bu iyiye işaretti. Ancak helikopter hala havada dönüp duruyordu. Sesi de yaklaşıyordu. Adımlarını hızlandırdılar. Hemen ileride top oynayan gençler vardı. Futbol sahası haline getirilen bir tarlada kıyasıya maç vardı.  Helikopter yetişmeden onlar sahaya ulaştılar. Ellerindeki torbaları bacaklarının arasında gizleyip oturup maçı seyre daldılar. Helikopter başlarının üzerinde dünüp durdu bir süre. İçlerinden biri gülerek; şunu indireyim mi? diye sordu. Yanında oturan; Daha değil, diye cevapladı. biraz daha dolanırsa, alçalırsa birlikte ateş ederiz. Hiç olmazsa bir helikopter düşürür öyle gideriz!

            Birlikte giderizin anlamının mecazi olduğunu söylemeye gerek var mı? Silah seslerini duyan diğerlerinin  ölüm kusacağından şüphe yok.

            Çok geçmeden helikopterdekiler, orada bulunanların masum(!) olduklarının kanaatine varmış olacaklar ki, başka alanlara yöneldiler. Yine de fazla zaman ve şansları yoktu. Hızlı hareket etmek zorundaydılar. Ama nereye? İleride gördükleri evlere yöneldiler. Sonraları Dağlıoğlu ve Gülbahçesi olarak adlandırılacak bölgeydi yöneldikleri yerleşim alanı. Arap lakaplı arkadaşları o bölgede oturan bir tanıdığı olduğunu hatırladı.Siyasi yönü olmasa da yardımcı olabileceğini söyleyince Arap'ın rehberliğinde evi buldular. Tanıdığı evdeydi. Arap, durumu kısaca izah etti. Akşam babası gelmeden gelip alırlarsa neden olmasın diye cevapladı.

              Bu hikaye devam edecek. Sonrasında yaşamın içerisinde rastlayabileceğimiz yada rastladığımız komik ve aynı zamanda halkımızı tanımak açısından, fedakarlık, yiğitlik öğeleri taşıyan durumlar içeriyor.

              Şunu eklemek zorunluluğu hissediyorum: O dönemin bütün örgütlerinde mücadeleye inanmış, devrim ve sosyalizm uğruna her alanda uğraş verenler varken, kimileri bulundukları alanlarda yan gelip yatmasalar da günümüz moda deyimiyle "mış" gibi yapıp geçinip gittiler. Ve bu kimilerinin içinden kimileri "Ahir zaman peygamberleri"gibi ortaya çıkıp Türkiye devrim mücadelesinin bel kemiği kendileriymişcesine yaşamlarını anlatıp ölümsüzlüğe adım atmak isterlerken, kimilerinin bir başka kimileri; Romalılar döneminde doğduğu toprakların İmparatoriçesine ağıtlar yakıp, utanmasa onu devrim mücadelesinin temeline oturtacak. Ve bu şahsiyet elindeki devrimci kanının temizleneceğini sanıyor herhalde…

              Yukarıda söylediğim gibi, bu hikaye devam edecek…