Şuanda 442 konuk çevrimiçi
BugünBugün3431
DünDün3402
Bu haftaBu hafta11155
Bu ayBu ay11155
ToplamToplam10479579
kapitalizm nereye? fantezi ve gerçek (6) PDF Yazdır e-Posta
İdris Köylü tarafından yazıldı   
Pazar, 29 Ocak 2012 19:02


Kitle dergisinin bundan önceki sayılarında tartıştığımız, küresel kapitalizmin bunalım ve krizinin “tedavisinin artık mümkün olmadığına” ilişkin tespitleri doğrulayan gerek ekonomik ve politik, gerekse siyasal ve kültürel yeni gelişmeler birbirini izlerken, mevcut durumu sınıfsal dinamiklerinden kopararak, sınıflar üstü gevezeliklerle açıklamaya çalışan küçük burjuva aydınların olaylar karşısındaki şaşkınlığının da belirgin biçimde artmış olduğu gözlenmektedir.  20. yüzyılın son çeyreğine kadar kırk-elli yılda bir gözlenen krizlerin devresel aralıkları, değil yıllara neredeyse birkaç ayda bir tekrarlanır olmuştur. Bir sonraki kriz bir öncekini daha da derinleştirmektedir. Kapitalizm, kaçınılmaz sonuna doğru eğik düzlemde kaymaya başlamıştır. Kapitalizmin ölümcül hastalığı bir sonraki gün bir önceki güne göre daha da ağırlaşmaktadır ve bu olgu toplumsal yaşamın bütün alanlarında alenen gözlenmektedir. İşte tam da bu noktada sınıf mücadelesinin örgütlenmesine ilişkin tespitler işçi sınıfı devrimcileri ile küçük burjuva devrimcilerinin sorunlara yaklaşımının arasındaki temel farkı da ortaya koyacaktır. İçinde bulunduğumuz mevcut durumun doğru kavranması açısından Türkiye devrimci hareketinin “kitlesellik” kazandığı 12 Eylül öncesindeki devrimci hareket içindeki tartışmaların “farklılığı”nın emperyalizmin tahlilindeki farklılık olduğu açıktır. Kapitalizmin içinde bulunduğu durumun tahlili öyle ki sınıf mücadelesinin bütün normlarını belirleyecektir. Örgütlenme anlayışı, mücadelenin araçları, ittifaklar sorunu bu tahlile göre belirlenecektir. Şu noktanın altı çizilmelidir. O dönemde emperyalizmin tahlilinde, giderek mücadele ve örgüt anlayışında ortaya çıkan farklılık, kapitalizmin klasik işleyişini geride bırakıp daha küresel çapta daha bir bütünleşmeye yönelişinin, bu “bütünleşme ve küresel yönelimin” krizleri de ağırlaştırdığının ve bununun sonuçlarının çalışma biçimini belirlediğinin doğru kavranamayışıdır. Tartışmalarda fırtınada bu noktada kopmuştur zaten. Kapitalizmin klasik işleyişini geride bırakıp küreselleşmeye yönelmesine ilişkin tespitler öyle ki, bu tespiti yapanlar sanki emperyalizmin çelişkilerinin ortadan kalktığını söylüyorlarmışçasına “anlamaktan uzak adeta”  suçlanmışlardır. Şimdi bir başka başlık daha açılmalıdır. Örneğin AB o dönemde birliği oluşturan ülkelerin bazı alanlarda, özellikle ekonomik alanlarda- işbirliği yapmalarından öteye bir anlam kazanmamıştı. Ulusal kurtuluş savaşlarıyla siyasi bağımsızlıklarını elde eden ülkeler yeni sömürgecilik çemberine alınmış, ülkedeki iktidar emperyalistler ve işbirlikçi hakim sınıflar eliyle ve genellikle ya askeri diktatörlükler ya da faşizm ile yönetilmektedir. Bunların hepsi doğru ancak, kapitalizmin küreselleşmesi olgusu bugünden yarına hemen biçimlenerek gerçekliğe dönüşen bir olgu değildir ve gerekli süreç başlamıştır. Bu tahlillerin yapıldığı dönemde kapitalizmin küreselleşmesinin hemencecik gerçekliğe dönüşmemesi, emperyalizmin işleyişindeki değişikliğe ve bu değişikliğin mücadele biçimlerini belirleyeceği gerçeğine göz yummak değildir. Tersine, bu gelişmeler doğru izlendiği sürece, gelişmelere uygun mücadele ve örgütlenme biçimleri de doğru biçimde kavranacaktır. Kapitalizmin kendi içinde klasik dönem çelişkilerini arayan ve hatta devrim umudunu emperyalistler arası bir savaşa bağlayan devrimci grupların yanılgılarını temeli de budur. Yirminci yüzyılın son çeyreği bu gelişmelerin adeta biçimlendiği, gidişatın gözle görülür duruma geldiği ve topluma dayatıldığı dönemdir. Küreselleşme, ilk dönemler itibariyle izafi başarılar elde etmiştir. Gerek sistem olarak/Sovyetler ve sosyalist sistem/ gerekse kapalı ekonomileri yıkarak / geri bıraktırılmış ülkeler/ kapitalizmin ihtiyacı olan daha geniş ve evrensel pazarların elde edilmesini sağlamıştır. Avrupa kapitalizmi AB eliyle dar alanda ekonomik ilişkiler ağı olmaktan çıkmış, siyasi, ekonomik ve kültürel bütünleşmeye adım atmıştır. Sistemin merkez ülkeleri dışında kalan ülkeler küresel kapitalizmin ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yeniden organize edilmeye, açık pazar haline getirilmeye başlanmıştır. Kısaca, 20.yüzyılın son çeyreğinde uç vermeye başlayan kapitalizmin işleyişinde meydana gelen değişiklikler, bu gün küresel kapitalizm olarak adlandırılan olgudur. Buradan gelmeye çalıştığımız nokta şudur: 12 Eylül öncesi devrimci hareketlerin tartıştığı kavramlardan biri de- ki bizce en önemlisidir- “Suni denge” olgusudur. Kısaca, kapitalizm tarihsel ömrünü tamamladığı ve yaşanılan yüzyılın proletarya devrimleri çağı olmasına karşın sistemin hala ayakta durması, kitleleri siyasi ve ideolojik olarak yedekleyebilmesinin sebebi nedir?. Bu dönemin devrimcileri bu sorunun yanıtını aramışlardır. Evet, sistem tarihsel olarak ömrünü tamamlamıştır, ancak sınıfsal örgütlenmenin düzeyine paralel olarak kitlelerin siyasal bilinçlerinin sınıf bilincine erişmemesi nedeniyle burjuvazi bu boşluğu kitlelere kendi ideolojik ve siyasi iradesini dayatarak doldurmuştur. Sistemin iç çelişkilerinin bunca artmasına, açlık ve yoksulluğun kol gezmesine karşın kitlelerin siyasal tercihleri nasıl oluyordu da yine sistemin kendisi oluyordu?.. Hatta öyle ki, bunca yoksulluğun üstüne üstlük, özellikle yeni sömürge ülkelerde gerek askeri diktatörlükler gerekse açık faşizm gibi yönetimler emperyalist/kapitalistler eliyle ikame edilmesine, toplu katliamlar, işkenceler, tutuklamalar ayyuka çıkmasına rağmen, açık karşı devrimci zor yüzünü nasıl gizleyebiliyor?  Acaba, kitlelerin daha bir yoksullaşması, burjuvazinin daha bir saldırganlaşması kitlelerin gözünü açar da burjuvaziye karşı cepheden bir sınıf savaşının gerekçesini de oluşturabilir miydi?... “Suni denge” analizinin vardığı sonuç ve bu soruya verdiği cevap “evet” olmaktan uzaktı ve kitleler üzerindeki burjuva ideolojisi sökülüp atılmadan ve kitleselleşmiş bir sınıf partisi öncülüğünde işçi sınıfının iktidara alternatif olabileceği anlatılmadan, pratik mücadele içinde bizzat sınıf örgütünün örgütlü mücadelesi ile bu olgu kitlelerce anlaşılmadan bu olanaksızdır. Ancak, sözü geçen dönem, kapitalizmin adı geçen ilişkilerinin uç vermeye başladı ve henüz çıplak gözle görülemeyen bir dönemdir ve kapitalizmin işleyişindeki aşamaların kavranamaması nedeniyle bu kavram adeta “bu da nereden çıktı” aymazlığı ile karşılanacaktır. Düşünmek ve tartışmak yerine, kolaycalığı seçip reddetmek… Yani, tam da bize özgü bir aymazlık…

Şimdi sorun şu: Burjuva istatistikler bile bu gün yerkürenin beşte ikisin resmen aç, üçte birinin yoksulluk sınırı altında yaşadığını açıkça ortaya koyarken, dizginlenemeyen kapitalist üretim biçiminin insanı ve doğayı yok sayan pervasızlığı alıp başını giderken, solunan hava, içilen su zehirlenirken, merkez kapitalist ülkelerde bile çalışan kesimlerin ve sistemin dışında kalan yığınların yaşam standartları durmaksızın düşerken, baskı yasaları sadece çevre/bağımlı ülkelerde değil,  Kapitalizmin egemenliğinin sürdüğü bütün ülkelerde hayatı kasıp kavururken, burjuva iktidarların hala ayakta kalması, sistemin aynı saldırganlıkla yoluna devam etmesi nasıl açıklanacaktır.? Satır başlarıyla sayılan olgular burjuvazinin kitlelerden siyasal tecridini sağlamsı gerekirken, sürece kapitalizme siyasal entegre oluş damgasını vurmuştur. Avrupa’da, burjuvazinin baskı ve sosyal-siyasal kısıtlamalarının, işsizliğin artmasının, çevre kirliliğinin devasa boyutlara ulaşmasının kitlesel tepkiyle karşılanması gerekirken, faşizmin yükselişe geçmesi bir tesadüf olmayıp, ancak burjuvazinin kendi dünya görüşü, yaşam biçimi, kültürü, politikası, sanatı v.b ile “sisteme uygun insan tipini” yaratmasıyla mümkün olabilmiştir. Oysa burjuvazinin içinde bulunduğu bu açmazların kitlelerde “sollaşma sürecini” hızlandırması beklenirken, tersine bu faktörler ırkçılığı, yabancı düşmanlığını kitleselleştirmektedir. Bunun bir açıklaması olmalıdır. Tarihsel gelişime biraz daha geniş açıdan bakıldığında 1. paylaşım savaşının kapitalistler arasındaki çelişkiyi artırmasının, Avrupa’da faşizmin iktidar oluşunun ardından, 2. paylaşım savaşı sonrası kapitalist dünyanın kendi aralarındaki sorunları savaşa yol açmadan ve sistemin bir bütün olarak hareket etmesini sağlayıcı uluslar arası örgütlenmeler, (İMF;Dünya Bankası, Dünya Ticaret örgütü v.b) ortak ekonomik politik ve askeri paktlar ( Nato v.b) oluşturularak sistemin sömürü mekanizmasını yer küre ölçeğinde  sürdürmeye yönelmesi yeni bir işleyişin de ipuçlarını vermektedir. 2. Paylaşım savaşının sona ermesiyle birlikte Avrupada Sosyal demokrat iktidarlar egemenliği başlayacaktır. Kapitalizm iç tüketime yönelik üretime yönelecek, kitlelerin yaşam seviyeleri nispeten yükselecektir. Bununla birlikte burjuvazinin bu yönelimi katı bir anti-komünizmi beraberinde getirecek, ABD doğrudan Mc Carty soruşturma komisyonlarıyla komünistleri, sosyalistleri hedef alırken Avrupa işçi sınıfı iktidarını hedefleyen Marksist-Leninist partileri ideolojik deformasyona uğratacak, bu partilerin adları yine Sosyalist-Komünist partiler olarak kalacak ama ideolojik olarak içini boşaltacak ve kendi iktidarının payandası yapacaktır. Avrupa Komünist partileri utana sıkıla Marksizmin şurasından, Leninizmin burasından çekiştirerek partiyi sınıf partisi olmaktan uzaklaştıracak, Stalini cellat ilan edecek, Castroya tepeden bakacak, Che’yi hayalperest bulacak ve gönül rahatlığı ile burjuvazinin huzuruna “kabul görmeye” görücüye çıkacaktır. Bütün bu tespitlerin amacı artık küreselleşen kapitalizm koşullarında suni dengeye yeniden dönmek-burjuvazinin yönetme silahı- ve bu silahı burjuvazinin elinde patlatacak olan sınıf mücadelesinin “olmazsa olmaz”ı sınıf partisinin inşasına yönelik tartışmalara devam etmektir.

Son Güncelleme: Pazar, 29 Ocak 2012 20:31