Şuanda 317 konuk çevrimiçi
BugünBugün3364
DünDün3402
Bu haftaBu hafta11088
Bu ayBu ay11088
ToplamToplam10479512
40 yıllık devrimci yaşamımın muhasebesi (24) PDF Yazdır e-Posta
İrfan Dayıoğlu tarafından yazıldı   
Pazartesi, 02 Nisan 2012 18:09


12 Eylül sonrası büyük bölümü cezaevlerine  düşen devrimcilerin önemli bir kesimi de yurtdışına çıkmıştı. Avrupa ve ortadoğu alanında on  binlerle ifade edilen bir  sayıya ulaşılmıştı.  Ben de yurtdışına çıkanlardan biri idim.  Hem de 12 Eylül 80 darbesinden bir yıl önce çıkan ilklerdendim. Bugün yıllarca hapishanelerde yaşamış yoldaşlar tarafından bizlerin,  ilk fırsatta kapağı yurtdışına atmış devrim kaçkını olarak adlandırıldığımızı biliyorum.  Ancak o yoldaşlar da biliyorlar ki, o günkü örgütlenme düzeyimizle benim gibi yüz kişi daha olsaydı da, sonuç ya cezaevi yada mezarlık olacaktı. Elbette süren bir mücadeleyi bırakıp gitmek, geride uğruna ölümlere gittiğin yoldaşlarını bırakıp gitmek hiç te kolay değil. Onu yaşayan bilir, yarattığı travmaları, suçluluk psikolojisini vs. Bilenlerdenim.

Nitekim böyle olduğu içindir ki, geldiğim Avrupa sahasında ilk işim örgütümüzün yarattığı sempatiyi örgütlemek olmuştur. Bunu da belirli oranda sağladığımı söyleyebilirim.  Ülkedeki yoldaşlarımın bilgisi  ve onayı ile çıkmıştım. Yani görevli olarak gelmiştim. Gelişimin hemen ertesinde bu alandaki HDÖ’lü yoldaşlarla ilişkiye geçtim, sonra Acilciler  adına Hanna Yoldaş ile buluşarak  Avrupayı karış karış dolaştık.  Bunları eski yazılarımda yazdığım için geçiyorum. Demek istediğim, kaçkınlık, ihanet, korkaklık gibi ucuz suçlamalardan kurtularak, 12 Eylül yenilgisinin esas nedenlerine inmek gerekir, neden darbe öncesi devrimci sempatisinin olmadığı köy bile kalmamışken, direneceğiz, kazanacağız, faşizmi ezeceği sloganları dilden dile dolaşırken, bireysel bazı kahramanlıklar hariç, solun hiçbir örgütlenmesi ciddi bir direniş gösteremedi, direnişi bırakalım, bir yürüyüş bile tertip edemediler. Sorgulanması gereken budur. Sol  hareket en radikalinden, en pasifistine kadar büyük bir bozgunu yaşıyordu, artık gemisini kurtaran kaptandırı geçmiş, canını kurtaran kahramandır noktasına gelmiştik.  Büyük devrimci yol örgütleri darmadağınıktı, TKPli sendikacılar kendileri gidip teslim oluyorlardı.  Diğer küçük kadro örgütleri militanları ise tek başlarına güvenliklerini sağlamanın telaşına düşmüşlerdi. Bu manzarada olanakları olanlar, akrabası, arkadaşı vasıtasıyla yurtdışına çıkıyorlardı.

Çıkmayıp da ne yapsaydılar? Hangi olanaklarla eylemleri sürdüreceklerdi?  Bu soruları sormadan  ve cevap olamadan ucuz yakıştırmalarla, sahte kahramanlık hikayeleri anlatarak ne kadar gerçeğin üzeri örtülebilir?  Ne  kadar geleceğe cevap olunabilir?   Bu son 40 yıllık mücadele sürecinin içinde yer almış olanlar  bu iç muhasebelerini sansürsüz yaparak   yenilgimizin gerçek nedenlerine cevap olabilirler, her devrimci birey hesaplaşmaya ilk önce kendi ile başlamalıdır, sonra kendi içinde yer aldığı örgütlenme ile devam etmelidir.  Bu özeleştiri süreçleri bütünleştirilerek, geleceğin ortak örgütlenmesi yaratılabilir. Yoksa  kurulacak her ortak örgüt, eski sol örgütlenmelerin kötü bir kopyası ve bir hizipler koolisyonundan öteye gidemez ve tıpkı bugünün CHP’si gibi gücünü içerde iktidar olma kavgasına ayırdığı için, ülkede iktidar olma alternatifi asla olamaz.

Bende 1990’larla birlikte eski örgütlerin bir araya gelerek kuracakları bir ortak örgütlenmenin yukarıda saydığım iç muhasebesini yapmadan, yenilginin nedenlerine eğilmeden oluşamayacağına inandığım için, geçen yazımda belirttiğim gibi, tek tek değişik örgütlenmelerden gelen, devrime ve sosyalizme inanmış, geçmiş pratiklerinde kendisini ispatlamış bireyler ile işe başlanarak, yeni bir örgütlenmeye gidilebileceğine inanıyordum. Ancak yaşadığımız bu iki-üç yıl süren bu deneyim de, bilinen nedenlerden dolayı başarısızlığa uğramıştı. 

Benim için artık tek bir yol kalıyordu. Mensubu olduğum Kürt halkının mücadelesine en alttan başlayarak katılmak ve gücüm, yeteneklerim ve olanaklarım ölçüsünde destek olmaktı. Türkiye’de  demokratik ve devrimci bir dönüşümü sağlayacak olan en dinamik gücün yükselen Kürt Özgürlük Hareketi olduğuna inanmıştım ve bu inancım bugün güçlenerek sürmektedir. 

Gazetecilik ve makale yazarlığı yanında, bir de atalarımın inancı olan Alevilerin ezilmişliği, dışlanmışlığı  ilgi alanım olmuştu.  Biz Aleviler kimiz? Nereden geldik nereye gidiyoruz?  Bugün toplumun neresindeyiz?  Sorularını kendime sorarak, bu soruların cevaplarını bulmak için en çok bu konudaki kaynakları incelemeye, çıkan kitapları okumaya ve yorumlamaya çalıştım.  Alevilik üzerine okumalarımı ilerlettiğimde,  Türkiye’de Alevilerle ve Alevilikle ne kadar çok oynandığını, bu inancın kendi köklerinden koparılarak nasıl İslamize edildiğini hayretle gördüm.  Her yazarın kendine göre bir alevilik tanımı vardı, her sol örgütün, her sağ örgütün de kendine göre bir alevilik tanımı vardı. Olmayan tek şey Alevi inanç topluluğunun kendisini ifade ettiği bir ortak tanımı olmadığıydı.  Klasik bir tanımlama vardı solda Anadolu Aleviliği tanımı, İslamın ilerici yorumu deniyor, Ali yandaşlığı deniyor, İslamın özü deniyor ama hiç bir alevinin inanç ritüelinde İslamın İ’sini olmadığı gerçeğine hiç değinilmiyordu.

Ben bu konuda kendime en yakın bulduğum Kürdistanlı Alevilerin Avrupa örgütlenmesi ile ilişkiye girerek örgütlü yaşama yeniden döndüm. Bu yapıda da Alevilik tanımı üzerine ortak bir anlayış birliği yoktu. Ancak bir tartışma özgürlüğü vardı ve herkes görüşlerini sansürsüz bir biçimde dile getiriyordu. 1996 yılında Almanya’da yapılan Kürdistan Aleviler Birliği 1. Kongresinde bu kurumun Yürütme kurulu üyeliğine seçildim.  Pariste İlk Kürt Alevi Kültür Merkezi kurucularından oldum.   O dönem Avrupada çıkan Zülfikar Dergisinde düzenli olarak  yazmaktaydım.  Avrupa çapında yaptığımız  seminerlere katılıyordum. Bu arada okumalarım devam ediyordu.  Artık Aleviliğe bakışım netleşmişti.  Kürt Alevi aydınlarından en çok Mehmet Bayrak’ın bakışını objektif görüyordum. Diğer Kürt Alevi aydınları olaya ideolojik bakıyorlardı.  Tartışmalarımız Alevilik İslam içi mi? İslam dışı mı?  Dar bakış alanına sıkışmıştı.  Ben ve bir grup arkadaş ise bu bakışlardan farklı olarak tartışmanın bu dar alana hapsedilmemesi gerektiğini, Aleviliğin kendi öncülü inançlardan etkilendiğini ve kendi ardıllarını ve zamandaşlarını da etkilediğini söylüyorduk.  Alevilik ve Bektaşiliği bir ve aynı görmüyorduk.  Kürt Aleviliği, Türkmen Aleviliği, Arap ve Balkan Aleviliği’nin ortaklaştığı yönlerinin yanında farklı yönlerinin de olduğunun farkına varmıştık.  Her inancın mensubu olunan etnisiteden dolayı farklılaştığı genel doğrusundan hareketle  bölgemizde de Aleviliğin genel tanımının yanında, tek tek etnik topluluklara göre de  bir tanımı vardır. Örneğin Arap Aleviliği daha çok İslam’dan etkilenmiştir. Kürt Aleviliği Zerdüştlükten çok etkilenmiştir, Türk Aleviliği ise Şamanizmden etkilenmiştir.  Ama bunun yanında bugün bölge Aleviliğinin ortak bir tanımı da vardır ve öz inanç aynıdır.

Kürt Alevi aydınlarının bir kısmı Aleviliği eski kürt inancı Zerdüştlüğün yaşayan hali olarak tanımlarken. Türk Kökenli bazı aydınlar ise şamanizme bağlıyordu.  Bu iki anlayış  aslında madalyonun iki yüzü olan Türk ve kürt milliyetçiliğini içinde barındırıyordu.  İkinci olarak her iki cepheden birçok aydın ise Aleviliği İslamın Özü, Ali yandaşlığı vs diyerek adlandıran İslam içinde Asimile etmeye çalışan özde ümmetçi anlayışı savunuyordu. Her ikiside Arap uluslaşması ile uzak yakın bağı olmayan Kürt ve Türk Alevilerini Muhammedin Ehli-Beyt’ine yani ailesine bağlayarak  ulusal kimlikleri inkara yöneliyordu. Bu iki uç anlayışta gerçeği izahta yetersiz kalıyor. Bunu bilmek için Alevilik üzerine çok okumayı bile gerektirmiyor.  Birincisi bizim topraklarımızdaki Kürt ve Tükmen Alevilerinin, yine Balkanlardaki Bektaşi ve Alevilerin ırk olarak  Araplar ile uzak yakın bir bağı yoktur. Yine Alevilerin inanç ritüelleri ve ibadet yerlerinin (Cemevlerinin) islamda hiç yeri yoktur. 

Aleviler oruç tutmaz, namaz kılmaz, hacca gitmez, camiye gitmez, zekat vermez vs.  Nasıl bir Müslümandır bu?  Yine Aleviler İslamda haram olan içkiyi dem sayar, ibadetinde dem alır, Ateşi ve güneşi kutsal sayar, güneşe karşı kadınlı erkekli semah yürür,  İslam’da katledilmeyi gerektiren bir suçu işler, Allaha şirk koşar,  Enel Hak (Ben tanrıyım yada ben tanrıyı kendimde buldum demek olan) der.  Bu nasıl İslamın özüdür?  Ve işin en önemli yanı da Alevilik ritüelleri daha çok Kitaplı dinler öncesi bölgemizde var olan ve tanrıyı gökyüzünde değil, yeryüzünde arayan doğal dinlerden almıştır, bu açıdan kökleri İslam öncesindedir. Ancak aynı zamanda ister bir arada yaşamaktan, ister İslamın bölgedeki egemenliği sonrası yaşadığı katliamlardan dolayı olsun, biçimsel olarak inancına İslami bir kılıf yaratmaya çalışmıştır. Ancak İslami görünüş içsel değil şekilseldir. İşte 12 İmamlar Kültüdür. Ali Kültüdür, Hüseyin sevgisidir vs. Ama ne camiye gidip namaz kılınmıştır, ne de oruç tutulup  hacca gidilmiştir.

Bu son saydıklarımız 12 Eylül 80 sonrası yapılmaya çalışılmıştır. Türk alevilerinin bir kısmı oruç tutar hale getirilmiş ve camilere götürülmüştür. Asimilasyonun en katmerlisi bu dönemde olmuştur.  Benim ve benim gibi düşünenlerin:  Aleviliği ne İslamın ne de bir başka eski inancın kendisi olarak görmeyen, bunlardan etkilenmiş ve bunları da etkilemiş kendi başına bağımsız bir inanç olduğunu,  ileri olduğu kadar geri yanlarının da bulunduğunu, bütün öteki  inançlar gibi reforme edilmesi gerektiği, babadan oğula geçen dedelik kurumu eliyle günümüz Alevi toplumunun inancının yaşatılamayacağını,  Alevilerin de diğer inançlar gibi ibadet yerleri olması gerektiği, inanç önderleri yetiştirecek olan akademilerinin olması gerektiği savunan kesimin düşünceleri Alevi kurumlarında egemen anlayış olmaya başlamıştır. Bu konuda katkım olduğu için sevinçliyim. Ancak asıl tehlike bugünkü Alevi kurumlarımızın kitlelerin büyük kesimini hala örgütleyemediğidir. Alevilerin ezici çoğunluğu hala örgütsüzdür, hala kimliğini açıklamaktan korkar halde yaşıyor, büyük bir kesimi hala kendisini hakiki İslam olarak görmeye devam ediyor.

Neyse bunlar aslında başlı başına tartışma konularıdır.  Farklı platformlarda Alevilik ile ilgili görüşlerimi dile getiriyorum ve devam edeceğim. 1996  sonrasında içinde yer aldığım Alevi örgütlenmesinde en alttan başlayarak en üst düzeye kadar  Yürütme Kurulu başkanlığına kadar yükseldim, insan kararlı ve azimli olursa her yerde yönetici olabiliyor. 

Hayatımın hiç bir döneminde  görev seçmedim, görevler geldi beni buldu.  Yapabileceğim her işi yapmaya çalıştım,  yapamayacağımı anladığım noktada devretmesini bildim. Dün yöneticisi olduklarımın bugün yönetimi altında çalışmaktan onur duydum. Demek ki,  onların yetişip beni geçmesi için verdiğim emekler boşa gitmemiş. Böyle yaklaştım. Ancak kendilerini doğuştan lider görenler, görev teslimi günü geldiğinde koltuklarına yapıştıkları için ülkemiz toplumunun ilerlemesi  sancılı oluyor.  Mantar gibi türeyen örgütçüklerin asıl nedeni işte bu değişmez sözde önderlerin ısrarcı koltuk sevdalarıdır.  Yok sa paylaşılamayan nedir?  Cevabı var mı?  Yok tabi,  kişi dünyayı kendi etrafından ibaret gördüğü için, yaşanan değişimi göremiyor,  kendisine dokunduğun zaman hemen saldırıya geçiyor.  Siz kaçıp gittiniz, biz mücadeleye devam ettik diyor bazıları. Peki mücadelenin sonuçları nerde dediğinde dut yemiş bülbül oluyor. Çünkü o mücadeleye devam etmemiş,  o yaşamını sürdürmek için egemenler karşısında susmuş, dokunmayan yılan bin yaşasın demiştir.   Dünyanın küçüldüğünün farkında değil, kendini gizlediğini zan ediyor.  Ancak aradan 30 yıl geçse de, giydikleri sahte devrimci zırhlarını üzerlerinden çıkarıp atacak devrimcilerin birgün ortaya çıkacağını hesap etmeliydiler.

Engin Erkiner üç yılı aşkın bir süredir bir hesaplaşma içinde oldu. Sonra bu tartışmaya katılanlar çoğaldı, ben de bu tartışmanın son yarısında bulundum. Bir örgüt özelinde başlatılan bu hesaplaşmanın giderek solun genel hesaplaşmasına evrimleşmesinin belirtilerini görmekten mutluyum. Bunun için ben hesaplaşmaya önce kendim ile başladım.  Yıllarca susmanın doğru olmadığının bilincine vardım. Bildiklerimi bazı genel kaygıların(!) arkasına saklanarak saklamanın devrimcilik olmadığını pratikte öğrendim.  Bu tartışmada gördüm ki, hiç yakınında olmadığım yoldaşlarımla  yakınlaştığım gibi,  beni öve öve bir yere sığdıramayan eski yoldaşlarımın bir kısmı kişisel kaygılarından dolayı hızla yanımdan uzaklaştılar. Bunların devrime inanmayan  şarlatanlar olduğunu keşfetmiş oldum.  Geçmişte en sevdiğim yoldaşlarıma bile çuvaldızı batırmaktan çekinmedim. İnanıyorum ki, bu yoldaşlarım bugün bana çok kızmış olsalar da, yarın yeniden kucaklaşacaklardır.  Benim yapmak istediğim bu yoldaşlarımın devrim düşmanı, yoldaş katilleri ile yollarını ayırmasıydı. Bunda başarılı olduğuma inanıyorum.  

 

Not: gelecek yazıda kaldığımız yerden devam edeceğim, hem Alevilik üzerine çalışmalarımı değerlendireceğim, hemde solun genel hastalıklarına göndermeler yapacağım.