Şuanda 105 konuk çevrimiçi
BugünBugün3246
DünDün3402
Bu haftaBu hafta10970
Bu ayBu ay10970
ToplamToplam10479394
Miro'nun karnına kim bastı? PDF Yazdır e-Posta
Cahit Çelik tarafından yazıldı   
Cumartesi, 21 Nisan 2012 09:21


Alaattin Soylu "İki kişinin bildiği hiçbir şey sır değildir. Biri konuşmazsa, diğeri öter!.." diyordu.

 

Yüksel Eriş bloguna yazdığım ilk yazıda, "Şimdi biz ne yapmış olduk?.." başlıklı yazının sondan 11'inci pragrafında, "Ocak 1980'den bu yana hiçbir örgütün sempatizanı bile değildim, etliye sütlüye acıya tatlıya karışmazdım, eğrisi doğrusu bir yana kendi halinde bir öğretmendim, bana nasıl kıydın be hey vicdansız merhametsiz Ali Fuat Çiler. İnsanlığın zerresi kalmışsa sende, bu ayıp sana bin yıl yeter." dedim. Hiç utanmadılar. Altı koldan bana saldırdılar.

 

Mürüvet Çiler kocasının "1976'dan 1986'ya kadar 10 yıl hapis yattığını" ve benim "Ali Fuat'ı başka biriyle karıştırdığımı" iddia etti. Ali Fuat "250.000 dolarlık tazminat davası açacağını" ve benimle "başka türlü de hesaplaşacağını" söyledi. Mihrac Ural "bir tokat yer yemez teslim olduğumu" keşfetti. Hasan Balcı "otuz küsür yıldır suya sabuna dokunmayan" biri olduğumu yazdı. Hüseyin Eriş, "korktuğumu" ve "pineklediğimi" anlattı. Mehmet Yavuz "mahkemede hesap soracağını" bildirdi ve benimle "konuşmak için" Mersin'den İstanbul'a hücum etti. Yani, "şarlatan kardeşler çetesi" beni gözüne kestirdi. 

 

"Hiçbir örgütün sempatizanı bile değilim!.." diyen birine, mercimek kadar beyni olanlar yaralayıcı karalayıcı söz söylemez ve bu kişiye "devrim yapma görevi" vermez. Hasso Hüsso Memo Miro ve Aliço ile Zeyna "yoldaş"ların Suriye'de çöreklenmiş "Acilciler" çetesi hariç!..

 

11 Ağustos 2009'da "TARİHTE BU GÜN: FKBDC LİBYA ÇALIŞMALARI" başlıklı yazıya "Ali Kasım (Mihrac Ural)" diye imza attıktan sonra, bir de "Ali Kasım, Mihrac Ural'ın Orta-doğu'da kullandığı kod adıdır." diye not düşen sersem tavuk, kabuksuz yumurta yumurtlamaya devam ediyor.

 

Mihrac Ural'a göre, "Acilciler örgütü toplu firar yapar!.."mış. 1980'de yapılan iki "toplu firar eylemi" başarılı olmanın kanıtlarıymış. Öyle ise, görelim bakalım işin aslı astarı ne imiş.

 

Birinci toplu firar eyleminin başında Engin Erkiner vardı. İkinci toplu firar eylemine katılanların içinde Mihrac Ural varmış. Bu iki firardan birincisi, 21 Nisan 1980'de yapıldı. İkincisi, birinci firardan üç ay sonra, 12 Eylül'den iki ay önce tezgahlandı. Birinci firarda 26 kişinin kaçtığını memlekette duymayan kalmadı. İkinci firarda 30 kişi kaçtığı halde, bunu yazan çizen duyan olmadı, sadece bir yerel gazete yedinci sayfada tırnak kadar haber yapmış. İşte buradan, ikinci "toplu firar eylemi"nin Acilciler teşkilatının işi olmadığı ortaya çıkmıştır. Daha doğrusu, bazı puştlar örtülü biçimde dışarı salınmıştır. Miro dışarı çıkar çıkmaz tabanları yağlamıştır. Suriye toprağına basar basmaz Türkiye tarafına nanik yapmıştır. 32 yıl oldu, Suriye'de yapmadığı pislik kalmamıştır.

 

21 Nisan 1980'de yapılan toplu firar olayı ile ilgili ayrıntılar yazıldı. Önceden belirlenmiş "kaçış planı"nın tam olarak uygulanmadığı, uygulama sırasında değişiklik yapıldığı, hiçbir aşamada grupçuluk yapılmadığı, firar sırasında ve sonrasında yaşananlar anlatıldı. Lakin, olayın asıl püf noktası, firarı kimin planladığı her defasında anlatım dışı kaldı. Firarı planlayan kişinin kim olduğu belli olmadı. "Üzümünü ye, bağını sorma!.." misali, Mihrac Ural olur olmaz her yerde hava bastı. Hiç bilmediği olaydan kendine aslan payı çıkardı. "Acilciler örgütü toplu firarlar yaparak başarısını kanıtladı!.." diye kabardı. Uyur gezer yoldaşlar palavraya inandı.

 

21 Nisan 1980'den bu yana 32 yıl geçti. İşte o Büyük Firar ile ilgili acı gerçeği açıklamanın vakti geldi. 

 

Büyük Firar'ın fikir babası şimdi bir roman kahramanı. Firar'la ilgili bilinmeyen şeyleri arkadaşına anlatmış, arkadaşı bu anlatımlardan bir roman yapmış. Bu romanı ben el yazmasından okudum. Her şeye rağmen, kuyruğu dik tutuyor. Hiç kimseden bir teşekkür bile beklemiyor.

 

Aralık 1979'da Günay Karaca beni armut sepetine koymasaydı, Sağmalcılar'da Engin Erkiner olmasaydı, 21 Nisan 1980 toplu firar olayı olmazdı. Planlamayı yapan kişi Acilci değildi. İbrahim Büyüker'e bir kaçış yolu önerdi. İbrahim Büyüker planın uygulanma koşullarını değerlendirdi. Uygulama gerçekleşince, kaçılmayacak hapisane olmadığı ve oligarşinin çürümüşlüğü ortaya çıktı. Firar edenler olayın sadece kendileriyle ilgili bölümünü öğrendi. Olayın özünü özetini açıklamak, bana kaldı.

 

1980"in Şubat ayı sonunda veya Mart başında biz Sağmalcılar'da iken, Alibeyköy'de belediye otobüsleri ile ilgili bir miting yapılmış, mitingde olaylar çıkmış, üç kişi yakalanmış, biri tutuklanmış, bu da bizim Vedat'mış. Engin Erkiner'in Ali Sönmez'in Günay Karaca'nın Haydar Yılmaz'ın bulunduğu koğuşa getirildi. Polis yumruğu çakmış gözünün üstüne, gözü morarmış kararmış, ama gözündeki gözlük kırılmamış. Tutuklanma maddesini sordum, bilmiyorum dedi. "Tevkif müzekkeresi vermediler mi?.." dedim. "Verdiler!.." dedi. "İşte orada yazar, ver bakayım!.." diye direttim. Verdi. Meğer benim Vedat diye bildiğim çocuğun adı Muzaffer Ünver imiş. Üstelik de asker kaçağı imiş. İnce yapılı bir çocuktu. Grup içinde yaptığım sorgulama herkesin gözünü açmış olmalıydı. Buna rağmen, Günay'la yakınlaşması gözümden kaçmadı.

 

Vedat'ı bana Hüseyin Eriş getirdi. Aynı konfeksiyon atölyesinde birlikte çalıştıklarını söyledi. Vedat'ın anası babası kimsesi yokmuş. Bekar olduğu için kiralık ev bulamıyormuş. Hüseyin'in sözlerine inandım. Vedat'a benim evime yakın bir ev kiraladım. Yatak yorgan tüp tencere tava bardak kaşık çay şeker tuz biber ne gerekliyse hepsini verdim. Kirasını ödemezse ben öderim, dedim. Altı ay boyunca kira ödememiş. Tahliye edildikten sonra bir daha o eve uğramamış. Ben tahliye olduktan sonra, ev sahibi bana geldi. Tam bir yıl oldu, bir kuruş almadım, dedi. Bir yıllık ev kirasını ödedim.

 

Sağmalcılar'da beni dört defa Savcı'ya götürdüler. İlk gidişimde Selimiye'deki savcı, "Ben seni istemedim!.." dedi. İkinci gidişimde "Yine mi geldin!.." dedi. Üçüncü gidişimde, "Ben istemeden bir daha gelmişsin, ifadeni alayım bari!.." dedi. 

 

Dördüncü defa savcılığa çağrıldığımda, Sultanahmet'e götürüldüm. Babamın verdiği dilekçeyi bana gösterdiler. "Poliste sana kim işkence yaptı?.." dediler. Cevap belli. "Gözlerim kapalıydı, kimseyi görmedim!..".

 

Sultanahmet'e götürülenler, Adliye binasının kuzey doğu köşesindeki bir büyük odaya konuluyor, kapı dışarıdan kilitleniyor. Duruşma sırası gelenler, girilen kapının karşı köşesindeki bir kapıdan çıkarılarak iki jandarma eşliğinde ilgili mahkemeye götürülüyor. Gidenler gelenler bir deftere yazılıyor. Gideni geleni deftere yazan jandarmanın arkasında karanlık ve kapısız bir bodrum kat var. Bodrum katın kapısı yok. Adliye binasına giren herkes, girişteki merdiven altına gidebilir. Merdiven altına giden, karşıdaki kapıyı ve geleni gideni yazan jandarmayı görebilir. Bodruma saklanmış bir iki kişi jandarmayı etkisiz hale getirebilir. Jandarma etkisiz hale getirilince, orada bulunan tutuklular teker teker veya üçer beşer adliye binasının içine gelir ve kapıdan çıkar gider. Yani, azcık destekle toplu firar olanağı var!..

 

Öyle ise, yapılacak iş, adli tutukluların yerine Sultanahmet Adliye Binası'na gitmek ve jandarmayı etkisiz hale getirdikten sonra elini kolunu sallaya sallaya birer ikişer kapıdan çıkıp tüymektir. Jandarmayı etkisiz hale getirmek için vurmak kırmak öldürmek gerekmez. Bayıltmak bağlamak bantlamak yeterlidir.

 

Sağmalcılar'a geldiğimde Muzaffer Ünver bana "İşler nasıl gidiyor?.." diye sordu. Ben de aynı ses tonuyla, "Benim işler kesat gidiyor. Senin casusluk işleri nasıl gidiyor?.." dedim. Muzaffer Ünver hemen Günay'ın yanına gitti. Başbaşa saatlerce konuştular. Gece yarısı Muzaffer Ünver tahliye oldu gitti. Her şey bir yana, asker kaçağı idi. Bir gece ansızın tahliye edilemezdi. İşte o gün Günay'dan kuşkulandım. "Günay böyle ise, Mihrac nasıldır?.." diye düşünmeye başladım.

 

TCK'nın yardım ve yataklık maddelerini bir daha okudum. İdamlık suç işlemiş kişiye bilerek isteyerek yardım ve yataklık etmenin cezası üç yıl hapis idi. Hapis cezası alırsam, öğretmenliğim biterdi. Ölçtüm biçtim tarttım indirdim bindirdim ve kararımı verdim.

 

İbrahim Büyüker'e "Bir yol daha var!.." dedim. "Söyle!.." dedi. "Ama üç şartım var. Birincisi, ne olursa olsun beni okumayacaksın. İkincisi, grupçuluk yapmayacaksın. Üçüncüsü, jandarmaya dokunmayacaksın!.."" dedim. Kabul etti. Namus sözü verdi. Nasıl kaçılacağını açıkladım. O saatten sonra, İbrahim Büyüker ile bir daha konuşmadım. Firar ettikten bir yıl sonra, İbrahim Büyüker yakalanmış, 17 kişi birlikte tutuklanmış. Beni okusaydı, ben de onlarla birlikte tutuklanırdım. Daha doğrusu, ben öyle sanıyordum.

 

Savcı'dan gelince Muzaffer'in casusluk faaliyetlerini öne çıkartmakla, mıntıka temizliği yaptım. Galiba iki hafta sonra da Büyük Firar gerçekleşti. Aynı gün, Günay bir komün toplantısı yaptı. Beni çağırmadılar. Alınan kararları bana bildirdiler. "Katılmadığım toplantının kararı beni bağlamaz!.." dedim ve komünden ayrıldım. Ama komüncü arkadaşlarla bağımı koparmadım. Tahliye olduğumda yol param yoktu, Şişko Cengiz cebime 20 lira koydu.

 

Haydar Yılmaz bu yazıyı okuduktan sonra, "Ben o zaman hastanedeydim. O yüzden, fıstık gibi fırsatı kaçırdım!..." diye üzülmesin. Her şey iki hafta önceden belliydi. Selimiye'de tartıştığımız ve ayrıştığımız o gecenin sabahında, Ali Sönmez bana sabun vermedi, sabunsuz banyo yaptım. Her şeyi unuttum, bunu unutmadım. Buna rağmen, Ali Sönmez'in kaçırılmasına engel olmadım. Haydar Yılmaz'ın kaçmasına da engel olmazdım. Daha doğrusu, İbrahim Büyüker'e "Şu gitsin, bu gitmesin!.." demedim. Gideceklerin kim olduğu ile ilgilenmedim. Firardan sonra, "Kimler gitmiş?.." diye merak etmedim. Amma ve lakin, Zeki Yumurtacı'nın da gidenler arasında olmasını çok isterdim. Firarın başarılı olduğunu öğrenince ne kadar sevindiysem, Zeki Yumurtacı'nın firar dışı kaldığını görünce o kadar üzüldüm. Beton bahçeye çıktığında bir sürü mıymıntı yılışık uyuz kedi arasında kafese konmuş kaplan yavrusu gibi duruyordu.

 

Selimiye'den Sağmalcılar'dan sonra mücadeleye tek başına devam ettim. İşte bu tek başınalığın verdiği rahatlıkla, ilköğretim çağı çocukları için, resim yapmayı öğreten boyama ürettim. Köleciliğe Karşı Sanat Eğitimi Programı yaptım. Ben resimle ilgilendiğim için, Resim Programı oldu. İyi bir müzik öğretmeni bunu hemen Müzik Programı haline dönüştürebilir. Programın püf noktası, sanat eğitimine tarih bilinci kazandırarak başlamaktır. Sınıf mücadelesi gözden kaçırılırsa, Sanat Tarihi diye bir şey olmaz. Elli yılda işte bu kadarcık minnacık bir şey öğrendim.

 

Ben bu kitapçıkları para kazanmak için yapmadım. Türkiye'nin en büyük üç beş yayıevinden biri "Hemen basarız!.." dedi, ben yanaşmadım. Amacım para kazanmak olsaydı bu fırsatı kaçırmazdım. Daha çok çocuğa ulaşmak istedim. Habertürk Hurriyet Milliyet Cumhuriyet Vatan Güneş Akşam Sabah Yeniçağ gazetelerine gittim, "Telif ücreti istemiyorum, bu boyama kitaplarını promosyon ürünü olarak verin!.." dedim, vermediler. Boyama Kitabı pazarını elinde tutan yayıncılara gittim, "Hiçbir telif ücreti istemem!.." dedim, onlar da ilgilenmediler.

 

Kitap basımı ile ilgili bilgi almak için, Kaynak Yayınlarına gittim. "Kaynak Yayınları adına bastır, yarısını bize ver, tanıtım için parasız dağıtalım, kalan yarısını da sen sat!.." dediler. "Bundan sizin ne kazancınız olacak?.." diye sordum. Kırk tane çocuk kitabı yayınlamışlar, benim boyama kitapları onlara ruh kazandıracakmış. Kırk tane ruhsuz kitap yayınlamışlar, ama o ruhsuz kitaplara ruh vermek için katkı yapmamı istiyorlar. "Peki ben ne kazanacağım?.." diye sordum. "Sen de saygınlık kazanacaksın!.." dediler.

 

"Benim saygınlığım bana yeter!.." dedim. Gittim kredi kartlarından para çektim, olabilecek en kaliteli basımı yaptırdım. Bu defa dağıtımcılar dağıtmadı, satıcılar satmadı. Okullara gittim, kimse benden bir takım kitap almadı. Dört yüz takım kadar kitabı parasız dağıttım. Yol parası bulamadığım için diğerlerini dağıtamadım. Bütün uğraşmalarıma rağmen iki yılda dört takım boyama kitabı satamadım.

 

Arkeoloji ve Sanat yayınları, "Biz satarız!.." dedi, cuma günü aldığı beş takım kitabı pazartesi günü geri verdi. Aşırı politikmiş. Ertuğrul Kürkçü'ye gittim, yerinde yokmuş, bir takım kitap bıraktım, randevu istedim, Mayıs 2010'dan bu yana ses soluk çıkmadı. Belediyeler, turşucudan kestaneciye simitçiden tesbihçiye kadar herkese seyyar satcılık yapma izni veriyorlar, kitap satışı için bana bir metre kare yer vermiyorlar.

 

Yüzden fazla köşe yazarına internet üzerinden mektup gönderdim bir taneciği bile dönüp bakmadı. Peki benim bu kitaplarda ne var? Güncel siyaset yok, beş bin yıllık Türkiye tarihi var. Türk adının anlamı var. Türk adının anlamını bir profesör açıklamaya çalışmış, ikincisi bunu açıklamış, üçüncüsü yok. Onların yaptığı açıklamayı, ben başka türlü ele aldım, daha doğru ve anlaşılır bir açıklama yaptım. Yaptığım çalışmayı görür görmez, Bilge Umar "Yeni bir kitap türü icad etmişsin!.." dedi.

 

Elimdeki boyama kitaplarının tamamını satarsam, iki takım birlikte alana üçüncü takım hediye olacağı için, bir takımı 50.- liradan 500 takım kitap 25.000.- lira eder. Bu paranın 5.000.- lirası posta parası olarak gider. Kalan 20.000.- lira ise, bu kitaplar nedeniyle emekli aylığıma konulan haciz bedeline denk düşer.

 

Akşam yemeğinden sonra bir de kavun karpuz yemişler. Uyku saati gelince oğlanı yatağa yatırmışlar. Kendileri de uykuya dalmışlar. Az sonra oğlan uyanmış. Karnım ağrıyor diye ağlamaya başlamış. Anası babası yataktan fırlamış. Oğlanı muayene etmişler. Babası, "Biri bunun karnına basmış!.." demiş. Anası kapıyı pencereyi yoklamış. Giren çıkan yok, kim bunun karnına basacak? Babası, "Çocuk yalan mı söylüyor?.." diye diretmiş. Anası, "Ben basmadım, öyle ise sen bastın!.." deyince tartışma başlamış. Baba çocuğu kucaklamış ve koşa koşa doktora götürmüş. Doktor muayene ettikten sonra, "Çişini yapar mısın yavrum?.." demiş. Tuvaletten sonra çocuğun karın ağrısı geçmiş. Anası babası çocuk çok sevinmiş. Hastalığını sormuşlar. "Çaresi var mı?.." demişler. Çocuğun hastalığı yokmuş. Sadece çiş yapmayı unutmuş. Bazı çocuklar çiş yapmayı unuturmuş. Miro'nun iş yapmayı unuttuğu gibi.

 

Devrimcinin görevi devrim yapmaktır. Devrim yapmak için deryada damla olmaktır. Yaptığı iş kadar konuşmaktır. Konuştuğu kadar iş yapmaktır. Yurduna yurttaşına sahip çıkmaktır. İnsanlık bahçesinde kırmızı gül olmaktır. Irkçı ayırımcı gerici yobaz bağnaz olanı ayıklamaktır. Mezardaki ölüyü rahat bırakmaktır. Ölüsevici puştlardan hesap sormaktır. Hasso'dan Hüsso'dan Memo'dan Miro'dan ve Aliço ile Zeyna'dan uzak durmaktır. 

 

Sözün özü özeti, 21 Nisan 1980 toplu firar olayı, Acilciler teşkilatının işi değildir. Planlamasını ben yaptım. Uygulanmasını, İbrahim Büyüker'e bıraktım. Engin Erkiner orada olmasaydı, kaçış yolunu hiç kimseye göstermezdim. Şimdi anladınız mı, bütün kapılar niçin bana kapalı imiş? Miro'nun karnına kim basmış?..