Şuanda 142 konuk çevrimiçi
BugünBugün3266
DünDün3402
Bu haftaBu hafta10990
Bu ayBu ay10990
ToplamToplam10479414
endişe (5) PDF Yazdır e-Posta
İdris Köylü tarafından yazıldı   
Salı, 05 Haziran 2012 17:33


Mevsim yaz olmasına yazdı ama havalar hiç de yaz havası değildi. Gündüz durmadan yağan yağmur akşama tatlı bir serinlik bırakırdı. Onunla sahil kenarında sarmaş dolaş yürürken birbirimize sımsıkı sarıldığımızı, ellerimin hep onun avuçlarında olduğunu, yarısını esintinin alıp götürdüğü yarı anlaşılır, yarı anlaşılmaz sözcüklerle kulağıma güzel şeyler fısıldadığını hayal eder, o anı yaşancasına gözlerimi kapatır öylece kala kalırdım. Onu görememenin dayanılmazlığı anlatılır gibi değildi. Küçük Esat caddesinden kestirme giderek Seyran Bağları yoluna sapıp Ankara TED Kolejinin önünden yurda yöneldim. Gerçi sık sık bu mıntıkanın faşistlerin işgalinde olduğunu, beni kendisiyle gören faşistlerin beni tanıyacağını saldırıya uğrayabileceğimi, buralarda asla dolaşmamam gerektiğini tembihlerdi ama… Sanki her gün el ele tutuşup gezintiye çıkıyorduk da faşistler beni tanıyacaklardı! Hepi topu yurtta yanına geldiğimde çay içerek ayaküstü sohbet etmeye bile fırsat bulmadan bir yerlere giderdi. Onu tanıdığım sürece hep bir yerlere gitti. Ne gündüzleri ne de geceleri sabit bir mekanı olmadığını hatırlıyorum. Her neyse, Kolejden yurda doğru yöneldiğimde Ankara Hukuktan Kızılay yönüne doğru sloganlar ve marşlar eşliğinde, giderek büyüyen kalabalık bir kitlenin geldiğini gördüm. Uzaktan “ Kahrolsun Faşizm” sloganları işitiliyordu. Kurtuluş Parkını arkama alıp kalabalığa doğru yürümeye başladım. Gözlerim onu arıyor. Kalabalıkla birbirimize epeyce yaklaştık. Hacettepe yönünden Kurtuluş Lisesi yönüne doğru nereden geldiklerini anlayamadığım sivil giyimli bir grupla resmi elbiseli polisler kalabalığa ateş etmeye başladılar. Herkes panik halinde kaçışıyor, ayağı kayanların, düşenlerin, ezilme tehlikesi geçirenlerin, özellikle kızların, vurulanların, canhıraş bağırtılar yeri göğü inletiyor. Kapaklandığım yerden başımı bile kaldıramadım. Kurşunlar vızır vızır geçiyor, acaba vuruldum mu diye elimi bacaklarımda, karnımda, kollarımda gezdirip iki de bir kan izi var mı diye her defasında elime, parmaklarıma bakıyorum. Kitle geri çekildikçe ateş edenler onlara doğru ilerliyor. Bulunduğum yerden uzaklaştılar. Korkuyla irkilerek ayağa kalkıp çatışma bölgesinin dışına, yurtlara doğru koşmaya başladım. Bir ara gözüme çarptı. Duvarı siper almış, bir yandan ateş edenlere karşılık veriyor, bir yandan arkadaşlarını ateş hattından çıkarmaya, kaçırmaya çalışıyor. Sonra gözden kaybettim. Acaba vuruldu mu, öldürdüler mi onu. Çıldıracağım galiba. Evet diyorum, öldürdüler onu. Onca ateşten nasıl kurtulabilirdi ki… Gözümün önüne cesedi geliyor. Alnından vurmuşlar. Yüzüne doğru incecik akan kan, boyunda yer yer kırmızı noktalar oluşturmuş gibi. Başka hiçbir yerinde bir kan izi yok. Yanına geliyorum. Yaklaşamıyorum polislerden. Ceplerini arıyorlar kimliğini kontrol etmek için. İçimden bağırmak geliyor, “dirisini teslim alamadınız, ölüsü de teslim olmayacak”. “Bulamayacaksınız diyorum, onun kimliğinde yazılı adı bütün arkadaşları, bütün yoldaşları, o tek bir kişi değil ki… Sırtüstü uzanmış, yatıyor sanki. Gözleri açık. Onun kendine has gülümseyişiyle bana bakıyor. Tanrım diyorum bu nasıl adalet, bu adalet sana mı ait? Bu mevsimde ölmek nasıl bir şey. “Haziranda ölmek zor”… Hasan Hüseyin’in bu dizesini okumuştu birkaç kez bana… Öldürüleceğini biliyordu da onun için mi bana bu dizeyi birkaç kez okumuştu.. İrkilerek kendime geldim. Evimizin olduğu sokağı epeyce geçmişim. Eve girdiğimde annem şaşkın şaşkın yüzüme baktı, “ne oldu dedi, sapsarı geçmişsin”. “Yine mi tartıştınız”. Ne diyorsun, kiminle der gibi yüzüne baktım. İçinde bulunduğum ruh halimin yüzüme yansıyan ifadesinden sözlümle tartıştığım sonucuna varmıştı annem. “Git başımdan” der gibi bir el işareti yapıp salona geçtim. Babam ve diğer kız kardeşim salondalar. Babam “yine çatışma çıkmış” dedi. Nefesimi tutup spikerin ağzından çıkan her kelimeyi anlamaya çalışıyorum. “ Çatışmada, içinde filanca üniversite öğrenci derneği başkanının da olduğu üç kişi öldürüldü”… O güne dek aramız hep mesafeli olan babamın boyuna sarıldım, ağlarken içim dışıma çıkacak. Aileden hiç kimse bir anlam veremiyor. Annem, Babam, kardeşim paniğe kapıldılar, ne yapacaklarını aşırdılar. “ Baba lütfen beni götür”…Babam şaşkın, anneme bakıyor, annem babamı sakinleştirmeye çalışıyor. “ Tamam, kızım götüreyim, nereye istersen”… “Baba lütfen savcıyı ara, emniyeti ara”. Babamın paniği artıyor, “ ne oldu kızım…kızım..kızım… Gerisini duymuyorum. Başımdaki bağrışmalar sadece bir ses uğultusundan ibaret. Yığılıp kalmışım babamın kucağına… Şimdi o sırt üstü uzanıp yatışı, yüzünden boynuna ince bir çizgi gibi akan kan, gülümser gibi bana bakışı daha net gözümde, öylesine canlı ki elimi uzatsam ona dokunabilirim. O yaşarken söyleyemediğim güzel şeyleri fısıltıyla söylesem duyacak gibi canlı. Doktorun tansiyon aletini koluma takmışlar, alnımda annemin ıslak bezi… Kendime geldiğimde herkes başımda… Babamı ilk kez bu kadar müşfik gördüm, sesisin sıcaklığını ilk kez bu kadar yakından hissettim. Başımı babamın göğsüne yasladım “ Ne oldu kızım” dedi. “Baba arkadaşımı öldürdüler”… Babamın sağcı bir partinin milletvekili olduğu, bu olaylarda hep solcuları suçladığı umurumda bile değildi. Babam sanki olayın faili imiş gibi irkilerek geri çekildi… Devem ettim. “İzlediğiniz haberlerde öldürülen benim arkadaşımdı”… Annem suratını asıp kaşlarını çattı. Olayı sanırım şimdi anlamıştı. Öldürülen arkadaşım annemin çantamda yakaladığı bildirileri bana veren arkadaşımdı ve anneme göre babamın bunu duyması bilmesi onun başını ağrıtacaktı. Babam pek kestiremediğim bir ruh haliyle “ şimdi öğreniriz” deyip telefonun bulunduğu koridora çıktı. On beş yirmi dakika sonra geldi. Cesetleri Hacettepe Hastanesi morguna kaldırmışlar dedi. Bunu söylerken bile kızının acısını yüreğinde taşıyan bir babaydı, o katı, çocuklarına mesafeli adam değildi o an. İstersen gidelim dedi. Babamın bu tavrına en çok annem şaşırdı. Üstümü başımı toplamak, saçımı başımı düzeltmek kimin aklına gelir, babam koluma girerek yürümeme yardım etti. Morgun kapısına geldiğimizde boğulduğumu hissettim, nefes alamıyorum. Kapı açılınca karşıma çıkacak, hayır ölüsü değil, kendisi. Sarılacak bana, “ seni endişelendirdim mi?”… Kapı açıldı, görevli tabutları çıkarıp bize gösteriyor… Bu değil, bu değil, bu değil… Görevli çatışma ölenler bunlar dedi, başka yok. Sanki başkalarının da olması gerekiyormuş gibi… Sevinçle üzüntü, heyecanla panik, şaşkınlıkla sakinlik bu kadar birbirine yakın mıydı, böylesine iç içe miydi, o anki duygularımı bu gün bile tanımlayamıyorum… Aile bireylerinin sık sık bazen açıkça bazen kapı aralığından, anahtar deliğinden beni izlemeleriyle sabah oldu… Bir ara babamın anneme “ sevgilisi miydi” dediğini duydum, annemin ne cevap verdiğini duymadım. Sabah erken saatte yurda geldiğimde onun yanında gördüğüm kızlar karşıladı beni… Uzaktan gelen bir misafire gösterilen itina ve özenle kolumdan tutup kantine götürdüler, birisi sandalye getirdi, birisi çay getirmek için koştu… Kimse konuşmuyordu… İçlerinden hafif tombul olan kız “ Baban milletvekiliymiş” … Sözünü kestim,  “arkadaşlarımızı Hacettepe hastanesinin morguna götürmüşler, gittik üçünün de tabunu açtılar ama o değil… Benden bir şeyler gizliyorlarmış gibi gözaltından birbirlerine bakıyorlardı, dayanamadım, “ bilmediğim bir şey mi var” dedim. Birisi söylesem mi söylemesem mi tereddüdüyle “ akşam haberlerde onun öldürüldüğü”… Başımdan gövdeme, gövdemden ayaklarıma doğru kanımın çekildiğini hissettim, dilim tuz yalamış gibi, ağzımın içinde dönmüyor. Sadece baş işaretiyle ve olanca inandırıcılığımla “ yok” dedim. “ Yok” derken inandığım için değil, inanmak istediğim için öyle söyledim. Başımı kaldırdığımda kızların üçü de fotoğrafta donmuş göz ifadesiyle kapıya bakıyorlar. Birsi ok gibi fırlayıp kapıya koştu, başımı çevirdiğimde kapıdan giren oydu. Bütün heyecanımı gizleyerek yanına koştum, boynuna atılmak için göğsüne kadar yaklaştım. Kendimi toparlayıp “merhaba” diyebildim… Gözümün önünden yıldırım hızıyla asfaltın ortasında alnından kan sızarak yatışı, bana bakarak gülümseyişi geçti gözlerimin önünden. Diğer iki kız da onu kucakladılar, “bizi çok korkuttun” dediler. Gözlerine bakıyordum, “ bir kucaklayabilsem onu”… Beklememiştim, geldi sarıldı bana… Fısıltıyla “ çok korktum” dedim, güldü.  Kızları neden çok korkuttuğunun hala farkında değildi ama ortada olağan olmayan bir durumun varlığı da kendini her halinden belli etmişti. Kızlar, “akşam haberlerinde senin çatışmada öldürüldüğün söylendi” dediler. Tedirgin oldu, “ben de bir şey yok, diğer arkadaşlardan haber var mı” dedi. “Gece hastaneye gittik babamla dedim, üç kişi vurulmuş”… “Kalkıyorum” dedi. Kızlar engel oldular gitmesine, polis onu arıyordu, orda yakalanabilirdi. Biz dört kız gittik, hastane tanıdığımız aile dostumuz bir doktordan ölenlerin kimliklerini öğrenip döndük. Ölenlerden biri onun çok yakın arkadaşıymış, kızlar söylediler. Bunu ona nasıl söyleyecektik, kimse bir şey demedi. Biz yurda geldiğimizde kantinde yoktu, Hukuk binasının arkasındaki tenha yerde sırtı bize dönük ayakta dikiliyordu. Yanına yaklaştıkça hıçkıra hıçkıra ağladığını gördüm. Ne demeliydim, nasıl teselli etmeliydim onu, kendimi öyle çaresiz hissettim ki… Onu tanıdıkça şaşırdım, çözmeye çalıştıkça ben kördüğüm oldum. Bir yanıyla sert, haşin, kendini beğenmiş, burnu havada biri. Öbür yanıyla öylesine hassas, öylesine kırılgan ki… Tesadüfen rast geldiğim birkaç çatışmada gördüm onu, sanki bir kaplandı, öyle çabuk hareket ederdi ki, onu izlerken kaybederdim. O gün o yıpratıcı, yorucu günün ikindisinde yurtlara geldik. Bağırıp çağırmaya başladım, “ya ölseydin” dedim. “Ne fark eder ki dedi, ölenlerde benim bir parçam”. Belki sıra bir gün bana da gelir”… Gözleri buğulanıyor, uzun bir sessizlik giriyor araya, ikimiz de konuşmuyoruz. Sessizliği bozan ben oluyorum.

—Görüştünüz mü hiç onunla?

Hayır diyor. Çevresinden tanıdığım bir iki kişiyle karşılaştık. İlk fırsatta onu sordum. Sağlığını, filan. Evlenmiş, bir oğlu varmış.

—Sizi görüştürebilirim

— Görüşmez ki diyor, görüşmek istemez. Ben onun savaştığı, nefret ettiği düzenin bankasında üst düzey yöneticiyim, üstelik bunu ben istedim, kendim teslim oldum. Keşke hayatı otuz küsur yıl geriye götürebilseydim, bu kirliliğin içinde bulmazdım kendimi…