Şuanda 389 konuk çevrimiçi
BugünBugün3402
DünDün3402
Bu haftaBu hafta11126
Bu ayBu ay11126
ToplamToplam10479550
endişe (8) PDF Yazdır e-Posta
İdris Köylü tarafından yazıldı   
Çarşamba, 05 Eylül 2012 17:15


 “Neyin felsefesiyle uğraştığının, neyin çözümlemesini yaptığının sen bile farkında değilsin, öyle olsa şurada bu konuyu konuşmamızın, tartışmamızın bir yararı olmadığını bilir, nefes tüketmezdim. Söylenenleri tekrarlamaktan, dahası söyleyenlerin niyetini gizlemekten başka ne işe yarıyor bu saçmalıkların, günü mü kurtarıyorsun, yoksa gözüne girmek istediğin birileri mi var”.

Önemli şeyler söylediğine öylesine inanmıştı ki, konuşurken adeta kendinden geçiyordu. Şimdiye değin bu konuyu konuştuğu kişiler ağzı açık onu dinlemişler, taltif etmişler, yüceltmişlerdi. Her toplumun beklenen konuşmacısıydı. Tut, tutabilirsen arkadaşı. Senin tepkine epeyce içerlemiş, sana ilişkin dert yandı bana. Bu kadar ağır yüklenmeni doğru bulmadım. Arkadaşımız bizim, bizden de destek beklemeye hakkı yok mu?

—Sence var mı?

—Elbette var, bazen öylesine acımasız oluyorsun ki, seni tanımasam, kasıtlı davrandığını bile düşüneceğim.

Kendini daha çok yalnız hissetmeye başlamıştın. Sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen en yakınındaki ve aklı başında bildiğin arkadaşlarındı bunlar. Bunlarla nereye gidilir, ne yapılabilirdi ki? Herkes bir kahraman hayranı ve bir kahraman adayıydı. Hatta öyleleri vardı ki adeta gözünün içine bakarak “idare ediver, durumu çakmasınlar”” der gibi fırıldaklıklarına gölge olmanızı bile isterlerdi.  Biliyordun elbet, bu arkadaşın için bir kendini tatmin aracıydı, işin kötüsü söylediklerine kendisi de inanıyordu ve “durumu idare ediver” gibi bir cinliği de yoktu.  Her şeye rağmen kullanılan argümanlar bu bahiste kullanılmalıydı.

Bir süre sustun. Arkadaşın biraz mahcup ama seni ikna etmekte ısrarlıydı.

Amacımın bir arkadaşımı kırmak, onu küçük düşürmek olmadığını anlamınızı istiyorum. Biz, geleceğe ilişkin, yarına ilişkin hayaller kuruyoruz. Bu hayaller ki ruhumuzun gıdası, bizi ayakta tutan direnç kaynağımız oluyor. Biz sorunu kendi içimizde doğru kavrayamamışsak başkalarına anlatacak doğruları nereden bulacağız? Sorun şu ki, devrimciler öncelikle ilah ya da put değil insandırlar bu gün hayatta olmayan devrimciler kendilerinin putlaştırılmalarına, ilahlaştırılmalarına asla izin vermezlerdi. Onlar insandı ve elbette insan olarak anılmayı herkesten çok onlar hak etmişlerdir. O arkadaşımızın sorunu kavrayamamasından kaynaklanan yanlışına senin destek olman bu yanlışı genelleştirir, giderek yanlış üzerinden doğruyu arama gibi bir körlüğün içinde buluruz kendimizi. İlkel toplumların neden kahramanlarının olmadığını düşündünüz mü hiç?. Tarih ne zaman sınıflı toplumlara eviriliyor, kahramanlıklarda bu evirilmeyle birlikte ortaya çıkıyor, niçin?.  Her sınıflı toplum kendi egemenliğini kendileri dışındaki sınıfları sindirerek, korkutarak sürdürür. Bu sindirme, yıldırma ve baskı araçları toplumsal gelişmeye paralel olarak genişler, karmaşıklaşır ve giderek toplumun bütününü sindiren, susturan bir sisteme dönüşür. Baskı, yıldırma ve sindirmelerin amacı toplumun kişiliksizleştirilmesidir. Kişiliksiz insan itaat eden insandır ve egemenlerin varlıklarının devamı da bu tip insan türünün devasa boyutta üretilmesidir. Kişiliksiz insan hangi toplumsal evrenin egemenleri olursa olsun, köle sahipleri, derebeyleri, senyörler, krallar, hanlar, padişahlar, vezirler, yani egemen sınıfın temsilcileri karşısında el pençe divan dururlar. Sırtını kamçıyı yiyen zalimin duacısı olur. Bu kişiliklerin oluşturduğu toplum zalimlerini yaratır ve zalimliğin zeminini hazırlar. Ondan korkar ve ona saygı duyar. ondan korkar ona baş eğer, ondan korkar onun önünde diz çöker. Zalimini yaratmıştır, yaratırken bir adım ötesini düşünmemiştir ve boğazına kızgın sacayağı olarak geçirmiştir. Sesini çıkarmamıştır, bununla da yetinmeyip etrafını da sesini çıkarmaması için ikna etmiştir. Artık kırbaçlar çoğalmıştır, çünkü kırbaç korku yaratmanın en dolaysız aracıdır. Kırbaççılar da çoğalacaktı atbi ki, çünkü kırbaçlanacaklar çoğalmıştır. İşte tam da bu noktada kendisinin göze alamadığını başkasından beklemeye başlayacaktır. Onun adına başkası sesini çıkarmalı, karşı kaymalı, direnmeli ve savaşmalıdır. Kendisi üç maymunu oynamakta o kadar ustalaşmıştır ki, görmez, bilmez ve duymaz.  Hoş geldin toplumsal ikiyüzlülük… başkalarının kahramanlığı kendi korkaklığının, kişiliksizliğinin panzehiridir artık. Baskıcı toplumlar elbette zalim efendilere dur diyecek kahramanlarını da çıkaracaktır. Bu doğal, normal bir durum değil mi?. Bu toplum yaşamının bütün  karmaşıklığına, trajedisine rağmen gerçekten yaşadığının bir göstergesi değil mi? Nihayet kahramanımızın ortaya çıkmasıyla birlikte dün efendilerinin kırbacının önüne secdeye yatar gibi yatanlar artık efendilerine karşı bütün hınçlarını kusacaklardır. Hani Nazımın şiirindeki gibi “ fakat bir kez bir dert dinleyen düşmesin önlerine, bir kez yeter gayrık demesinler, akarsuları çevirir, dağları yırtar ayırır” dediği gibi.  Tabi kahramanımızın yazgısı saatin sarkacı gibi bir o tarafa bir bu tarafa gidip gelecektir. Henüz bıçağın hangi yanına düşeceği belli değildir. Şayet efendinin kırbacı elinden alınır, kırbaçtan kurtulurlarsa kahramanımız baş tacı edilecektir, adı dillere destan olacaktır, çocuklarına kahramanımızın adı verilecek, destanlara, öykülere, söylencelere konu edilecektir… Amaaa… Ya bıçağın kör tarafına düşerse,  kırbaçlı beyler kahramanımızı alt ederlerse… Artık kahramanımızın değil adının anılması bu kez kahramanı kırbaçlamaya bunlar sıraya girecektir. Çark tersine işlemeye başlayacaktır. Bir araya gelip birbirlerine nasihat etmeye, evde çocuklarına öğütler vermeye başlayacaklardır. Zalimimiz Derebeyidir, handır, kraldır, padişahtır ya… Hani devlettir ya….”İşte diyecekler, devlete karşı gelenin hali böyle olur, Allah devlete zeval vermesin”… Bizim halk kahramanlarımızı düşünsene… Mesela Köroğlu…Bolu beyi koca bir Bolu’ya kan ağlatırken o kadar insanın gıkı çıkmıyor, bu zalime “aman ağam, aman paşam” demekten geri kalmıyor, ama Köroğlu’nun adına da destanlar yazmaktan geri kalmıyor. Peki ama Bolu Beyi Köroğlunu tepeleseydi ne olacaktı?... Bu söylediklerim elbette bir övgü olmadığı gibi bir sövgü de değildir. Sadece sosyolojik bir tespit, nesnel bir bakıştır. “ Bireysel/kişisel kahramanlık olgusu” devrimcilerin özeneecği, özendireceği bir olgu olmamalı… Hatta kahramanlığın kendisi devrimcilerin övgülerine mazhar bir olgu olamaz. Şayet toplumun kendisi baş eğmeyen, diz çökmeyen bireylerden oluşsaydı kahramanlara da ihtiyaç duymayacaktı. Ne var ki bir objektif olgu, nesnel bir gerçeklik olarak sınıflı toplumlar baskı toplumlarıdır ve baskı yılgınlığı, yılgınlık baş eğmeyi ve kişiliksizleştirmeyi davet eder. Devrimciler kendi istekleri, kendi egolarını tatmin etmek için kahramanlığa ihtiyaç duymazlar, ancak bu kişiliksizleştirilmeye karşı mücadelenin gereği olarak bakarlar meseleye. Onların kimseden kahramanlık payesi dilenmeye ihtiyaçları yoktur ve bunu reddederler. Bu bir paradoks mu? Elbette değil. Ancak mücadeledeki fonksiyonlarının gereği, mücadeleye önderlik/öncülük etmelerinin zorunlu sonucu olarak bu sıfatı taşırlar, kendi istekleriyle kahramanlığa aday oldukları için değil. Elbette gerek egemen gücün baskısının ortadan kalktığı sosyalist toplumlarda gerekse hiçbir egemenlik aracına ihtiyaç duyulmayacak sınıfsız toplumlarda artık baş eğdiren bir güç olamayacağı için baş eğen bir insan da olmayacaktır ve toplum da kahramanlara ihtiyaç duymayacaktır. Devrimcilerin ve insanlığın özlemi budur. Hepimizin kahramanı, tüm insanlığın sevgilisi Spartaküsü düşünsene… Kendisiyle birlikte mücadeleye atılanlar mücadele anına kadar, efendilerinin eğlence aracı olarak  birbirlerinin karnını deşen, bağırsaklarını yere yığan gladyatörler değil miydi?...  Şimdi Spartaküs kitlesel örgütlü mücadele yerine Roma imparatorlarına karşı tek başına mücadeleye girseydi ne olurdu?.  “Yenme-yenilme” gibi pragmatik bir sonuçtan yola çıkmıyorum. Belki birkaç senyör, birkaç senatör haklardı ama kitlelerin kurtuluşunun kitlesel ve örgütlü mücadeleden geçtiğine ilişkin geriye ne bırakırdı, acaba bu halde de Spartaküs yine bütün insanlığın idolü olur muydu?. Spartaküs böylesine kişiliksizleştirilmiş bir Roma’ya “kişilik” çığlığı attığı için Spartaküs değil midir?.  Acaba Spartaküs neyi tercih ederdi, birbirini boğazlayan gladyatörleri arkasına almayı mı, yoksa gladyatörlerin efendilerini eğlendirmek için birbirlerini boğazlamalarını reddetmelerini mi?  Spartaküs kahraman olmak için kölelere/gladyatörlere öncülük etmedi, onları örgütleyip Roma zulmüne kaşı savaştığı için kahraman oldu. Roma zulmü olmasaydı Spartaküsün de kahramanlığına ihtiyaç kalmayacaktı. Eski Yunan sitesinde Galileo Galile’nin kavradığını, gördüğünü bilmem kaç bin yıl sonra göremiyorsak bunca laf edip de yorulmanın anlamı ne?. Bilinen öyküdür. Galile “dünya yuvarlak” dediği için kutsal kitapların dediklerine aykırı şeyler söylediği için yargılanır, ölüme mahkûm edilir. Ancak, söylediklerini geri alırsa hayatı bağışlanacaktır. Galile “Dünya yuvarlık” sözünü geri alır ve hayatı bağışlanır. Oysa Yunan toplumu aradığı kahramanı tam bulmuşken kahramanımızın su koyvermesi üzerine  “ yazıklar olsun senin gibi kahramana” derler. Galile, “asıl kahramanlara ihtiyaç duyan bir topluma yazıklar olsun” der. Şimdi sorun Galile’nin kahraman olması mı, bütün toplumun kahramanlara ihtiyaç duyulan toplumsal yapıyı ortadan kaldırılması mıdır? Bütün mesele budur. Kahramanlık öykülerinin dayanılmaz cazibesine kapılıp kahramanlara ihtiyaç duyulan bir toplumu kutsadığımız sürece  altı şiş üstü kaval birer kahraman  oluruz ama… Bir devrimci alsa…