Şuanda 255 konuk çevrimiçi
BugünBugün3327
DünDün3402
Bu haftaBu hafta11051
Bu ayBu ay11051
ToplamToplam10479475
bir kez daha, biz kaç kişiyiz? PDF Yazdır e-Posta
İbrahim Yalçın tarafından yazıldı   
Pazar, 30 Eylül 2012 19:28


02 Ağustos 2012 tarihinde bu site’de, ‘’Biz kaç kişiyiz’’ adı altında  yayınlanan yazımın  üzerinden iki ay geçti.

Adı geçen yazının içeriği, yakın geçmişte  birlikte mücadele ettiğimiz arkadaşlarımızdan, bugün hangi hedefler uğruna  birlikte hareket edebilirizi öğrenebilmekti.

Kişinin nerden geldiği değil, nereye gittiği önemlidir. Eskiden birlikte olduğumuz kimi arkadaşlarımızın bugün nereye gittiklerini sorgulamaktan öte, kimlerle nereye doğru gidebilirizi öğrenmeye çalışmaktı.

Kaç kişi olduğumuz sorusu, bu maksatla sorulmuştu..

‘’Biz kaç kişiyiz’’ adlı yazı, aynı istikamete gittiklerimiz varsa eğer, ayrı ayrı değil de birlikte gitmek eğiliminde olan bazı arkadaşlarımızın  beklentilerinin bir ifadesiydi de denilebilir.

Kaç kişi olunup olunmadığı elbette önemli değildi. O bakımdan,’’ Kaç kişi olduğumuz değil ne yaptığımız’’ın önemli olduğunu söyleyen arkadaşların yanı sıra,  ‘’istenirse çok kişi olabiliriz’’ diyen arkadaşlar da oldu..

Her ikisi de haklıydılar. Haklıydılar diyorum çünkü; Her iki anlatımda da,  bir şeyler yapabilmenin mutlaka gerekli  olduğu vurgusu vardı.

Politik mücadelenin, mümkün olacağa göre değil de, mümkün olana göre yapılması gerektiğini biliyoruz. Şuan itibarıyla altından kalkamayacağımız hedeflerden ziyade,  mutlaka yapabileceğimiz kimi şeyleri de, daha fazla ihmal etmeden birlikte  yapabileceğimiz kanaatini hala saklı tuttuğumu belirterek devam ediyorum.

Gerçekleştirilmesi şu an için mümkün olmayan ütopik takıntılardan ziyade, olması mümkün ve mutlaka yapılması, ama tek tek değil birlikte yapılması gereken görevlerimizin varlığı, mümkün olduğunca bir araya gelmemizi de zorunlu kılmaktadır.

Siyaset gündeminin günübirlik değiştiği bir ülkenin devrimcileriyiz.

10 yıldır ülkeyi yöneten siyasal erk, yalan ve demagojilerle kamuoyunu  çok yönlü bilği kirliliği ile boğmaya çalışmaktadır.

Halklarımız sahte gündemlerle  oyalanarak hedef şaşırtılıyor. Gerçek niyetler gözlerden kaçırılarak  kapalı kapılar ardında kotarmak isteniyor.

Balyoz ve Ergenekon gibi davaların ardına sığınılarak, ipliği pazara çıkmış ve artık kullanılmaz hale gelmiş bir takım kişilerin yargılanması ile, derin ilişkilerin ve derin devlet çeteciliğinin kökünün kazındığı bile iddia edilebiliyor..

Bir yandan, ‘’darbeleri araştırma komisyonları’’ kurulup darbecilerin ortaya çıkartılarak kovuşturmaya tabi tutulacağı söylenirken, öte taraftan, milyonlarca insanı işkence tezgahlarında geçirmiş 12 Eylül’ün faşist generallerini  mahkeme salonlarına dahi getirmeyerek korumaya çalışıyorlar.

Halklarımız, dinsel ve ırksal temelde hızla kutuplaşırken,emek ve sermaye çelişkisinin sözü bile edilmeyecek derecede gündem dışına itiliyor.

’Arap baharı’’ adı altında  daha da istikrarsızlaştırılan Orta-Doğu’nun yeniden dizayn edilmesi sürecinde aktif rol alması için BOP’un eşbaşkanlığı misyonu ile donatılan Tayyip Erdoğan iktidarının son olarak Suriye iç savaşı konusunda takındığı tutum ve bu eksende ülkemizde yaşanan kafa karışıklığı, demagojik söylemlerin tozu dumanı içerisinde gündemimizi meşgul etmeye devam ediyor.

Başer Esad gidecek, Suriye’de demokrasi rüzgarları esecekmiş.

Irak’ta Saddam gittiğinde de Aynı rüzgarın Irak’ta da eseceği söyleniyordu.1Milyon insan’ın boğazlandığı bir Irak’tan bahsediliyor şimdi.

Mısır’da Mübarek gidecek Barış ve demokrasi gelecekti Barış ve demokrasi’nin yerine Mursi geldi.

Tunus çoktan unutuldu bile.

Libya derseniz evlere şenlik.

Yakın gelecekte, Esad sonrası Suriye’yi de göreceğiz...

Orta-Doğu’nun istikrarı yada istikrarsızlığından bahsederken, ülkemizi de bunlardan ayrı tutmamak gerekiyor.

Ülkemizdeki  Kürt savaşının geldiği aşama mücadelenin en üst noktasında seyrediyor. Gerilla savaşının vur-kaç taktiği, vur ve kal aşamasına gelmiştir. Propaganda savaşının yerini ‘’alan hakimiyeti’’ almıştır,

Savaş haberlerine yapılan okuyucu yorumlarına göz atmak, siyasal istikrarsızlığın geldiği aşamayı gözler önüne sermeye yetiyor.

Yakın bir gelecekte, Türkiye ve Türkiye Kürdistanı sınırlarına, devlet ve gerilla güçlerinin çatışma alanlarına ‘’Birleşmiş Milletler Barış Gücü’’nün davet edilmesini beklemek kuvvetle muhtemeldir.

Siyasal iktidarın son birkaç gündür çözüm için Abdullah Öcalan’nın ayağına kadar gidilebileceğine ilişkin yaptığı açıklamaların, yeni bir oyalama taktiği olarak ortaya çıkması, bundan sonraki aşamanın Birleşmiş milletler barış gücünün daveti olacaktır.

Biliniyor, bu site’de bundan bir süre önce Engin ERKİNER’in Suriye’ye ‘’barış gücü’’nün davet edilmesine ilişkin önerisi kimi çevreler tarafından tepkiyle karşılanmıştı. E. Erkiner’in önerisine benimde baştan sıcak bakmadığımı belirtmek durumundayım. Geldiğimiz aşama, bu önermenin en doğru ve gerçekçi bir önerme olduğu görülüyor.

 ‘’Başka bir önerisi olan var mı?’’ diyen Engin’in sorusunu aynen tekrarlayarak sormak ve varsa bir çözüm önerisi olanın, bunu, laf kalabalığı yapmadan söylemesi gerekiyor. Adı geçen öneriye karşı çıkan arkadaşların, yarın Türkiye Kürdistan’ı için yapılması kuvvetle muhtemel olan aynı öneriye de karşı mı çıkacaklar, doğrusu merak ediyorum.

Sadece Suriye’ye, yada Türkiye Kürdistanı’na değil, bu gücün Libya’ya da davet edilmesi pekala mümkündür.

Orta-Doğu’nun yılardır despotik yöntemlerle zora dayalı yonetim biçimleri iflas etmiştir.

En  temel insani hak ve özgürlüklerden mahrum edilerek baskı ve şiddetle susturulmuş, demokrasi eğitimi ve kültüründen nasiplenmemiş bölge halklarının bugün açığa çıkan örgütsüz ve demokratik içerikten yoksun spontane diyebileceğimiz ayaklanması elbette bir takım güçler tarafından kullanılmak istenecektir. Kullanılıyor da.

Bütün bunlar, adı geçen halk hareketlerini bir bütün olarak emperyalist güçlerin yönlendirmesi ve denetimiyle yapılan karşı-devrimci ve gerici hareketler  diye elimizin tersiyle itip dikkate almamamızı gerektirmemektedir. Halkların mücadelesini ve taleplerini görmemezlikten gelip göz ardı etmek, adı geçen diktatörlükleri kutsamak anlamına gelir ki bu tutum devrimci bir tutum olamaz.

Orta-Doğu halklarının mücadelesini topyekün inkar eden bir yaklaşım, bizi, Türkiye Kürdistanı’ndaki gerilla  mücadelesini ve bu mücadelenin taleplerini toptancı bir anlayışla inkar eden Türk faşizminin saflarına düşüreceğini unutmamalıyız.

Evet, Nerden geldiğimiz değil, bugün nereye gittiğimiz önemlidir.

Dün nerede olduğumuzu anlamak için değil,  bugün nereye gittiğimizi anlamak adına sorduğumuz ‘’biz kaç kişiyiz? sorusu güncelliğini koruyor.

Her gün yüzlerce insanın birbirini boğazladığı, ırksal ve dinsel kutuplaşmanın artarak devam ettiği, sorunların demokrasi ve insan hakları bağlamında  demokratik  bir atmosferde konuşularak  çözülebilme şartlarının bulunmadığı ülkelerde, artarak devam eden ve hergün yüzlerce insanin hayatına malolan çatışmaların önlenebilmesi adına kim ne söylüyor?

Güçlü olanın zayıf olanı ezerek yok etmesini beklemek mi gerekiyor?  ‘’Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir’’ anlayışı ile klasik söylemlerin arkasına sığınarak çok şey söylermiş gibi davranılıp ama hiçbir şey söylememek  devrimci bir anlayış olamaz.

Politik mücadelenin boşluk tanımadığını hepimiz biliyoruz.

Suriye örneği güncel olması itibarıyla önemlidir. Bu konudaki kafa karışıklığı devam ettiği için önemlidir.

Kimi arkadaşlarımız  şu yada bu sebepten olsa gerek, Başer Esad yönetiminin desteklenmesi gerektiği görüşündeler. Bir çoğunun nedeni duygusaldır. Bir kısmı da emperyalist müdahaleye karşı olduklarını söyleyerek desteklerine gerekçe arıyorlar.

Duygusallığın nedenleri biliniyor. Bilinen nedenlerin, muhalif güçlerin kullandığı argümanları güçlendirmediğini kim iddia edebilir?

Başer Esad’ın nusayri olması,onun bugüne kadar halka karşı uyguladığı zulmü ve anti demokratik uygulamalarını yok saymamamıza gerekçe olabilir mi?

Böyle bir anlayışla, muhalif güçlerin dinsel içerikli sloganlar kullanarak örgütlenmelerine engel olunabilinir mi?

Sınıfsal içeriğinden arındırılmış bir ‘’politik’’ mücadelenin devrimciler açısından ne anlam ifade ettiği bilinmez mi?

Suriye’de devam etmekte olan iç savaşta, emperyalist kışkırtmaları gerekçe göstererek saf belirlemenin de doğru olmadığı kanısındayım. Emperyalist müdahaleye karşı olmanın yöntemi bu mu’dur. Sermaye diktatörlüğünün karşısında olmak adına despotik yönetimleri desteklemenin devrimci tavır alışla ne alakası olabilir ki?

Kaldı ki, adı geçen ülkelerde bundan öncesi dönemde emperyalist müdahale yok muydu?

Tunus, Mısır, Irak yada Libya’nın emperyalist müdahaleden soyutlanmış olduğunu iddia edebilir miyiz? Suriye de aynı şekilde... bütün bu ülkelerde bagimsiz demokratik ve halkların özgür iradesini yansıtan bir politikamı uygulanıyordu?

Dünün Irak’ını, Saddam rejimini savunabiliyor muyuz?

Dünün Mısır’ını, Mübarek rejimini savunabiliyor muyuz? Dünün Tunus’unu, Libya’sını savunabiliyor muyuz?

Esad Suriye’sini ne adına ve kimlerin çıkarına savunacağız yada savunmaya çalışıyoruz?

Hangi uygulamalarını desteklediğimizi haykırabileceğiz? Tutarlı bir argümanımızın olduğunu kaç kişi söyleyebilir?

Demokrasi ve insan hakları adına yaptıkları katkılarını mı?

Azınlıkların hak ve özgürlüklerine karşı takındıkları  tutumlarını mı?

Bağımsızlık ve özgürlükler adına katkılarını mı?

Sınıfsal tutum ve davranışlar karşısında takındıkları tavırlarını mı?

Kadın hakları uğruna geliştirdikleri açılımlarını mı?

Bilim ve sanata yaptıkları katkılarını mı?

Anti emperyalist, anti kapitalist, anti faşist politikalarını mı?

Ne adına ve hangi gerekçelerle savunacağız?

Bu günün Orta-Doğu’sunda yaşanan ne Arap baharı nede Amerikan baharıdır. Orta-Doğu’da taşlar bir kez daha yerinde oynuyor, hepsi o kadar.

Orta-Doğu’da, bir kez daha yerinden oynayan taşların, olması gerektiği gibi yerli yerine oturması daha uzun yılları alacaktır. Bu süreç içerisinde, Libya’da Fransızlar, Irak’ta, Mısır’da yada Tunus’ta Amerikalılar veya  İngiliz’ler eskisine oranla daha ucuz petrol alsalar bile daha da istikrarsızlaştırdıkları bu ülkelerdeki uyanışın önünü kesmeyi asla beceremeyeceklerdir.

Türkiye bunların dışında tutulmalıdır. Uluslararası devlerin çatıştığı bir bölgede ‘’sahibinin ses’’ne yer elbette olmayacaktır.Libya’da olmadığı gibi Suriye’de de olmayacaktır.

Orta-Doğu’da taşlar bir kez daha yerlerinden fırlamıştır.

Libya’da, Amerikan büyükelçisinin sokaklarda sürüklenerek öldürülmesi bu anlamda son derece önemli bir uyarı olarak görülebilir.