Şuanda 81 konuk çevrimiçi
BugünBugün3231
DünDün3402
Bu haftaBu hafta10955
Bu ayBu ay10955
ToplamToplam10479379
komplodan 13 yıl sonra PDF Yazdır e-Posta
İrfan Dayıoğlu tarafından yazıldı   
Salı, 09 Ekim 2012 17:56


PKK Genel Başkanı sayın  Abdullah Öcalan şahsında, bir bütün olarak Kürt halkına karşı girişilen emperyalistler öncülüğündeki uluslararası komplonun üzerinden 13 yıl geçti. Kürt Halk Önderi 13 yıldır tutsak. Bir yılı aşkındır hiç kimse ile görüştürülmüyor. Bu 13 yıl zarfında gerek  bölgemizde, gerekse dünyanın hemen her yerinde büyük değişimler yaşandı. Bu değişimlerle Öcalan’ın tecrit edilmesinin, dünyayla bağlarının kesilmesinin doğrudan ilişkisi var. Bölgeyi yeniden dizayn etmek isteyen güçler, bu planlarına engel olabileceklerini enterne ederek, sürecin dışına itmektedirler.

Düne kadar çözüm için masada bulunan Türkiye, ne oldu da? Birden masadan kalkarak sürdürdüğü ilişkilerin yüz seksen derece tersine bir tutumun içine girdi? Bütün bunların cevabı, ağababalarının bölgeyi dizayn etme politikalarında yatıyor. Türkiye devletinin kendi iradesi ile hareket edemediği Oslo görüşmelerinin bitmesiyle bir kez daha ortaya çıkmıştır. Emperyalistlerin demokrasi geliyor, dikta rejimleri bir bir çöküyor diyerek empoze etmeye çalıştıkları ve Arap Baharı adını verdikleri değişim süreci, sadece batılı güçlerin elini güçlendirmiştir. Diktatörler devrilmiş ancak yerine yeni diktalar gelmiştir. Hem de şeriatçı dikta rejimleri gelmiştir. ABD işbirlikçisi ülkelerde, Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar gibi ülkelerde ise halk ayaklanmaları hemen kanla bastırılmıştır.

 Gelinen aşamada, bölgemizde “Arap Baharı” adı altında halklar için, emekçi sınıflar için adeta büyük bir karakış mevsimi yaşanmaktadır. Bahar sadece böl ve yönet diyenlerin işine yarayan bir bahar oldu. Elbette on yıllardır dikta rejimi altında yaşayan Arap halkının biriken öfkesi bir gün patlayacaktı. Bu ülkelerde halk ayaklanmalarını yönlendirip, yönetecek devrimci bir hareketin yokluğu,  emperyalistlerin bu ayaklanmaları yönlendirmesine yol açmış ve söz konusu güçler, bu devrimci önderliksiz ayaklanmaları vesile ederek bölgeyi yeniden dizayn etmeye başlamışlardır.

Uzağı göremeyen  ülkemiz ve bölge devrimci hareketleri, ayaklanmaların başlangıç aşamasında bu gelişmeleri yere göğe sığdıramamış, büyük bir devrimin yaşandığını dile getirmiştir.  Özellikle ünlü soytarı, bu konuda hemen hergün devrim naraları atmış, ancak sıra kendi sığındığı ülkeye gelince, büyük(!)  bir anti-emperyalist kesilerek bu kez karşı-devrim şarkıları söylemeye başlamıştır. Bir diktatörü devrimci göstermek için hergün kırk takla atmaktadır. Türk ulusalcı (kendi deyimi ile modern faşistleri İP ve CHP) dışında kimse kendisi  gibi düşünmemektedir. Artık o da aslına rücu etmekten başka çare bulamadı. Yarın Esat gidince hangi kimliğe bürüneceğini şimdiden çok merak ediyorum doğrusu.

Çok az sayıdaki devrimci  ise bölge  ülkelerindeki örgütlü güçleri doğru tahlil ederek, halkın haklı taleplerine karşın, yaşananların bir devrime yol açmayacağını ve gelenlerinde gidenlerini aratacağını söylemişlerdir. Tarih benim de aralarında bulunduğum bu kesimi ne yazık ki, haklı çıkarmıştır. Bölgede rejim değişiklikleri olmuş, ancak gelenler de halklara bir şey vermemiştir.  Tıpkı şimdi Suriye’de yaşananlar gibi, bu dalga başta Ürdün ve Lübnan olmak üzere başka ülkelere de sıçrayacaktır. Ancak yaşanacak rejim değişimleri, ne yazık ki, bölgeye ve bu ülkelere ne demokrasi, ne de siyasi ve ekonomik bir istikrar getirmeyecektir.

Bu durumda devrimcilerin doğru tutumu, yaşanan savaşların son bulmasını savunmak ve daha çok insan ölümlerinin önüne geçecek yol ve yöntemleri önerip, bu konuda kim savaşı durdurubilecekse, onlara destek olmaktır. Gerisi boş bir propaganda ve politik gevezeliktir. İtibar edilmemelidir. Sahte savaş karşıtı söylemlerle savaşlar önlenemiyor. Somut projeler olmalıdır.

Evet bölgemiz bugün bu halde. 14 yıl önce Suriye yönetimi 9 Ekim 1998 günü,  19 yıl topraklarında barındırdığı PKK Genel Başkanını Emperyalistlerin istemi doğrultusunda ülkesinden çıkarmıştır. Sonrasında yaşananlar biliniyor 4 ay süren kovalamacadan sonra 15 Şubat günü Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan emperyalist batılı güçler tarafından T.C’ye teslim edilmiştir. Bakınız bu süreci Komplonun muhatabı sayın Öcalan nasıl değerlendiriyor:  

“Kapitalist güçlerin hegemonik savaşı Beyaz Türk faşizmi kılığına bürünerek sürdürülüyordu. Darbeciler ve komplocuların arkasında esas olarak NATO gladiosu durmaktaydı. Ayrıca sivil toplum içinde de her iki tarafın güçlü uzantıları, odakları mevcuttu. Bunlar aralarında daimi bir ilişki ve çelişkiyi yaşarlar. Dönemlere göre birbirlerine üstünlük kurarlar. Sınıfsal olarak da millici ve işbirlikçi burjuvaları temsil etmek durumundadırlar.
İşte Suriye’den çıkış öncesinde bu iki kesim arasında yine rekabet baş göstermişti. Bizimle diyalogdan yana olanlarla karşı olanlar arasındaki rekabet, İsrail ve ABD’nin de desteğiyle NATO-gladiocu kanadın yani savaş ve imha yanlısı kesimin lehine sonuçlanmıştı. Çıkışın az öncesinde İsrail istihbaratı dolaylı yoldan ısrarla Suriye’den çıkmam gerektiği mesajını vermişti. Ayrılmayı uygun bulmamıştım. Suriye’deki konumumuzun büyük darbe almasından çekinmiştim. Stratejik ve ideolojik olarak da bunu doğru bulmuyordum. Savaş doğal seyrinde yürüyecek, kaderde olan yaşanacaktı.
Dürüst olmak gerekiyordu, kendimi kurtarmayı esas alamazdım. Orgeneral Atilla Ateş’in NATO-gladiosu adına yaptığı son uyarıdan sonra, ancak Suriye ve Rusya’nın kararlı bir biçimde arkamızda durması halinde savaşı bir üst aşamaya tırmandırma şansımız olabilirdi. Fakat bu destek sağlanmadığı gibi, her iki ülkenin şahsi varlığımı kaldırabilecek gücü veya niyetleri bile yoktu. Suriye için bu gerçekten mümkün olamazdı. Kuzeyden Türk, güneyden İsrail ordusu tarafından bir günde işgal edilebilirdi. Panik içine girmeselerdi, benim için daha uygun bir üslenme imkanı yaratabilirlerdi. Bunu da göze alamadılar. Rusya’nın tavrı daha onursuzcaydı. Mavi Akım Projesi ve 10 milyar Dolarlık IMF kredisine karşılık, bizi Moskova’dan zorla çıkardı. Atina ve Roma macerasına geçmeden önce, çıkış öncesini ve sırasını daha yakından görmek oldukça öğreticidir ve büyük önem taşır.
28 Şubat darbesinin ikilemini doğru kavramadıkça olup biteni tam anlayamayız. Darbecilerin bir kanadı gerçekçi bir barış önerisi ile bize yaklaşmıştı. Sanırım arşivimizde buna ilişkin belgeler vardır. Tıpkı Turgut Özal ve Necmettin Erbakan’ın yaklaşımında olduğu gibi ciddi olduklarına ve barış istediklerine ikna olmuştum. Darbe içinde darbeye de bu barışçı ve siyasi çözüm yanlısı tutum yol açmıştı. Şimdi gayet açıkça ortaya çıkmıştır ki, o dönemde yani yakalanmama kadar, İsrail ve ABD kesinlikle barış ve siyasi çözümden yana değillerdi. Düşük yoğunluklu da olsa, savaşın devamını ve Kürt sorununun çözümsüz kalmasını ısrarla istemekteydiler. Ortadoğu’nun, özellikle Irak’ın kontrolü ve düşürülmesi için buna şiddetle ihtiyaçları vardı. Buna Kürt gerçekliğinin askeri yoldan tamamen tasfiyesi, yani bir nevi soykırım da dahildi. Özde halkların özgürlük, eşitlik ve demokrasi isteklerine karşı bir NATO’cu savaş açılmış ve bu savaşın son halkasına 1998’deki Suriye’den çıkışım eklenmiştir.
Suriyeliler 9 Ekim’de uçağın yönünü ustaca değiştirerek beni Atina’ya indirdiklerinde rahatlamışlardı. 9 Ekim 1998’den 15 Şubat 1999’a kadarki dört aylık süreç müthiş geçmişti. Dünya hegemonu ABD dışında hiçbir güç bu süreçte bu dört aylık operasyonu düzenleyemezdi. Süreç kesinlikle NATO tarihinin en önemli operasyonunun gerçekleştirildiği bir süreçti.”
(Ortadoğuda Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü kitabından)

Evet bundan tam 14 yıl önce Öcalanı emperyalislerin kanlı ellerine teslim eden Esat iktidarı bugün aynı güçlerce yıkılmaya çalışılıyor. Tarihin şu ironisine bakın, bugün Esat;  liderlerini ülkesinin çıkarları adına harcamaya çalıştığı Kürtlere yaslanarak yaşamını kurtarmanın hesaplarını yapıyor. Ancak bu hesabın da tutmayacağı görünüyor. Elbette Kürtler Suriye yönetimce 19 yıl boyunca baba Esat tarafından kendilerine verilen desteği unutmadılar, ancak yukarıda bizzat Öcalanın kendi ağzıyla ifade ettiği gibi, emperyalist dayatmalara karşı çıkmayarak Kürt Özgürlük Hareketinin toptan tasfiye edilme istemine destek verildiğini de unutmadılar ve unutmazlar.   Bakınız Öcalan ne diyor Suriye yönetimi  için: “Panik içine girmeselerdi benim için daha uygun bir üslenme imkanı yaratabilirlerdi. Bunu da göze alamadılar.... Suriyeliler 9 Ekim’de UÇAĞIN YÖNÜNÜ(abç)  ustaca değiştirerek beni Atina’ya indirdiklerinde iyice rahatlamışlardı.”

Yani Kürt dostluğu sadece laftan ibaretti. Aslolan her gücün kendi çıkarlarıydı. Suriye yönetimi de buna uygun davranmış ve kendi iktidarını sürdürebilme adına 40 milyonluk bir halkı ve önderliğini yem olarak sunmaktan çekinmemişti.  Bölgeyi dizayn etmede ısrarlı olan güçler  Esat diktatörlüğüne sadece 14 yıl iktidar şansı vermiş ve günün geldiğine inanınca da düğmeye basmışlardır. Şimdi sığınacak ülke arama sırası Esat diktatörlüğü yöneticilerine gelmiştir. Elbette bu duruma sevinenlerden değilim. Ancak benimkisi bir durum tespitidir. Emperyalistlerin kendileri için bölgeyi dikensiz gül bahçesine çevirmesine en karşı olanlardanım. Ancak zalimlerin de hesap vermeleri gerektiğine inanıyorum. Ebat diktatörlüğünün günü kurtarma politikası bugün daha büyük kaybedişe yol açmıştır. O gün ABD ve İsraile karşı, kararlı bir karşı duruş sergileyebilseydi, belki bugünkü sonla karşılaşmayacaktı da.  

Öte yandan  sadece dışardan müdahale ile emperyalistlerin bölgeye yerleşemeyeceği de en bariz bir biçimde Afganistan ve Irak deneyleri ile ortaya çıkmıştır.  İçerden güçlü bir kitlesel desteği olmayan hiç bir güç uzun süre iktidarda kalamıyor.  Irak’ta milyonu aşkın insan ölmesine karşın hala istikrarın i’si bile yok. Ülke fiili olarak üçe bölünmüş durumda. Bu üçe bölünme durumu yarın ki Suriye’nin de kaderi imiş gibi görünüyor. Nuseyriler, Sünni Müslümanlar ve Kürtler diye üçe bölünmüş bir ülke görünüyor ufukta.  Böl ve yönet mantığında ısrar devam ediyor. Ancak nereye kadar başarılı olunur bilinmiyor.

Bölgede emperyalizme karşı direnebilecek en temel güç bugün Kürt Özgürlük Hareketidir. Bölgemizin tüm devrimci güçlerinin bu güç ile ittifakı ancak bir direniş cephesinin oluşmasına yol açabilir. Tek tek her devrimcinin, her örgütün yapması gereken böyle bir cephenin oluşması için elindeki olanakları sonuna kadar kullanmasıdır. Bunun dışında başkaca da bir yol görünmüyor. Kaldı ki böylesi bir direniş cephesinin oluşması bile tek başına başarı getirmez. Ancak böylesi bir oluşum bölgedeki çıkar çelişkilerinden de yararlanarak bir üçüncü güç olarak bölgede halklar lehine bir yaşam alanı yaratabilir.  İçi boş söylemlerle kitleleri ayağa kaldırmanın yolları kapanmıştır. Söylemle eylem bütünlüğü olmalıdır. Emperyalizme karşı savaş naraları atıyorsan gücün kadar bu savaşta yer alman da gerekiyor.  Yoksa senin inandırıcılığın olamaz.