Şuanda 56 konuk çevrimiçi
BugünBugün2532
DünDün3402
Bu haftaBu hafta10256
Bu ayBu ay10256
ToplamToplam10478680
bölgemizdeki gelişmelere doğru bakalım PDF Yazdır e-Posta
İrfan Dayıoğlu tarafından yazıldı   
Cuma, 01 Şubat 2013 17:33


Suriye’de ve diğer Arap ülkelerindeki gelişmeleri derinlemesine tahlil etmeden, olayları salt emperyalizmin oyunu olarak görenlerin başlıca hatalarından biri  soyut emperyalizm tahlillerine sarılmaktır.  Onlara göre tek bir emperyalizm var, o da herhalde ABD emperyalizmi. Oysa ABD’nin yanı sıra  Avrupa Birliği, Rusya ve Çin de emperyalist ülkeler ve bölgeye dönük çıkarları ve dolayısıyla planları var. İran, Türkiye, Suudi Arabistan gibi,  büyük emperyal güçlerin bölge işbirlikçisi ülkelerin de elbette çıkarları söz konusu. Yani tek bir emperyalist cephe yok ortada.

 Ancak hemen belirtelim ki,  Tunus’ta başlayan ve bütün bölgeye, ardından dünyanın birçok başka yerine yayılan dalgayı, salt emperyalistlerin planlarının bir ürünü olarak görmemek gerekiyor. Hatta bir çok ülkede başlayan ilk halk ayaklanmaları tam tersine emperyalistlerin çıkarlarını tehdit eden, emekçilerin, halkların mücadelesinin bir göstergesi olarak görmek gerekiyor.

 Hatırlarsak  başta ABD olmak üzere batılı emperyalistler Tunus ve Mısır devrimleri başladığında mevcut diktatörleri destekliyordu. Bu güçler gerici yönetimlere siyasi desteğin yanı sıra  sıra pratik, fiili destek vermeyi de önerdiler. Bu ülkelerde iktidardaki güçler son ana kadar diktatörlere sadık kaldılar.

Ne zaman ki,  aşağıdan yükselen dalganın önüne geçilemeyeceği anlaşıldığında, hem emperyalist güçler hem yerel egemen güçler diktatörlüğü harcamayı kabul etti, ayaklananları destekler göründüler. Eski rejimin önde gelenlerinin bir kısmı birer birer muhalefete katıldı ve bir kısmı -az yıpranmış unsurları- yeniden iktidara getirildi. Suriye’de de iktidar kanadının bazı etkin isimleri ve ordunun yönetim kademesinden bir çok kişi ya yurt dışına kaçtı, ya da muhalif güçlere katıldı.

Hafızamızı kontrol edersek, bugün emperyalist işgale karşı olma adına Esat rejimini savunmak gerektiğini söyleyen tüm kesimler, Türkiye solunun tümü dahil, Mısır ve Tunus’taki halk ayaklanmalarını destekledi ve devrim hareketi olarak selamladı. Bugün bunu unutmuş gözüküyorlar.

 Tunus ve Mısır’ın ardından pratik biraz farklı gelişti. Libya, Yemen ve Bahreyn’de özgürlük isteyenlere karşı aşırı şiddet kullanıldı. Tunus ve Mısır’da gösterilere esas olarak polisle müdahale edilirken, bu ülkelerde ordu devreye sokuldu. Daha sonra Suriye’de de aynı şey gerçekleşti.

 Bir dizi ülkede ise, diktatörler ve krallar derhal reform silahına sarıldı. Ücretler yükseldi, sosyal yardımlar arttı, özgürlükler bir ölçüde çoğaldı. Petrol gelirinin çok küçük bir kısmı halka verildi. Fas, Ürdün ve Cezayir’de egemen güçler bu yolu seçti. Suudi Arabistan kralı bile çok büyük miktarlarda para dağıtarak adeta rüşvet verdi.

 Kısaca hatırlarsak, emperyalist güçler önce halk hareketine karşı çıktı, sonradan bu hareketin engellenemeyeceğini anladıklarında da mevcut rejime müdahale ederek devreye girdiler. Yani yaşananlar salt emperyalizmin bölgedeki planı ile açıklanamaz. Bunun yanında esas belirleyici olanın aşağıdan gelen halk hareketi olduğu su götürmez bir gerçektir.

Emperyalizmin yeni politikalarını bilmeden bölgedeki değişimi ve savaşı açıklamak olanaklı görülmüyor. On yıllardır emperyalistler tarafından desteklenen baskıcı dikta rejimlerinin yarattığı adaletsiz, baskıcı ve büyük kitleleri yoksulluğa  iten uygulamalarının bir gün patlamaya yol açacağını bilmek için kahin olmaya gerek yok.

Emperyalizm ne kadar güçlü olursa olsun, bir başka ülkede hemen kolayca milyonları, işçi sınıfının hemen hemen tümünü harekete geçirebilme yeteneğine sahip değildir. Emperyalistler hiçbir zaman emekçileri yığınlar halinde harekete geçirmez.  Ulusal solcularımızın tersine, kapitalist sınıf ve emperyalistler, emekçilerin, ezilenlerin  kitlesel hareketinin kendileri için nasıl bir tehlike olduğunu iyi bilir. Kitlesel bir hareketin bir aşamadan sonra kontrol edilemez olduğunu bilirler. Ortadoğu ülkelerinde halkları, emekçileri, ötekileştirilen toplum kesimlerini sadece emperyalistlerin planlarının harekete geçirdiğini söylemek, kötü niyetlilik değilse, büyük bir cehalet ve bir kurgu roman senaryosu olabilir.

 Ülkemizdeki ulusal solcular BOP haritası gereği, Suriye’den sonra sıranın İran’a geleceğini söylüyor ve asıl hedefin  İran’ı düşürmek olduğunu söylüyorlar.  Oysa biliyoruz ki, hem  İran, hem de Suriye’de Esad rejimi, Mısır’da, Tunus’ta ayaklananlardan yanaydı. Bunu nasıl açıklıyorlar acaba bizim ulusalcılar? merak ediyorum.

Bir de ulusalcıların yarattığı yaygara ortamında bir çok şey gözden kaçırılıyor. Bir kere emperyalistler bölgede birlik içinde davranmıyorlar. ABD ve Avrupa bile tutum farklılıkları sergiliyor. Bunun ötesinde bugün Suriye’yi destekleyen İran, Rusya, Çin herhalde sosyalist ülkeler değiller. Bunlarda kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu ülkeler ve bölge hegemonyası için bir mücadelenin içindeler. Şimdi Suriye’nin anti emperyalistliği nerede? merak konusu.  Düne kadar Erdoğan ile kol kola olan kimdi? Onlarca devrimciyi, Kürt özgürlük mücadelesi mensubunu Türkiye’ye teslim eden kimdi? Abdullah Öcalan’ı ülkeden çıkararak uluslararası emperyalist komploya dahil olan kimdi? Bunların unutulduğunu mu sanıyorsunuz?

Ulusalcı solcularımızın bütün çabası Esat rejimini aklamadır. Nitekim  eskinin “maocu bozkurt”u İşçi Partisinden, “Modern faşist” CHP’sine, oradan “maceracı goşistine”, oradan “sosyal faşist” TKP’sine kadar  hemen hepsi geçmişteki bu kanlı karşıtlıklarını unutarak, hep bir ağızdan Esat rejiminin ne kadar anti emperyalist olduğunu ispatlamaya çalışıyorlar.

Oysa Türkiye’nin devrimci güçleri ve Kürt Özgürlük Hareketi  Bu iddiaların bütünüyle sahte olduğunu biliyorlar. Ne tez unuttunuz?  Esad rejimi birinci Körfez Savaşı’nda ABD’nin yanına savaşacak güçler yollamıştır, Irak’ın işgali sırasında ABD-İngiltere müdahalesini desteklemiştir.

 Türkiye’nin devrimcileri, sosyalistleri, mevcut Esad rejimini, aynen işgal öncesinde Saddam diktatörlüğünü eleştirdikleri gibi eleştiriyorlar.  Ulusalcı solcular ise yıkılan “laik” diktatörlerin arkasından gözyaşı döküyor ya da yıkılmak üzere olanları savunmaya çalışıyor. Çok geç! Ortadoğu’da yeni bir dönem başladı.

Sosyalistler bu yeni süreçte, ne mevcut gerici dikta rejimlerinden yana, ne de emperyalistlerin güdümüne aldığı gerici muhalif hareketlerin safında olmazlar. Onların safı zayıf ve cılızda olsa bir üçüncü cephe olarak bölge emekçi hareketlerinin ve Kürt halk hareketinin safıdır.

 Ulusalcılarımızın bir diğer ortak noktası da, Kürt sorununun çözülmemesidir. Çünkü  bu sorunun çözümü  onlara göre bir AKP oyunudur ve ABD eliyle bölgede AKP’yi güçlendirecek bir plandır. Bundan dolayı da  çözüme karşı çıkmak gerekir. İşi öylesine noktalara vardırıyorlar ki, Kürt hareketine “niye birlikte yaşamı savunuyorsunuz? Ulusların kaderini tayin hakkı gereği siz gidin ayrı devlet kurun” telkininde bulunuyorlar.

Bu defakto ulusalcı cephenin amacı Türkiye devletini dönüştürmek, Türkiye’de bir devrim yaparak mevcut  devleti ortadan kaldırmak değil. Sadece AKP iktidarını yıpratıp, yıkmaya çalışmaktır.  Bunu da tabandan gelen bir hareketle değil, üstten özellikle de ordu eliyle bir darbe hareketiyle yapmaktır. Çünkü hepsinin ortak özelliği, kitlelerin iradesine güvenmemektir. Onlara göre kitleler doğruyu bilmezler, onlar adına karar vericiler hep üstteki kemalist elitist kesimdir. Söylemleri ne olursa olsun, hepsini bir araya getiren bu elitist ruhtur. Bölgenin dikta rejimlerini desteklemekte bu ruhtan kaynaklanmaktadır.

Sözde bizim gibi düşünenleri reformistlikle, liberallikle, düzen savunuculuğuyla suçlayan bu kesimin kendisi reformisttir. Mücadelesi mevcut devleti değil, iktidarı hedefliyor. Oysa bu rejimin değişmesini hedef almazsanız, bir parti gider bir başkası gelir. Bunlar devrimci maskelerinin altında eskiye özlem duyan statüko koruyucusu  gericilerdir aslında. Çünkü AKP’nin toplumu İslamileştirmesine karşı çıkarken, savunulan düşünce eski kemalist sözde laik sistemin ötesine geçmiyor.

Hemen hepsine sorun, lafta Kürt halkının özgürlüğünden, ayrı devlet kurma hakkından yanadırlar ama sıra bu halk ile dayanışmaya, güçleri birleştirmeye gelince, Kürt hareketinin kuyruğuna takılmama adına hep yan çizilir. Çünkü sözleri ile eylemleri aynı değildir bunların. Birçoğu kapalı kapılar ardındaki sohbetlerde, Kürt hareketini ve önderliğini TC işbirlikçisi görür, hatta bazıları bu hareketi ve önderini bir devlet yapılanması olarak adlandırır.

Şimdi ortaya bir çözüm umudunun çıkması bunları oldukça telaşlandırıyor. Çünkü çözülmüş bir Kürt sorunundan sonra, siyaset yapmak için ellerinde fazla koz kalmıyor. Çünkü niyet devrim yapmak değil.  Yine Suriye’de özerk bir Kürt bölgesi en çok bu ulusalcı kesimleri tedirgin ediyor. Bu kesimler zaten olası bir Kürt devletini ikinci bir İsrail devletinin kuruluşu olarak lanse ediyorlar. Üstün ırk psikolojisinden kurtulamayan ulusalcıları rahatsız eden “ikinci sınıf vatandaş” olan Kürtlerin başarısıdır. Bu psikolojiden kurtulamayan ulusalcı sol, şimdi de Kürt sorununun olası bir  çözüm sürecine girmesini, AKP ile PKK ittifakı olarak adlandırmaktadır. Tarihin şu ironisine bakın ki, dün MHP faşizmine karşı mücadele edenler bugün Kürt ve Kürdistan sorununa aynı bakıyorlar, Suriye’deki gelişmelere aynı bakıyorlar. İki kesim de  maşallah ortak olarak “Emperyalist müdahaleye” karşı mücadele ediyorlar. İki kesim de anayasanın değiştirilemez maddelerini savunuyor. İki kesimde tekçi zihniyeti savunuyor.  AKP ve PKK bölücü diye nitelendiriliyor.  Ama Kürtlerin birlikte yaşamak iradesine de karışıyorlar.

Başlangıçta Mısır ve Tunus’ta ortaya çıkan ayaklanmaları selamlayan ülkemiz solu, sonraki gelişmelerden sonra tutum değiştirdi. Oysa sosyalist güçlerin oldukça zayıf olduğu Mısır ve Tunus’ta olan iktidar değişiminden Müslüman Kardeşler Örgütü karlı çıktı. Bu  durum Suriye için de geçerli gibi görünüyor. Emperyalistler bölgede dikta rejimlerinin sürdürülemeyeceğini anladıkları noktada, rejime muhalif güçleri yönlendirmeye çalıştılar. Arap baharı olarak ortaya çıkan halk hareketlenmeleri, emperyalizm karşıtı güçlerin zayıflığından dolayı İslamcı akımlar eliyle bir halklar kışına döndü. Ama bu durum bölgenin statükocu güçlerini savunmayı haklı göstermez.

Elbette hiç bir sosyalist Suriye’de  gerici Müslüman Kardeşler ve El Kaide yapılanmalarının iktidara gelmesini istemez. Yine hiç bir sosyalist, Esat sonrası ortaya çıkacak bir iç savaşta Alevilerin, Hristiyanların ve laikliği savunan Müslümanların hayatlarının güvencede olacağını söylemez. İşte tam da bu noktada bölgemiz devrimcilerine tarihsel görevler düşüyor. Gericilerin iktidarına karşı gerçek bir halk muhalefetini örgütlemek, mazlum Suriye halklarının bir boğazlaşmaya sürüklenmesinin önüne geçmek her devrimcinin birincil görevidir. İşte o zaman Suriye halklarının gerçek dostlarının kim olduğu açığa çıkacaktır.  

Bundan böyle, bölgenin statükocu güçlerinin iktidardan uzaklaştırılması sonrası tabloya bakmak ve bu yeni duruma uygun halklardan ve emekçilerden yana politikalar oluşturmak  gerekiyor.  Kaldı ki, gelinen bu aşamada, kime bağlı oldukları belli olmayan silahlı grupların önüne gelenleri katliamdan geçirdiği bir ortamda,  ayaklanmayı bastırma adına Kendi halkını uçaklarla bombalayan bir diktatörün iktidarda kalacağına hala hangi aklı evvel inanabilir?

Ortada bir iç savaş var ve bu savaşta 80 bin ölü var. Toplum karşılıklı katliamlarla düşmanlaştırıldı. Bunu dış güçlerin kışkırtması olarak görsek bile değişen bir şey yok. Sonuçta oynanan oyunda bilerek veya bilmeyerek rol alan bir Esat var. Başta reform, çok partili  rejim, halkın yaşam düzeyine yükseltme ve benzeri istemleri yerine getirmede samimi olsaydı, dış müdahaleci güçlerin oyununu bozabilirdi. Oysa şimdi bir dış müdahale kaçınılmaz görünüyor. Artık geri sayım başlamıştır. Her ne kadar Muhalifler hala etkin olamasalar da, emperyalist güçler Sürgünde kurulan b hükümeti tanıyarak düğmeye basmışlardır. Rusya’nın ve İran’ın direnişi nereye kadar gider bilinmez. Süreç bizi 80 bin ölüden sonra, BM’nin bölgeye barış gücü göndermesiyle devam edeceğe benziyor.