Şuanda 221 konuk çevrimiçi
BugünBugün1342
DünDün3402
Bu haftaBu hafta9066
Bu ayBu ay9066
ToplamToplam10477490
Yeni sömürgeciliğin değişkenleri - 13 PDF Yazdır e-Posta
İdris Köylü tarafından yazıldı   
Salı, 04 Mart 2014 21:11


Yeni sömürgecilik ilişkilerindeki değişim sürecinin irdelenmesi açıktır ki bir makale boyutunun üzerinde ve birbirini etkileyen birçok değişkenin bir arada ele alınmasını ve irdelenmesini gerektirir. Olgunun bir bütün olarak değerlendirilmesi o olguyu oluşturan çoklu değişkenlerin her biri kendi alanında bir uzmanlık işidir ve her birini kendi içinde etkileyen faktörlerin, sebepler birikiminin doğuracağı verilerin doğru sonuca bağlanması, öneriler sunması, çözüm üretmesi beklenir. Bu başlık altında irdelenen konunun gerek hacim açısından ve gerekse ilişkilendirilen çoklu bilimsel verilerin birbirlerini etkileyişlerinin analizi açısından böyle bir iddiası olmamasına karşın yeni sömürgeciliğin doğurduğu sınıfsal ilişki ve çelişkilerinin ulaşmış olduğu düzeyin gözlemlenmesi ve sınıf mücadelesine bu bağlamda öneriler sunması yazının başlıca amacını oluşturmuştur. Yazının bütünlüğüne çeşitli “ sol” gruplardan gelen eleştirilere cevap yetiştirmek yerine bütünlüğü bozmamaya çaba sarf ettik. Ancak “anlamama, kavrayamama” yeteneğine ulaşamadığımız arkadaşların bu hayran olunası statikliğini de biz anlayamadık.  Emperyalist Kapitalizmin gelmiş olduğu aşama itibariyle farklı emperyalist ülkeler sermayelerinin aralarındaki ilişkinin çatışma değil uzlaşma olduğuna ve sınıf mücadelesini yürüten devrimci örgütlerin bu yeni duruma uygun örgütlenme mücadele anlayışları oluşturmaları gerektiğine dair tespite itirazın esası “emperyalistler arasındaki çelişkinin bütünleşmeye yöneldiği tespitinin “yeni Troçkizm” olduğuna dair eleştirilerdir. Buradan arkadaşların çıkardığı varsayım ise bizim tek tek ülkelerde sosyalizmin inşasını reddettiğimiz ve dünya devrimi önerdiğimizdir. Öncelikle bu tür eleştirilerin muhatap alınmasını bile zaman kaybı olarak değerlendirdiğimizi belirtelim. Troçki hiçbir tezinde emperyalistler arasındaki çelişkinin başatlığını/birinciliğini reddetmemiştir. Ancak sistemin kendini koruması adına herhangi bir ülkedeki sosyalist devrime izin vermeyecekleri ve böylelikle tek ülkede sosyalizmin başarı şansının olamayacağıdır. Troçki’nin bu tezine en doğru yanıtı Sovyet devrimi vermiş ve o dönemde kendisinin de içinde bulunduğu tek ülkede sosyalizmin mümkün olduğunu kanıtlamıştır. Troçki’nin hareket noktası öylesine sübjektif ve öylesine tutarsızdır ki hem emperyalistler arasındaki çelişkinin objektif olarak dorukta olduğunu söylemekte hem de bu çelişkiden yararlanması gereken devrimcileri “aman ha, emperyalistler tek ülkede devrimi boğarlar” korkusuyla geri durmaya davet etmektedir. Gerçekten de emperyalistler arasındaki çelişki mendi aralarında savaşlara yol açarken her emperyalist sermayenin doğuş merkezi devletler kendi sermayelerinin sömürü alanlarını korumak, giderek yeni sömürü alanları işgal ederek genişletmek adına kendi sermayeleri adına savaşan “bağımsız” devletlerdir. Elbette bu bağımsızlık kendi sermaye gruplarına karşı bir bağımsızlık olmayıp farklı ve rakip sermaye gruplarının doğuş merkezi ülkelere karşı bir bağımsızlıktır. Taa ki 20. Yüzyılın son çeyreğine kadar bu durum devam edecektir. Ancak birinci paylaşım savaşıyla SSCB nin, ikinci paylaşım savaşıyla sosyalist sistemin bu çelişkilerin arasından sıyrılıp çıkmasıyla dünya pazarlarının üçte birini kaybeden emperyalistler Asyada, Afrika’da, Latin Amerika’da ulusal Kurtuluş Savaşlarıyla köşeye sıkıştırılmış, sömürü alanları birer birer kaybedilmeye başlanmıştır. Bu durum emperyalistler ikinci paylaşım savaşından sonra ve aralarındaki çelişki belirleyici olmasına karşın, kaybedilen pazarların yeni bir sömürgecilik yöntemleriyle tekrar elde edilmesi, mevcutların korunması ve yeniden hâkimiyet sağlanması için sistem ölçeğinde yeni politikalar geliştirmeye, aralarındaki çelişkiyi yumuşatmaya ve işbirliğine dönüştürmeye mecbur etmiştir. Yani emperyalistlerin aralarındaki çelişkiyi işbirliğine dönüştürmeleri sübjektif bir olgu değil sermayenin merkezileşmesi ve yeni pazarlara duyulan ihtiyaç sonucudur . Emperyalist dünyanın sistem adına hareket eden kurum ve kuruluşlarının ikinci paylaşım savaşının hemen sonrasında oluşturulmaya başlanması sistemin kendi içinde işbirliği çabalarının habercisidir. Gerçekten Nato, İMF, Dünya Bankası, uluslar arası Ticaret örgütü gibi tek tek emperyalist ülkeler adına değil sistem adına fonksiyonlaştırılmış, sistemin çıkarları adına hareket eden kuruluşlar bu dönemin ürünüdür ve sistemin işbirliğine yöneldiğinin ifadesidir. İşbirliği sürecinde bile emperyalist devletler-yukarıda tanımlamaya çalıştığımız bağlamda- biri diğerine karşı, birbirlerine karşı bağımsızlıklarını korumaktadırlar. Bu olgu Ulus devletlerin ortaya çıkışının da maddi gerekçesidir. Kapitalizmin Ulus devletler eliyle sömürüyü inşa ettiği maddi gerçeklikte, her ulusun devrimcileri bulundukları ülkede kapitalizme karşı sosyalizmin inşasını gerçekleştirmekle yükümlüdürler ve Lenin’in, Troçki’nin tek ülkede sosyalizmin imkânsızlığı tezine karşı savunduğu SSCB de-tek ülkede- sosyalist devrimin maddi koşullarının var olduğu tezidir. Yaşam Lenin’i doğrulamış ve SSCB de sosyalist devrim gerçekleşmiştir.

Bugün içinde bulunulan koşullarda sermaye birikimi ulus devletler sınırını aşmış ve Ulus devletler küresel kapitalizmin sekretaryasına dönüşmüştür. Kapitalizmin bu yeni sömürgecilik ilişkilerinin sürdürülüşünü projelendirmek, denetlemek, gidişata ayak uyduramayan koşulları uygun hale getirmektir. Küresel sermaye ulus devletlerden bağımsızlaşmıştır. Bu bağımsızlaşma, uluslar ötesi sermayenin bir Ulus Devlete değil yer kürenin tamamına egemen olma aşamasıyla eş zamanlı olarak kapitalizmin yaratıcısı ulus devletlere de ihtiyacı kalmamıştır. Bu koşullarda burjuvazinin ne bir ulusa ihtiyacı vardır ne de ulusal olan her hangi bir değerler sistemine ihtiyacı vardır. Sermayenin küreselleşmesiyle kapitalizmin egemenlik alanı da küresel çapta bir örgütlenme olarak somutlaşmıştır. AB, demagogların ileri sürdüğü gibi bir demokrasi ve insan hakları örgütlenmesi değildir. Küresel sermayenin Avrupa ölçeğinde bütünleşmesidir. Bu bütünleşme ikinci paylaşım savaşının hemen ertesinde ekonomik bütünleşmeyle başlamış, politik, siyasi kültürel bütünleşmelerle devam etmiş ve bir Birleşik Avrupa devletine doğru gitme çabaları yoğunlaşmıştır. Bu devlet küresel çapta sermayenin bir bürokrat-teknokratlar devleti olacaktır. Bir başka ifadeyle dünün kendi alanında ve diğerlerine karşı ekonomik, politik ve siyasi bağımsızlığıyla tanımlanan Ulus devletler bu gün küresel kapitalizmin “taşeron devlet” konumuna düşmüştür. “Ulusal burjuvazi” artık “Ulusun sahibi” değildir. Ulus içindeki ekonomik, politik, siyasi gücünü kaybetmiş, etki alanları ortadan kaldırılmış, varlıkları küresel kapitalizme bağlı her biri küresel sermayenin birer taşeronları olmuşlardır. Bu olgu sınıfsal ayrışmayı derinleştirmiş, heterojenliğe son verip ülke içinde safları homojenleştirmiştir. Bu saflaşmada piramidin en tepesini oluşturan “onlar” ve piramidin geniş yüzeylerini ve tabanını oluşturan “ bizler” varız. “Onlarla” “bizlerin” yaşamın herhangi bir noktasında kesişen hiçbir ortak yandan söz etmek olasılığı kalmamıştır. Bu olgunun iyi değerlendirilmesinin, devrimci hareket içinde işçi sınıfının ittifaklarının belirlenmesinde önemli olduğunu düşünmekteyiz.  Burjuva ideologlarının sınıf bilinçsiz kitlelere yutturduğu “baba, hami” devlet, yüzündeki maskeyi çıkarmış, babalığı ve hamiliği küresel sermayeye teslim etmek zorunda kalmıştır. Bu olgu yani egemen sınıfların baskı aygıtı olması olgusu bu gün “egemen sınıf” tanımlamasını daha net, daha anlaşılır ve gözle görülür duruma getirerek artık egemen sınıfın egemenlik alanlarından diğer rakiplerini bertaraf eden tek egemen gücün küresel kapitalizm olduğu olgusu gerçeklik kazanmıştır. Şayet yukarıda özetlenmeye çalışılan olgular gerçeklik kazanarak maddi dünyanın belirleyicisi olmuşlarsa bu öngörülerin sınıf mücadelesinin örgütlenme anlayışı ve çalışma tarzını, stratejisini ve taktiklerini belirlemede esaslı, mücadelenin aşamalarının belirleyicisi olacağı da kuşkusuzdur. Bu bağlamda devlet, devrim, sınıflar ittifakı üzerinde, dahası statik “sol” geleneğin kolaycı alışkanlıklarının bir kenara bırakılıp, doğmalara teslim olmadan yeni durumun yarattığı devrimci olanakları harekete geçirici çok yönlü, çok işlevli örgütsel mekanizmalara ihtiyacımızın olduğu açıktır. Devamını gelecek sayıda tartışmak üzere hemen belirmemiz gerekir ki, insanlığın karşı karşıya olduğu kapitalizmin yıkıcılığı 20. Yüz yıl kapitalizminin paylaşım savaşlarında dünyayı kana bulayan yıkıcılığıyla kıyaslanmayacak kadar vahim sonuçlar doğurabilecek olan küresel sermayenin yıkıcılığıdır. Ülkesel örgütlenme ve mücadele biçimlerini ihmal etmeden mücadelenin küresel çapta örgütlenmesi kapitalizmin ulaşmış olduğu düzeyin zorunlu sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu tek ülkede devrimin imkânsızlığı gibi bir anlam içermez. Tersine ülkesel devrimci örgütlerin küresel dünya egemeni kapitalizme karşı küresel bir mücadeleyi ve dayanışmayı zorunlu kıldığı sonucunu çıkarır. Üstelik bizi bu tespitlere bakarak “Yeni Troçkizm” le itham edenlerin, daha rekabetçi dönem kapitalizminde Uluslar arası işçi sınıfının dayanışması için canını dişine takan Marks ve Engelsin Enternasyonal çabalarını, Leninin Komiternin kurulmasındaki ısrarını da pek anladıklarını düşünmüyoruz.