Şuanda 95 konuk çevrimiçi
BugünBugün1265
DünDün3402
Bu haftaBu hafta8989
Bu ayBu ay8989
ToplamToplam10477413
KABUS PDF Yazdır e-Posta
İdris Köylü tarafından yazıldı   
Cuma, 20 Şubat 2015 22:43


 Çocukluğumda anamın en çok tedirginlik duyduğu yanım “alttan almamayı” bilmememmiş ve bu yüzden ileride başımı derde sokacak bir şeye maydanoz olmamdan korkarmış. Hatırlıyorum elbette bölük pörçük de olsa. Köy çocukları arasında bir meydan kavgasında en çok da benim kaşım gözüm patlar, kafam yarılırdı. Ağzım burnum kan içinde eve gelmekten de çekinirdim ama bir yolunu bulan anam o gün müneccim gibi benim yine bir yerlerimin kırılmış olacağını düşünüp köşe bucak beni aramaya çıkarmış. Anamın köteğinden korkardım da. “Gavur çocuğu ne senden çektiğim her gün bir kavga, her gün bir dövüş… Kafanda kırılmadık yer kalmadı” der, bir güzel paylardı beni. Hemen oracıkta konu komşunun yağlı, zift tutmuş aş kazanından parmağını daldırdığı yağlı karayı yara yerlerime sürer, elimden tutar eve götürürdü.

Babamsa en çok tez canlılığımı severdi. Bir yere “yumuş”a gönderdiğinde koşarak gider gelir, onu bekletmezdim. Çocukluğum anamın şefkat dolu paylamalarının, babamın aferinlerinin bileşenleridir desem abartmış olmam.

Gün oldu devran döndü kendimi tanımaya başladım. Hiç de öyle hırçın yaratılışlı, kavgacı gürültücü biri değildim. Köyümüzde imece usulü yaşamın benliğimde bıraktığı alışkanlıklar gölgem gibi yaşam boyu hiç peşimi bırakmadı. Öyle görmüştük, öyle öğütlenmiştik. “Muhtaç birisinin sana uzatılan elini geri çevirirsen sütümü helal etmem”… Ana sütüydü, helal ettirmek gerekirdi… Sana uzatılan el senin yardımına muhtaç olan eldi, geri çeviremezdin… Yıllardır aklıma gelmeyen, uzatılan ellerin yönünü tayin etmekten fırsat bulamadığım o mendebur soru bu yazının kaleme alındığı bu anda bu dakikada illa da hemen cevap vermem ısrarıyla dikilip durdu karşımda. “Ya sen muhtaç olursan kime el uzatacaksın”…

Şöyle edebi bir metinle, bilimsel bir makale ile bir nesir ya da bir şiirle cevabını aradığım soruyu, ne bir metnin içine sığdırabildim, ne bir şiirin dizelerine… Yoo, kimsenin hakkını yemek istemem. Çocukluğumda kulağıma fısıldanan bir şeyler vardı elbette. “Ben Akmeliğin torunuydum ve babamın oğluydum. Birine el uzatıp yardım istemek bizim şanımıza yakışmazdı. Herkes aciz, yardıma muhtaç olabilir, bize sığınabilirdi. Ama biz… Asla… Yok olabilirdik ya da yok edebilirdik… Ama asla birinin yardımını istemek bize göre değildi”….  Bugün çocukluğumdan kalma, kavgada atılan taşlarla yarılan başımdaki yara izleri, köyün ileri gelenlerinden birinin “ yarım efe torununun” kimsesiz bir çocuğa saldırısına karşı koymalarımın izleri değil miydi?.  Oysa ben Akmeliğin torunuydum, hangi babayiğidin harcıydı bizim tavuğumuza “kış” demek… Dedem, anamın diktiği uçkurlu beyaz donumun beline karabina tabancayı sokup beni sokağa saldığında henüz beş altı yaşlarındaydım. Tabancanın ağırlığından donup düşecek de ele güne malamat olacağım diye de ödüm kopardı.

Yaşamımın “ bu son nefesim olabilir” dediğim zehir-zemberek yıllarında çocukluğumdan getirdiğim bu alışkanlıkların bilinçaltı dürtüsüyle mi kimseciklerden bir şey istemedim, bir şey istemeyi ayıpsadım da omuzlarıma dağ gibi yükü kendi elimle yükledim… Belki…

Geldik bu güne… Yaşamda olması gerekenler olmaması gerekenlerin ayakları altındaydı ve haramiler üzerlerinden fincancı katırlarını geçiriyorlardı… Pestili çıkmış bedenler ezik otlar gibi bırakıvermişlerdi kendini haramilerin ağır ve hantal çizmelerinin altına… Haramilerin tabancalı tüfekli, kravatlı kravatsız adamları vardı, cellâtları vardı, işkencecileri vardı. Hapishaneleri ve tel örgüleri vardı… Tel örgülere çarpan kuşlar yeniden dönemiyorlardı yuvalarına… Bir kuzey rüzgârı esintisinde yeniden can bulmaya çalışanlar gök ekinler gibi dibinden biçiliyordu bu kez… Anladım ve gördüm… Düşündüm… Yaşamla doğa, insanla onur , ekmekle su arasında  yasak bölgeler oluşturan bir avuç haraminin  fincancı katırlarının ürkütülmesi gerektiğine inandım. Don Kişotu kıskandıracak hayaller kurdum… Bir köpeğin bir leşi parçalaması gibi yaşam filizini parçalayan haramilerden hayatın ve insanın kurtarılabileceğine sonsuz iman ettim ve inandım. Yeryüzü haritasından bütün sınırları kaldırıp attım tarihin çöplüğüne… Amerikan yerlileri sakallarını sıvazlayarak gülen yüzleriyle selamladı beni… Kadınlar bir demet kır çiçeği sundular, su döktüler atımın arkasından tez döneyim aralarına diye.  Asya, Afrika, Avrupa… Kalp ağrım Anadolu… Utangaç bakışları, kavruk yüzleriyle lokmalarını paylaşmaya hazır mahşeri ahali… Zılgıtlarıyla, türküleriyle, danslarıyla meydanları mekan tutanlar… Dil, din ırk, cinsiyet kavramlarını çıkardım sözlüklerden… Düşündüm, düşünmenin yetmediğini… Alaca şafakla harekete geçilmeliydi, pusular atılmalıydı haramilerin geçtiği yollara, fincancı katırları ürkütülmeli, el konulmalıydı kervanın ganimetlerine…  Pusular kurdum, pusulara yattım… Yenildim. Şaşarak gördüm harami soytarılarının haramilerden daha çok olduğunu… Düşündüm ve gördüm haramilerin dünyanın her karış toprağını, her kulaç suyunu işgal ettiğini… Anladım, Harami kervanlarının geçtiği dünyanın her karış toprağında, her kulaç suyunda harami saltanatına saldırılmadan haziran çimenleri gibi boynumuzu keskin tırpanların ağzından kurtaramayacağımızı. Kervanlarına ve kılıçlarına el konulmalı, pas bağlamış kişilikleri yunak taşlarıyla ovulup ortaya çıkarılmalı… Belki bir zamanlar insandılar ve insan olduklarını hatırlamaları için yardım bile teklif edilmeli… Haziran esintilerinde sallanan başak tarlalarında gök ekinlerin salınışı izletilmeli ve bir psikoloji biliminin hiçbir veriyi ihmal etmeye titizliği ile rüzgarın ve gök ekinlerin salınışı, yağmurun toprağa düşüşü, sürü halinde cıvıl cıvıl kuşların sesinin iç dünyalarında iz bırakıp bırakmadığı araştırılmalı…

Uyku hali ağır bastı uyuyakalmışım. Hayallerim uykuda kabusa dönüşüyor. Uzay boşluğunda bir ülkede yaşıyorum. Yaşadığım ülkede utanmazlık tavan yapmış, ihtiras, hırsızlık, arsızlık almış başını gitmiş. Cinayetler, uğursuzluklar yazgı olmuş adeta. Bir “ kalk” borusuyla silkelenip o güzelim Haziran sabahında ayağa kalkanlar haramilerin tel örgülerine çarpıp cansız sırtüstü düşüyorlar toprağa. Haramilerin atları var, kılıçları var, cellâtları var, zehirli kimyasal suları var. Evlerin musluklarından akıtmaya su bulamayanlar, demir arabalarına doldurdukları suya zehir katıp Haziran güvercinlerine sıkıyorlar… uçuşuyor güvercinler… ıslak kanatlarında taşıdıkları isyan bayraklarını bir sokaktan diğerine, bir meydandan başka bir meydana, bir mahalleye, bir şehre, bir kasabaya taşıyıp yeniden açıyorlar. Hayat çiçek açıyor, onur var olduğunu kanıtlarcasına “varız, buradayız, burada olacağız” diyor. Korkuyor haramiler… Çok konuşuyorlar çok korktukları için… uçuşuyor Haziran güvercinleri, saçaktan saçağa, caddeden caddeye, şehirden şehre… Ne çare, ne istediklerini biliyorlar ama nasıl yapacaklarını bilmiyorlar. Haramilerin “eğitimli beslemeleri” karışıyor güvercinlerin içine… Aman ne iyisiniz, ne kadar çok övgüye layıksınız örgütlü olmadığınız için”… Yenildiler, şimdilik. Yaralarını sarıp, “nasıl yapılmalı” sorusunun cevabını bulup yeniden meydanlara dönünceye kadar… Ardı arkası kesilmiyor harami saldırılarının… Kişileriyle, paralı yalamalarıyla, kurumlarıyla saldırıyorlar… En çok da direnişin simgesi dişi güvercinlere saldırıyorlar… Her gün bir cinayet ve yenilerini teşvik… Başarılılar cinayet işlemekte de, hırsızlıkta, uğursuzlukta olduğu kadar başarılılar… Haramiler örgütü tavşana kaç tazıya tut politikası güdüyor. Sözüm ona göstermelik bir iki kınama mesajıyla kendilerini sakladıklarını sanıyorlar ama kervan yollarında gedik açılmaması için yerli haramileri kah azarlıyor, kah sırtını sıvazlıyor. Bunun notunu hafıza defterime daha önce yazmıştım, unutmayacağım.

Tamam diyorum uykumda, “kes, bu kadar yeter”… Sen ne yapıyorsun… Bunca deney, tecrübe, yaşanmışlık… Çocukluğunda öğrenmiştin sana uzatılan eli geri çevirmemeyi. Ananın sütünü düşün… Uzatılan elleri düşün… oturup seyretmek yakışmıyor sana…Varsın haramilerin taşlarıyla başın bir kez daha yarılsın… Ayağa kalk… İçindeki ve içinizdeki safraları tükürün… Bir istatistik uzmanı gibi listeler çıkarmanın ötesinde sen ne yapıyorsun. Hiç eğip bükmeden kendini karşına al, gerekçelere sığınma, bahane üretme… Sen ne yapıyorsun… Bu hayaller senin, bunun düşlerini görüyorsun, tamam. Ama sen bu laneti defetmek için ne yapıyorsun? Usulcan başlayıp giderek kulakları sağır edercesine başıma üşüşen koro hep aynı kelimeyi tekrarlıyor… ayağa kalkman için daha ne bekliyorsun… Yüz çizgileri derinleşmiş bir nine öfke dolu gözlerini gözlerime dikip azarlıyor beni… “Ayağa kalk, ayağa kalk, ayağa kalk”. Koro, ninenin sözünü tekrarlıyor. “ ayağa kalk, kabusun bitsin”.