Şuanda 391 konuk çevrimiçi
BugünBugün1444
DünDün3402
Bu haftaBu hafta9168
Bu ayBu ay9168
ToplamToplam10477592
Köpeklerin gecesi PDF Yazdır e-Posta
İdris Köylü tarafından yazıldı   
Perşembe, 14 Mayıs 2015 07:45


İstanbul Hukuktan İdare Hukuku hocamız İL HAN ÖZAY ilginç bir kişilikti. Söylenenler doğruysa 12 Eylül faşizminde yurt dışına çıkmış, ABD den Japonya’ya birçok ülkenin Hukuk fakültelerinden davetler almış, bu ülkelerin Hukuk Fakültelerinde öğretmenlik yapmış… Türkiye’ye döndüğünde İstanbul Hukuk Fakültesinde öğrencisi olmuştum. Sınav sorularının “alışılmamış” sorular olduğunu söylerlerdi.  Soruların alışılmamışlığı nasıl olur diye de merak ederdim. 

O yılın Mayıs ayıydı. Çıldırtan, coşturan, kederlendiren, başınızı alıp gitme isteğinizi bastıramadığınız, içinizin kıpır kıpır olduğu ay, Mayıs…

Nihayet yazılı sınavda soruları önümüze sürdüler.

Hani biz kitap içeriğinden sorular bekliyoruz ya, ne gezer. Efendim “Diyarbakır olağanüstü hal valisinin konağını akrepler basmış, sarayın içi dışı akrep dolu. Vali bir çağrı yapar. Akrep başı şu kadar lira… Kim kaç akrep getirirse parasını alıp gidecek. Halk akrep avına çıkar. Torbalar, çuvallar dolusu akrebi yakalayıp getiriler, sayarak teslim ederler. Akrepler oracıkta yakılarak öldürülür. Lakin akrepler azalacağına giderek çoğalıyor, millet elinde torbalar çuvallarla akrep avlıyor ama onlar inadına çoğalıyor.  Vali söz verdiği parayı akrep avcılarına ödememiştir. Valinin vaadini idare Hukuku açısından irdeleyiniz”… Lan bu ne, nasıl sorudur bu… Valla ben akrepten çok korkarım ama soruyu okur okumaz içime bir sevinç doğdu, bir neşe bir keyif… İçimden durmadan “Bütün ülkelerin akrepleri birleşin” diyorum, yeniden yeniden tekrar ediyorum, “Bütün ülkelerin akrepleri birleşin!”  Başladım gülmeye… Ulan diyorum sokacak beni mi buldunuz, iğneniz canımı çıkardı… Şimdi doğru yoldasınız, hadi göreyim sizi… Bir yandan da hoca güldüğümü görmesin diye ağzımı kapatıyorum ama İL HAN hocanın ters ters baktığını gördüm ama gülmeyi durdurmak ne mümkün, kıkır kıkır gülmelerim yerini kahkahalara bıraktı, tutamıyorum kendimi, gözlerimden yaşlar boşanıyor. Sakinleşmeye çalıştım. Gülme krizim yeniden tutacak diye sorulara bakamıyorum… Elimde kalem bir türlü kâğıda gitmiyor ama hocanın gözü bende. Boş kağıt da veremem ki… Kalem kâğıda yaklaştıkça ya kâğıt eğilip bükülüyor, ya kalem başını alıp gidiyor. Nihayet ikisini bir araya getirmeye başladım. Bastıra bastıra yazıyorum. “ Akrepler akrep olalı hiç böylesine vakurlu, böylesine onurlu olmamışlardır” diye başlıyor cümlem. Olayı gözümde canlandırıyorum, canımı yakan akrepleri nasıl da yakın bulmaya başladım kendime… Bastıra bastıra yazıyorum. “Olağanüstü hal valisinin uykularını kaçırmışlar, tedirgin etmişler. Valinin konağına kimisi kapıdan girmiş, kimisi bacadan. Akrepleri çembere alıp kulaklarını kesip, aleme ibret için tankların arkasına bağlayarak meydan meydan dolaştırmak mümkün olmadığı gibi topluca öldürüp kimsenin bilmediği çukurlara da doldurmak mümkün değil, sokup yel gibi kaçıyorlar. Etme bulma dünyası, tümünü öldürseler bile birisi valiyi sokacak, kaçış yok”… Sınav bitti, kâğıdı teslim ederken hocayla göz göze gelmemeye çalıştım. Verip kaçacağım. “Bekle”. Sınav çıkışı göz işaretiyle “gel” dedi. Hocam önden ben arkadan hatırladığım kadarıyla bir üst kattaki odasına gittik. Başladı bağırıp çağırmaya, “bu nasıl bir cevap” “sen kendini ne sanıyorsun” gibi sözlerle tavanı yıkacak neredeyse. “Benim dersimden sittin sene geçemeyeceksin” dedi. Sakin olmaya çalışıyorum ama benim de sabrım taştı. “Hocam dedim, soru sormak, sınav yapmak sizin yetkinizde, sorulan sorulara cevap vermek de benim yetkimde. Sınıf geçmem için rica etmeyeceğim”… Kapıyı çekip çıktım. Arkamdan tekrar seslendi. Hiç saygısızlık yapmadan dönüp geri odasına girdiğimde başka bir hoca vardı karşımda. Güler yüzlü, nazik, kibar… Yer gösterdi, oturdum. “ asıl sınavın bu” dedi, “ bu denemeyi yaptığım arkadaşların bu fakülteden diplomalarını alacaklar, yönetici olacaklar, hâkim olacaklar, savcı ya da avukat olacaklar ama asla hukukçu olamayacaklar”… “Kâğıdını sen yazarken okudum, bakma kızmış göründüğüme, gülümsettin beni, teşekkür ederim”… Şaşırdım hocamın tavrına. “Hocam iyi misiniz” dedim. Hiç olmadığım kadar” dedi. “İnsan iki ayağı üzerine dikilmek için mücadele etti, direndi ve ayağa kalktı. Bu bir başlangıçtı. İnsanın insanlaşma süreci böyle başladı.” Gülümsedim, izin isteyip çıktım.

Hocam bu ülkenin seçkin bir aydınıydı belli ki… Öyle olmasına rağmen içinize bir burukluk çöküyor… Hocama göre ben iyi bir hukukçu olurum, hukuktan taviz vermem, korur kollarım hukuku. Tabii ki yüzüne karşı diyemedim ama içimden kendi kendime konuşurken söylendim.“ Peki ama sevgili hocam ben kimin, hangi sınıfın kime karşı iyi hukukçusu olacağım. Mahkeme salonları sınıf mücadelesinin çarpışma alanları değil mi?. Sanığı ile mağduru ile davalısı ya da davacısı ile avukatı olduğumuz ya da karşımızda olanları mülkiyet hukukun terazisinde tartarken mülkiyet hukukunu kutsuyor olmayacak mıyız?”. “Evet diyorum sevgili hocam bir konuda o kadar çok hakkınızı var ki burjuvazinin  sömürüsünü, ahlaksızlığını meşrulaştırma aracı olan hukuka önce burjuvazinin kendisinin sırt  çevirdiği günümüzde ne çok ihtiyaç duyuyoruz. Ve tabii duyduğumuzu ihtiyacın yakıcılığı içinde ne çok tökezleyip sömürü düzeninin hukukunu kutsuyoruz”. Toplumsal çelişkilerin kaynağı, baş sorumlusu olanlar yarattıkları açmazı varlıklarını meşrulaştırdıkları hukuklarıyla çözemezler. Daha birinci sınıfta çaktırmadan mülkiyet hukukunun kutsiyeti öğretilir. Yani mülkiyet kutsaldır ve bütün kutsallıklar mülkiyet üzerinedir. Mülkiyetin olmadığı yerde kutsallıkta olmaz. Özel mülkiyetin yarattığı açlık, sefalet toplumsal cinnet insanların boğazını sıkan gölge gibi peşimizi bırakmazken “mülkiyet hırsızlıktır” deyip ona saldıranlar bu hukukun hedef tahtasındadır ve bu hukukun kurallarıyla idam edilir, hapislerde yatırılır, işkence edilir, yurdundan yuvasından sürgüne gönderilir. Sözcüleri bağırır… Bu hukuka aykırııı…! Birileri kıs kıs güler, demeçler verir, açıklamalar yapar… Her şey hukuk içinde olmalı derler… Kendileri yaptırırlar, varlıkları buna bağlıdır, ama riyakardırlar aynı zamanda… Biz yaptırdık, yaptırıyoruz, bunun için kurumlar oluşturduk, bütçeler hazırladık, paralar harcıyoruz, hem de sizin cebinizden topladığımız paralarla demezler…  Yani ölümü gösterip vebaya razı ederler.   İçinde insandan önceliği olmayan, doğayla kucak kucağa, açlığın, sefaletin, cinayetlerin olmadığı başka bir dünya yaratılır ve biz bir gün bu dünyanın hukukçusu oluruz.”… Bunu hocama açık açık söylemeyi ne çok isterdim. Eminim, hırçın öğrencisinin yüzüne yine o babacan tavrıyla gülümserdi.  

Sevgili hocam, bütün sıcaklığınızla kalbimdesiniz, sizi hiç unutmadım.

İki bin onbeş yılının Mayıs ayı… Çıldırtan, coşturan, kederlendiren, başınızı alıp gitme isteğinizi bastıramadığınız, içinizin kıpır kıpır olduğu ay, Mayıs…

Nerede okumuştum unuttum. Zalimlerin korkaklığını, boyun eğen ezik insanın tehlikeli olduğunu… İkibin onbeş yılının bir Mayıs günü Taksim alanında yine sınav vardı… Kâğıtsız kalemsiz bir sınav. Üstelik bu sınavın adayları sadece insanlar da değildi. Sınav iki ayaklılara olduğu kadar dört ayaklılara da açıktı. Sınav alanı yasaktı alana polise, tomalara, kalkan ve coplara rağmen girilecekti. Alana çıkan yollar dört bir yandan barikatlarla, panzerlerle çevrilmiş, yasaklanmıştı. Kalemsiz kağıtsız bir sınav, yasaklara karşı insan olmanın, onurun sınavıydı. Yasaklara karşı mücadelenin sınavı. Yasakçıların hiç beklemediği bir anda ve hiç ummadıkları bir yerden barikatları yıkarak meydana dalan bir avuç devrimci,  karga tulumba yakalanıp yere yatırılıyor, tekme tokat, kelepçe… Eylemcilerin ağzı yüzü kan içinde… İşgal altındaki taksim meydanının bir “ meydan okuyucusu” daha var…  030 numaralı köpek… Amerikan filmlerinde görülen eğitilmiş, özel tasmalı cinsinden değil. Taksim/Gezi parkı köpeklerinden… Sokak köpeği yani…  Coplara, tehditkâr bakışlara aldırmadan eli yüzü kan içinde, yere yatırılmış elleri arkadan kelepçeli devrimcinin başına gelip duruyor. Burnunu yerde yatan devrimcinin yüzüne yaklaştırıyor, devrimci ile köpek göz göze geliyor. Sanki “birlikteyiz, moralini bozma” der gibi sokuluyor tehditlere aldırmadan. Gülümsüyorum. “Şu Gezinin gülen yüzüne bak, köpekleri bile eğitmiş”… Bekliyordum, kafasına ne zaman bir tepik yiyecek diye, gecikmedi beklemem. Polis, tekme salladı köpek biraz uzaklaştı. Taksim, Gezi ruhu… Alışmış olmalıydı tomalara, tazyikli sulara… Devrimciler polis arabalarına bindirilip götürülürken de bırakmadı peşlerini, havlayarak, sanki “sizinle beraberim” der gibi arabaların arkasından koşuyordu.

Bu görüntüyü izlerken yıllar önce Beyazıt meydanında bir otobüs durağında bildiri dağıtan bir ufak tefek bir genç kızın üstüne yürüyüp yüzüne tüküren, her nasılsa anası iki ayaklı doğurmuş ruhen değil ama şeklen insana benzeyen yaratığın insan oluşuyla Gezinin köpeği beynimin kıvrımlarında yan yana geldi… Tabi genç kız başı örtülü bacılarımızdan değildi… Kim bilir, belki birileri bu kızın ağzı salyalı yaratığın hakaretini hak ettiğini bile üşünüp kıs kıs gülmüştür bile… Benim aklım Gezi köpeğinde… İnsan ve köpek… Köpek ve insan…

Düşünsenize… O akşam bütün köpekler 030 numaralı köpeğin “insanın yanı başında” olmasını kutlamak için bir gece düzenliyorlar. Kutlamalar yapılıyor ve bundan sonrası için mücadelelerde ne yapacaklarını, nasıl tavır alacaklarını, direnişe desteklerini tartışıyorlar. Kararlar alıyorlar ve hep birlikte sokağa fırlıyorlar…”Ya bu düzen bütün canlıları, bütün doğayı yok edecek, ya da biz bütün canlılar, cansızlar, bütün doğa, yeryüzü, gökyüzü biz bu düzeni yıkacağız”… Bütün dünyanın 030 numaraları birleşin….

Biz insanların yapamadıklarını yapabilmek için… 

Acaba diyorum köpekler insanlaşırken insanlar köpekleşiyor mu?