Şuanda 341 konuk çevrimiçi
BugünBugün258
DünDün3402
Bu haftaBu hafta7982
Bu ayBu ay7982
ToplamToplam10476406
Küresel kapitalizm koşullarında faşizm üzerine bir deneme / 15 PDF Yazdır e-Posta
İdris Köylü tarafından yazıldı   
Salı, 22 Mart 2016 18:46


Kapitalizmin değişik aşamalarında süreci belirleyen sermaye birikiminin yoğunluğu, yoğunlaşmaya denk düşen devlet ve yönetim biçimlerini belirlemiştir. Kapitalizmin serbest rekabetçi dönemine denk düşen liberal devlet burjuva ilericiliğinin de ebesi olmuş, burjuva sınırlar içinde kalmak koşuluyla kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin kitleler üzerinde “de facto” şekilde kendini gösteren despotik devletini yasal burjuva devlet ile değiştirmiştir. Sanayileşme ile işçilerin sermayeye kattığı artı değer sermaye birikiminin esasını oluşturacaktır. Burjuva devlet, yasal düzenlemeyi de her kapitalist ülkede az çok farklılıklar gösterse de felsefesini “eşitlik, özgürlük, insan hakları üzerine” kuracaktır. Yeni fikir ve görüşler kapitalizm öncesinin üretim ve toplum biçimlerine göre ileri olan burjuva devletin gelişmesi ve serpilmesi üzerine üretilecektir. Sermaye birikiminin buna ihtiyacı vardır ve burjuvazi devlet desteğinde ve devletin dışında üretim araçlarının mülkiyetine sahiptir ve üretim, tüketim ve sermaye dolaşımına devlet müdahalesinin reddi anlamında “ bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” de liberal düşence biçiminin çıkış noktasını oluşturacaktır. Bu dönem kapitalizmi vahşi kapitalizm olarak anılmasına karşın burjuva devletin karakteri despottur ancak devletin yönetim biçimi faşizm değildir. Sermaye birikiminin yoğunlaşmasına paralel olarak bu yoğunlaşmayla orantılı, kendini yeniden üretecek uygun pazarlara sahip değilse siyasi, politik, kültürel bunalımın kaynağına dönüşür. Yani sermaye yoğunlaştıkça yeni pazarlara ihtiyaç duyacaktır. Faşizmin, kapitalist üretimin tarih sahnesine çıkmasından sonra ortaya çıkmasının nedeni budur. Yoğunlaşan sermayenin sahip olduğu Pazar payıyla ters orantılı olması, yani maksimum yoğunlaşmanın ihtiyaç duyduğu Pazar payının minimumda kalması, büyük sermayenin küçük pazarlarda boğulmasıdır, şişen sermayenin yoğunlaşmasına uygun pazarlardan yoksun olması, yeni pazarlar bulmak için saldırganlaşmasıdır. Sermayenin yoğunlaşması kapitalizmin emperyalizm dönemine denk düşecektir. Emperyalist kapitalizm döneminde burjuvazi sermaye birikimini yoğunlaştırırken, kapitalist üretim biçiminin ortaya çıkardı işçi sınıfı da kapitalizme karşı mücadelesini yoğunlaştırmaktadır. Bir başka deyişle kapitalist üretim biçiminin ürünü olan işçi sınıfı içinden çıktığı sistemin alternatifi olmuştur. Sermaye birikiminin yoğunlaşmasıyla işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesi at başı gelişmiştir. İrdelemeden şöyle bir sonuç çıkarılamaz: Burjuvazi, Emperyalist/Kapitalizm döneminin tepik görünümü olan sermaye birikiminin yoğunlaştığı her durumda faşizme başvurmuştur gibi amacını aşan bir anlam yüklenmemelidir. Yoğunlaşmanın yarattığı bunalımları aşmak için fiilen zorbalığa başvurmuştur, kazanılmış hakları budamıştır, baskı yasalarına başvurmuştur, ancak bu yöntemler kapitalizmin doğasında olan yöntemlerdir, ancak faşizm olarak adlandırılamaz.
Az çok rekabetçi ortamın tamamen ortadan kalkmadığı, ancak büyük sermayenin her geçen tekelleşmesiyle küçük üretim birimlerini ve küçük sermayeyi yutması, ortadan kaldırması ile bir yandan ulusal sınırlar içinde kendisiyle rekabet edecek diğer grupları yutması, diğer yandan diğer kendi ulusal sınırlar içinde tekelleşen sermaye gruplarıyla daha bu dönemde uluslar üstü bir aşamaya yönelmesiyle, ancak asıl ve ağırlık olarak merkez kapitalist ülkelerdeki tekelci sermayelerin dünya pazarlarının paylaşılmasında aralarındaki rekabetin/çekişmenin belirleyici olması nedeniyle, bu çelişkinin çözümü, hak ettiğine inandığı pazarlara sahip olmanın yolu kapitalist sermayeler arasında cereyan edecek olan savaşla mümkün olacaktır. Rekabetçi kapitalizmi takip eden Emperyalist/Kapitalizm döneminde en atak ve yoğun sermaye birikimine sahip olmasına karşın bu büyüklük e gelişmişlikteki sermayeye uygun pazarlara sahip olmayan kapitalist ülkelerin tekelci burjuvalarının başvurduğu yönetim biçiminin adıdır faşizm… Klasik Alman ve İtalyan faşizmlerinin doğum ve gelişimleri yeterince irdelendiği için burada ayrıca üzerinde durmaya gerek duymuyoruz.
Yukarıdaki açıklamalardan amacımız, faşizmin tekelciliğini ötesine geçip küreselleşen ve bu noktadan da geri dönüşü mümkün olmayan kapitalizmden ve içinde bulunduğu küresel tekelleşme boyutundan ayrı düşünülemeyeceğidir.
Gerek merkez kapitalist ülkelerde görülen ve bir ara dönem görüntüsü oluşturan klasik faşizmin, gerekse geri bıraktırılmış ülkelerde süreklilik arz eden sömürge tipi faşizmlerin gerek iktidara gelişlerinin ve gerekse iktidarlarını sürdürüşlerinin, kitlesel pasifikasyon araçlarının biricik aracı, karşı devrimci zordur, kitlelerin bu zor yoluyla yıldırılması, korkutulmasıdır. Ulaşılmak istenen amaç ise açıktır: Siyasi ve İdari yönetimin tekleşmesi, devlet mekanizmasının amaca uygun olarak yeniden düzenlenmesidir. Bunun için burjuva demokratik hak ve özgürlüklerin kırıntılarının ortadan kaldırılması, sisteme itiraz edecek güçlerin ileri unsurlarının ortadan kaldırılması, demokratik kitle örgütlerinin dağıtılması, yöneticilerinin sindirilmesi üzerinden kitlelerin korku ve yılgınlık çemberine alınmasıdır. Bu uzun ve ya kısa vadeli programlarla aşama aşama gerçekleştirilen ve her adımında hedefe biraz daha yaklaşılan bir programın taktik adımlarıdır. Bu aşamalarda devlet yeni fonksiyonuna uygun biçimlendirilir ve bunun için uygun kadrolar işbaşına getirilir. Elbette bu yönetimin simgesel görüntüsü faşist partinin başındaki liderdir. Faşizmin gelişimine karşı koyan güçlerin bu gelişimde üç öldürücü yanılgısı ortaya çıkmaktadır:
Birincisi kapitalizme dokunmadan faşizmle mücadele edilebileceği yanılgısıdır. Sanılır ki faşizm maddi temeli olmayan şeytani güçlerin kötü niyetlerinden ibarettir. Onu doğuran kapitalizm, bu sınıfların ilişkileri, yüzlerce yıllık yönetme deneyimine sahip olmalarının politik, siyasi diplomatik manevralarında kıvraklığı gözetilmeden sanki bu sınıflar, bunların görünürdeki temsilcileri bu faşist uygulamalara karşıymış gibi kitlelerde bilinç bulanıklığı yaratılır. AB nin bilmem ne temsilcisinin bu uygulamalara karşıymış gibi demeçleri manşetlere taşınır, ABD in bilmem hangi başkan yardımcısının “ tazıya tut, tavşana kaç” kurnazlığı bir güzel hazmedilerek neredeyse kapitalist ülke merkezlerinin sözcülerinin dudaklarından çıkan bizi aptal yerine koyan bir iki sözü hacet kapısı haline getirilir. Hiç kuşkusuz kitlelerin bilinç bulanıklığından yine bilinç bulanıklığının yaratıcıları yararlanır. Zaten gerek bu sınıfların gerekse görünürdeki siyasi/diplomatik temsilcilerinin amacı da faşizm melanetin anasının kapitalizm olduğunun kitlelerin gözünde saklamak, kitlesel tepkilerin kapitalizme yönelmesinin önüne geçmektir.
İkincisi, kitlesel tepkiler faşist partinin başındaki lidere yönetilerek sanılır ki faşist partinin başındaki lider bertaraf edilirse faşizm bertaraf edilecektir. Faşist partinin, lideri orkestranın maestrosudur, düzenleyicisidir, orkestrayı idare eder, ancak orkestranın kendisi değildir. Faşizmin bir bütün olarak ele alınması bilinciyle hareket edilmediği sürece hazırlanan çetrefil tuzaklara düşmek kaçınılmazdır. AKP iktidarının bütünü gözetilmeden bütün tepkileri R.T.E ye yöneltmek yanılgısı işaret edilen tehlikenin görünür biçimidir. RTE, faşizm orkestrasının maestrosu, yöneticisidir, tek başına kendisi değildir. RTE yi oraya getiren sınıfların hesap kitap bilmediğini düşünmeden oraya getirdiğine inanmak ise saflığın ötesinde aptallıktır. Onlar ne istediğini ve neye ihtiyaçları olduğunu inceden inceye hesaplayıp hayata geçirme beceri ve tecrübesine sahiptirler. Bilinçle değil, karanlıkta el yordamıyla öğrenmeye çalışan, öğrenme sürecinde çanak çömleği kırıp geçiren sadece biziz.
Üçüncüsü, faşizmin iktidar aşamalarının ortak özelliği karşı devrimci terördür. Kitleler bu kör terörün hedefindedir. Hedef ne kadar isabetli vurulursa amaçlanan kitlelerin korku ve yılgılığına o denli yaklaşmış olacaklardır. Bu faşist partiye toplumsal yaşam alanlarını faşist iktidara hazır hale getirme fırsatı verecek, kokutulan, sindirilen, can derdine düşen kitleler faşist düzenlemelere itiraz edebilme konumundan uzaklaşacaktır. Faşizmin, halk düşmanı olarak tanımlanmasının nedeni budur. Bu noktada şu son altı ayda meydana gelen kitlere yönelik terör olaylarını açık yüreklilikle tartışalım ve adını açık koyalım: Hizmet ettiği tek alan faşist iktidarın ihtiyaç duyduğu korku ve yıldırmadır. Bir yandan iktidarın kendisi gibi düşünmeyenlere yasal görünüm altında oluşturduğu yargı tetikçiliği ile baskı ve gözdağı vermesi, diğer yandan sokaktaki insana yönelik toplu katliamlar, birbirlerine düşman gibi görünmesine rağmen, aslında aynı amaca hizmet eden güçlerin karşı devrimci eylemidir. Bir eylemi kimin gerçekleştirdiğine bakılmaz, eylemin kimin işine yardığına bakılır. Diyarbakır, Cizre, Şırnak, Sur ve diğer il ve ilçelerde sivil Kürtlere yönelen devlet terörü ile canlı bomba eylemlerini gerçekleştiren TAK adlı örgütün üstlendiği eyleminin eylemin niteliği ile Suruç, Ankara ve İstanbulda radikal dincilerin üstlendiği canlı bomba eylemlerinin niteliği yöneldiği hedef açısından aynı amacı taşımaktadır. Faşizm, korkmuş, sinmiş, yıldırılmış, pasifize edilmiş kitle tabanı üzerinde iktidar olur imkan ve araçlarıyla kitlesel pasifikasyonu esas alır. Hatta öyle ki, bu amacına ulaşmak için toplumun en gerici ve bağnaz kesiminin aracılığı ile kitlelerin “itiraz eden” kesimleri üzerinde kurduğu hegomonik baskısını “milli irade böyle istiyor” diye meşrulaştırmaya çalışır. Avrupada neo faşist partilerin kitle tabanlarının Avrupada yaşayan azınlıklara, göçmenlere karşı uyguladığı psikolojik ve fiziki şiddet ile AKP iktidarının kitle tabanının uyguladığı psikolojik ve fiziki şiddetin felsefi ve sosyolojik kaynağı aynıdır. Fiziki ve psikolojik şiddet faşizmin mayasıdır.
Bu olgu sadece fiziki şiddetin faşizmin görünür yöntemi olarak ortaya çıktığı geri bıraktırılmış ülkelere özgü de değildir. Bu başlıktaki yazının neredeyse bütün bölümlerinde küresel kapitalizmin yerkürenin en ücra sınırlarına kadar egemenlik ağlarını kurduğunu, gidecek başkaca yerinin kalmadığını, kriz ve bunalımlarının toplumsal/kitlesel hoşnutsuzluk olarak ortaya çıktığını, rahat dönemlere özgü burjuva meşruiyet sınırları içinde yönetemez olduğunu, sınıf çelişkilerinin gerek merkez kapitalist ülkelerde gerekse bağımlı geri bıraktırılmış ülkelerde tarihin hiçbir döneminde rastlanmayan keskinlikte cereyan ettiğini bıkmadan tekrarlamak zorunda kaldık. Bu tespitin doğal olarak varacağı yer, artık faşizm tek tek ülke işçi sınıfı ve emekçi halklarının sorunu olmayıp küresel kapitalizmin kuşattığı yer küre içindeki ülkelerin ortak sorunu haline geldiğinin ortak bilincinin yaratılmasıdır. Türkiye AKP iktidarı ile faşizme yöneliyor da kıtasal Avrupa,ABD, Doğu Avrupa, Latin Amerika,Afrika, orta Doğu nereye sürükleniyor?... ABD başkanlık seçimlerinde faşist Trumpa verilen kitlesel destek ile daha düne kadar adı sanı bilinmeyen, üstelik çok kısıtlı olanaklarla başkanlık yarışına giren Komünist Sanderse yönelen kitle desteğinin arkasında yatan gerçek sınıf çelişkilerinin açık göstergesi değil de nedir? Doğu Avrupanın Macaristan, Polonya, Ukrayna gibi bir çok ülkesinde klasik faşist iktidarları aratmaya yönetimlerin iktidara gelmesi, Merkez Avrupanın hemen bütün ülkelerinde neo faşist partilerin hızla kitleselleşmesi, bunun karşısında çeşitli nüanslarıyla solun klasik burjuva partilerine yüz vermemeleri, kendini açıkça “sol”. “sosyalist” “komünist” olarak tanımlayan partilerin etrafında kitleselleşmeleri sınıf çelişkilerinin keskinlik boyutlarının açık ifadesidir. Bu nedenle sorun sadece ulusal boyutta ele alınamaz. Kapitalizmin küreselleşmesi sınıf mücadelesinin de küresel boyutta ortak mücadele ve örgütlenme zorunluluğunun açıklanabilir nedenidir. Sonuç olarak kitlesel pasifikasyona, korku ve yılgınlık yaratmaya yönelik hiçbir eylemin ilerici karakterinden bahsetmek şöyle dursun, iktidar olma yolunda her aracı tartışmasız kullanan faşizmin değirmenine su taşımaktır ve devrimciler bu tür eylemlerin ortağı olmazlar.