Şuanda 98 konuk çevrimiçi
BugünBugün75
DünDün3402
Bu haftaBu hafta7799
Bu ayBu ay7799
ToplamToplam10476223
Düş ve gerçek / 1 PDF Yazdır e-Posta
İdris Köylü tarafından yazıldı   
Perşembe, 02 Şubat 2017 18:05


Kendimle ilgili anlatacağım bir hikâyem yok. Şayet onu tesadüfi bir ortamda tanımamış ve daha sonra yine tesadüfi bir ortamda karşılaşmamız uzun bir sohbetle sürüp gitmeseydi bu öykü de ortaya çıkmayacaktı.

Üç beş eş dostun bir araya geldiği, gündeme ilişkin konuların sohbet havasında tartışılacağı bir toplantı için o lokale gitmiştim. Bazı tipler vardır hani yanınızda, yanı başınızda bitiveren, kendi işe yaramazlıklarını başkalarının omzundan “işe yararlığa” çevirmeyi meslek edinmiş hödük tipler… Gittiğim lokal toplantısında bu üç beş eş dostun arasındaydı, doğrusu daha masaya oturmadan içimden kalkıp gitmek geldi ama, bunun kaba bir davranış olacağı düşüncesiyle bir sandalye çekip masaya oturdum. Hiç renk vermeden sohbete katıldım. Adamımızın kaşı bir oynuyor, gözü bir oynuyor, kolumu çekiştirerek yan masada oturan birini işaret ederek “ tanımıyor musun” dedi, o filancadır, bu kadar meşhur birini nasıl tanımazsın”… . Adamımızın en bilinen özelliği kendi işe yaramazlığının üstünü ismi cismi kamuoyunda bilinen bir siyasi muhalif, bir iş adamı, bir futbolcu, bir artist ya da aktrisle tanışmış olmanın, onunla filanca yerde karşılaşmış, sohbet etmiş, ortak tanıdıkları varmış havasıyla örtmeye, bulunduğu eş dost çevrelerinde kendini “önemli adam” kategorisine sokmaya çalışırdı. Bu tür yalama tavırlarını epeydir bildiğim için aldırmadım, istifimi bozmadım. Israrları devam edince İster istemez başımı yan masaya çevirmemle adamın sert, azarlayıcı bakışlarıyla karşılaştım. Sandalyemin yerini değiştirip, yandaki masaya arkamı döndüm, zayıfça, orta boylu, saçları kırlaşmış, sert mizaçlı birine benziyordu, gördüğüm, bildiğim birisi değildi. Bu gereksizliğe canım sıkılmıştı. Arkadaşlar da durumu fark etmişlerdi, “ne işi var bunun” der gibi başımı salladım. “Ne yapalım, geldi işte” gibi memnuniyetsizliklerini göstermeden de çekinmediler. Nihayetinde onu da uzun yıllar tanıyorduk, üç beş eski arkadaşın gizlisi saklısı olmayan bir sohbet toplantısıydı. Duymuşsa kaçırmazdı. İzin isteyip, çıktım. Lokalin yakınındaki otobüs durağında bir elin omzuma vurduğunu gördüm. O idi, azarlayıcı bakışlarıyla muhatap olduğum sert mizaçlı “ meşhur” adamımız… “Merhaba” dedi, biraz yürüyebilir miyiz?. Elbette dedim…
Gece karanlığında cadde ışıklarının göz alıcı aydınlığında yürümeye başladık. “ Özür dilerim” dedi, tavrım sana değildi, üstelik seni tanıyorum. Malum dönemlerde aynı şehirlerde, aynı cezaevlerinde kalmadık ama ismen cismen tanıdığım birisisin”. Adını söyledi, benim de ismen tanıdığım birisiydi. Antifaşist mücadele yıllarında gözü pekliği neredeyse efsaneleşmişti. “Belki bu tesadüfi karşılaşmamız tanışmamız için iyi bir vesile olmuştur” dedi. Konu konuyu açtı, anlattıkça anlattı, anlattıkça anlatacağı şeyler bitmek yerine çoğalıyordu… Geç vakit olmuştu, en kısa sürede yeniden görüşmek üzere ayrılırken, Ekin Sanat dergisinde yazılarını okuyorum, istersen yazabilirsin dedi. “Söz dedim, yazacağım”. Anlatıcı o idi, bana yalnızca yazmak düştü. Aradan çıkıyorum, o anlatıyor:

İnsanlar tanırsınız, esmer kumral, kadın erkek, beyaz ya da siyah derili. Şu inançtan ve ya bu inançtan… Ne var bunda demeyin, zaten benim derdim de görünene ilişkin bilgiçlik taslamak değil… O rengin, inancın ya da cinsiyetin içine hapsolmuş, saklanmış, görünmeyen, zaman zaman yakınlık duyduğumuz, zaman zaman itici bulduğumuz insan karakterleri vardır… Hani Mayıs çiçekleri vardır açmak için mevsimini bekleyen, hani kış uykusuna teslim olmuş toprak vardır nefes almak için baharı bekleyen… İnsan vardır içindekini dökmek için umman arayan, ısınmak için önyargısız, sevecenlikle açılmış bir yürek bekleyen... Bir de yanınızda, yanı başınızda bitiveren, kendi işe yaramazlıklarını başkalarının omzundan işe yararlığa çevirmeyi meslek edinmiş hödük tipler vardır… Uzun mücadele yılları boyunca bu türlerin her biriyle ayrı ayrı karşılaştım, kimisi irademle kimisi iradem dışı zorunluluklar nedeniyle… Benim için içimi dökecek umman, ısınacağım bir yürek oldun, teşekkür ederim.
Devrimcilerin birçoğu gibi o müthiş fırtınaya çocukluktan ilk gençlik çağına geçiş yıllarında yakalandım… Devrimcilerle, liseyi okuduğum kasabadaki ilişkimiz giderek örgütsel bir mahiyet kazandı, boykot ve gösterilere katılma, ilerici derneklerde faaliyetlerde bulunma, bildiri, afiş derken o yıl ki Üniversite sınavlarında iyi puan alıp İyi bir üniversite kazanmıştım, ailemin bana ilişkin umutları yüksekti, çok çalışıp doktor olacaktım. Büyükşehir bizim kasabaya pek benzemiyordu, ilişkiler daha karmaşık, mücadele daha sertti. Mücadele ettiğimiz güçler düzenin para militer sivil ve resmi güçleriydi, bu güçler iç içeydi ve birinin bozguna uğradığı yerde diğerleri ortaya çıkıyordu. Ama kimse bize Cennete giden yolun tekin olduğunu söylememişti de vaat eden de olmamıştı. İnsana ve hayata ilişkin her şey bu mücadelenin sonucuna bağlıydı. Ya karşı devrimciler yenilecek ve sırat köprüsü aşılarak cennete ulaşılacaktı ya da cehennem zebanilerinden daha korkunç bu güçlerin elinde esir olacaktık. Bu öyle bir düştü ki bedeli ne olursa olsun hiçbir şey beklemeden, hiçbir gelecek hesabı yapmadan fedai ruhuyla savaşılabilir ve o sihirli mutluluk iksirinden hep beraber bütün insanlar kana kana içecektik. Öyle bir düş ki bu, uyanmak isteyenin aklından şüphe ederim, uyandırmak isteyeni mutlak düşman bellerim. Gerçi mezun olup doktor olacağım, böylesine yoksul bir ailenin çocuğu için bu kapı bir cennet kapısı ama, tek kişinin girebileceği kadar dar bir kapı… Oysa bu düşümüzü gerçekleştirirsek bütün bir ülkeyi, bütün bir dünyayı cennet yapacağız… Cennetin bütün nimetlerini birer birer hiçbir ayrım gözetmeksizin bütün insanlığın önüne sereceğiz. Lakin Cennetin kapısını zebaniler tutmuş ve cennetin anahtarı ellerinde. İçeride bir avuç mutlu azınlık… Rahatları için koca bir dünyaya kan kusturuyorlar… Cennetin anahtarları bunlardan alınacak, bunun yolu ne, yöntemi nedir bilmiyoruz. Robinhood gibi sevimli hırsızlar mı olacağız, Spartaküs gibi kölelerden kurduğumuz ordu ile Romanın üzerine mi yürüyeceğiz, Promete gibi Olimpos tanrılarından ateşi çalıp “ ey insanlar alın, aydınlanın, ısının” mı diyeceğiz, gerçekten bilmiyoruz. Her sol örgüt başka bir şey söylüyor, mutlak olan ise biz cennetin anahtarını bir avuç mutlu azınlığın elinden alacağız, tartışmasız alacağız. Diğer sol gruplarla tek ortak paydamız cenneti insanların dünyasına getireceğimize ilişkin ortak inancımız… Böyle bir inanış ve inançla yer aldım örgütlenme içinde. Onca deney ve tecrübesizliğime rağmen örgütüm beni öğrenci hareketleri sorumluluğu ile görevlendirdi… Diğer örgütlerdeki arkadaşlarımız, abilerimiz deneyli, tecrübeli… Benim deney ve tecrübem hak getire… Her sol örgüt kıyasıya bir mücadele ile öğrenci kesiminde var olmaya çalışıyor, deneyini, tecrübesini konuşturuyor, bunlarla nasıl başa çıkarım, ne yaparım… Körün duvarı sürerek gideceği yere gittiği gibi her şeyi el yordamıyla kotarmaya çalışıyorum… Gerçi okuduğum Tıp fakültesindeki mücadele diğer okullara nazaran daha yumuşak ama benim mekânım okuduğum okul olmaktan çıkıp “sathı mücadeleye” dönüştü, yani direnişteki bütün üniversiteler… Grev çadırlarının korunması, geceleri mahalle savunmaları… Adeta okulla ilişkim kesildi… O yıl örgütüm Tıp fakültesinden ayrılıp, kitlesel ilişkilerin daha yoğun, mücadelenin daha çetin olduğu filanca okula gitmem gerektiğini söyledi. Ertesi yıl o okula kayıt yaptırdığımda gerçekten Tıptaki mücadeleye benzemeyen sertlikte bir mücadele alanı ile karşılaştım. 12 Marttan içerden çıkan abilerimiz var okulda, onlar bize yol gösteriyor, toplantılar, tartışmalar… Gündem oldukça yoğun… Benden önceki dernek başkanı arkadaşım tutuklanmış, cezaevinde… Uzatmayayım, o yıl antifaşist mücadelede daha aktif olan bütün sol örgütlerin oy birliği ve kitlesel desteği ile dernek başkanı seçiliyorum, okul kalabalık, antifaşist üye sayımız on binin üzerinde… İstisnasız her gün çatışmaların yaşandığı bir alanda bu kadar büyük bir kitlenin sorumluluğunu taşımak ürkütüyor beni… Tek bildiğim uzlaşma ve savunmaya geçmek yok… Chenin o meşhur “ en iyi savunma saldırıdır” ilkesine öylesine inanmışım ki bizi kuşatanlar nereden, hangi gün nasıl saldıracağımızı bilmiyorlar, bizden oldukça üstün güçlere sahipler ama hesap edemedikleri bir zamanda ve beklemedikleri saldırı türüyle şaşkına döndürüyoruz tosuncukları da, “koruyucu melekleri” polisleri de… O dönem tosuncukların iktidar ortağı olan parti kuduruyor, bizim okulun ele geçirilmesi için kararlar alıp resmi güçlere direktifler veriliyor ama ne gam… Biz bu işi öğrendik, milim geri adım attıramıyorlar. Lakin aşamadığım bir sorun var. Üniversite’ye yaş akranlarımdan iki yaş küçük geldim. Okuduğum okul Yüksek öğretmen okulu ve eğitim bölümü öğrencileri neredeyse babam yaşında ve “çocuk yaştaki birisi bize başkanlık mı edecek” deyip kararlara uymakta kaytarıyorlar. Nerede fırsat bulursam yüzüme jilet vuruyorum, güya traş oluyorum. Belki sakallarım, bıyıklarım çıkarsa beni ciddiye alırlar diye… Olsun, biz bu işi öğrendik, milim geri adım atmaya niyetimiz yok, tosuncuklar da resmi güçler de direnişimizi kıramıyorlar… Hiç beklemedikleri anda ve hiç beklemedikleri yerden saldırılarımızla şaşkına dönüyorlar… Yakalandım, bir yıl hapis yattıktan sonra dışardayım. Mücadelenin en şaşalı günleri… Lakin… Örgütüm beni öğrenci kesiminden çekiyor…