Şuanda 124 konuk çevrimiçi
BugünBugün1285
DünDün3402
Bu haftaBu hafta9009
Bu ayBu ay9009
ToplamToplam10477433
cezaevi günlüğü 8: Brejnev'e mektup ve ... PDF Yazdır e-Posta
İbrahim Yalçın tarafından yazıldı   
Cuma, 19 Kasım 2010 07:00


(Brejnev’e mektup ve ceza evinde dönen büyük oyun)

İlk defa tek başınayım. Tedirginim. Tanımadığım bir şehir, benden başka siyasi tutuklusu olmayan bir hapishane... Üstelik de isyandan gelmişim. Sabıkalıyım.

Amasya ceza evi’nin kapısından içeriye adımımı atar atmaz, aklıma ilk bunlar geliyor.

Hava kararmış, ceza evinde müdür ve savcı yoktu. Başgardiyan ve diğer gardiyanlar meraklı gözlerle bana bakıyorlardı. Özel bir taksiyle getirilmiştim. Bu biçimde getirilmiş olmam bile ‘’tehlikeli’’ olduğum anlamına geliyordu. Jandarma’dan teslim alınır alınmaz, doğru içeriye, koğuşa götürüldüm. Kimse bir şey sormamıştı. Tedirgin olmama gerek yokmuş diye geçirdim içimden. Biraz olsun rahatlamıştım. Beni bir koğuşun içersine koyan gardiyanların ‘’geçmiş olsun hemşerim allah kurtarsın’’ demeleiryle birlikte, hiç tanımadığım insanların arasında, 25 kişilik bir koğuştaydım. Ayağımda bir terlik, pantalon yerine bir pijama, sırtımda ve bir gümlekten başka, üzerimde hiç bir şey yoktu. Üstelik beş kuruş param bile yoktu. Her şeyim, elbiselerim ve param Isparta’da kalmıştı. Hiç bir şeyimi vermemişlerdi. Elbiselerimi istediğimde, ‘’.. gittiğin yere göndereceğiz’’ demelerine rağmen, hiç bir zaman göndermediler.

Amasya ceza evi, Isparta ceza evine göre  eski bir yerdi. Yemekhanede bulunan masa ve sandalye görevi gören tabureler taştı. Koğuşlar tıklım tıklım dolu ve koğuşta bulunan ranzalar üç katlıydı.

Geçmiş olsun, allah kurtarısın gibi beylik sözlerden sonra, dipte ve üçüncü kat bir ranzada yatağımı gösteren meydancının hemen ardından yatağıma gidip biraz dinleneyim diye düşünmeye kalmadan, beni getiren gardiyanların koşar adım koğuşa girdiklerini ve ‘’çabuk ol Ankara’dan seni arıyorlar telefonun  var’’diye yaka-paça tekrar cezaevi idari bölüme getirildim.

Ankara’dan beni kim arayabilir ki? Hem sonra, aranmış olsam bile, benim bu saatte telefona çıkartılmam da neyin nesi oluyordu. Hiç bir anlam veremedim ama, hiçbir şey de düşünmeksizin koşar adım kapı altına gelmiştim. İçerde önüme geçen bir gardiyan aniden beni durdurdu ve ‘’hayır, yanlışlık oldu telefon sana değil’’ dedi. Tekrar koğuşa döndüm. Koğuş arkadaşlarım, bu saatte Ankara’dan aranan beni merak etmişler, Kim bu adam? Ankara’dan arandığına göre ve gardiyanlarında koşar adım gelip beni çağırdıklarına bakılırsa ‘’önemli bir kişi’’ olduğumda şüphe yoktu(!)

Üçüncü katta, bana ayrılan ranzama uzandım, Oturmak istedim ama oturamamıştım. Başım tavana değiyordu.

Amasya ceza evi’ndeki ilk gece böylece bitmiş, yeni bir gün başlamıştı. Koğuş arkadaşlarımla tanıştım, siyasi olduğumu öğrenmeleri üzerine benimle daha çok ilgilenmeye, samimiyetlik kurmaya çalıştıkları her hallerinden belli oluyordu. Kimisi ayakkabı, kimisi pantalon ve gömlek vermek için adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Aşırı ilginin Nedenini az sonra anlayacaktım.  Öğleye dogru, kapıya gelen bir gardiyan beni ismimle çağırdı, nereli olduğumu öğrenmek istiyordu. Elbistan’lı oldugumu söyledim. Kürt müsün dedi. Hayır dedim. Çekinerek alevi olup olmadıgımı sordu. ‘’Alevi-sünni ayırımı yapmadığımı, kişinin insan olması benim için yeterlidir’’ dedim. Sabah sayıma gelen gardiyanlara, akşam nöbetçi olan gardiyanlar tarafından, benim hangi koğuşta olduğum söylenerek, göz-kulak olmaları tembihlenmiş. ‘’ hemşerim senden çok çekiniyorlar, akşam Ankara’dan telefon gelmiş, seni sormuşlar, ceza evine gelip gelmediğini öğrenmişler. Bizim arkadaşlar da telefonun sana geldiğini sanmışlar seni o nedenle çağırmışlar’’ ’dedi. Mesele anlaşılmıştı. Gece neden apar topar götürüldüğümü merak ediyordum, rahatlamıştım. Daha sonra ismini hatırlamadığım bu gardiyanla arkadaş olduk. Amasya’nın yerlisiymiş Alevi mezhebinden ve devrimci- demokrat bir yapısı vardı.

Amasya’ya geleli iki gün olmuştu. Isparta ceza evi’ndeki isyanın devam ettiğini gazetelerde öğrendim. İsyan’ın sona ermesi için ‘’ benim tekrar Isparta’ya getirilmem’’ isteniyordu. Gazete’de çıkan bu haber üzerine, ceza evi infaz savcısının odasına çağırıldım. ‘’Isparta’dan disiplin cezası aldığımı ve 15 gün hücre’de tecritte kalmam’’ gerektiği söylendi. Koğuşa gönderilmeden doğruca hücreye götürüldüm.

CARDIN’LAR ARASINDA 15 GÜN...

Ceza evinin zemin katında, bir kaç metre karelik bir avluya bakan  iki ya da üç tane demir kapılı hücre vardı.  İçeri yarı karanlık ve soğuktu. Uzun süre burada kalmanın kolay olmayacağı anlaşılıyordu. Ortalıkta ağır bir  Küf ve nem kokusu vardı. Hücre kapısının zor açılmasından, buraya uzun süreden beri kimsenin konulmamış olduğu anlaşılıyordu. Öbür hücrelerde de ses seda çıkmadığı için benden başka kimse yoktu. Bu beni daha da tedirgin etti. Beni getiren gardiyanlar son derece kibar davranıyorlardı, ‘’ allah kurtarsın hemşerim’’ diyerek kapıyı büyük bir gürültüyle ve adeta zorla kapatarak çıktıkları zaman, ortalıkta tam bir ölü sessizliği hakimdi.

Korku ve panik içersindeydim. Hücre kapılarının açıldığı küçücük avludan sızan lamba ışığının, mazgal deliği aralığından hücreye giren yansıması, ilk bakışta belli olmasa da bir süre sonra, çok az da olsa hücreyi aydınlatabiliyordu.

Ellerimle duvarları yoklayarak nerde olduğumu anlamaya çalışıyordum. Duvarlar nemli içeri basbayağı soğuktu. Bir kaç saat önce yaşadığımın farkındaydım, şimdi, diri diri bir mezara konulmuş gibiyim. Ortalıkta en küçük bir ses yok. Öylesine kalakaldım, hiç bir şey düşünemiyordum bile. Ne kadar böyle kaldım bilmiyorum. Kapıların gürültüyle açıldığını duydum.Ayağa kalktım ve beklemeye başladım, ‘’belki de beni buradan çıkartacaklar’’ diye düşündüm. Alevi olduğunu söyleyen Amasya’lı  gardiyan geldi. Öyle çok sevinmiştim ki, kapı açık olsa boynuna sarılacaktım. ‘’Bir yolunu bulup’’ geldiğini söyledi. Bana söyleyecekleri varmış. Hızlı hızlı konuşuyordu.

İlk sözü, ‘’gözünü seveyim cardınlara dikkat et’’ demek oldu. Hücre’lerde kocaman lağım fareleri varmış, bunlara cardın deniliyormuş. Her yemek saatinde ortaya çıkar beklerlermiş. Ekmeğimin bir kısmını bunlara verdiğim taktirde sorun olmaz, karınları doyduktan sonra geldikleri gibi giderler ve bir sonraki yemek vaktine kadar da kesinlikle rahatsız etmezlermiş. Aksi taktirde uyuduğum zaman özellikle kulaklarımı yemeleri içten bile değilmiş.  Söyleneni yaptım tabi. Ne zaman yemek saati gelse, (sanırım kapı gıcırtılarını duyuyorlardı) Derhal, iki tane kocaman cardın karşıma dikiliyor, öylece bana bakıyorlardı. Ekmeğimin büyük bir kısmını ufaltarak önlerine atıyordum. İştahla ve hiç çekinmeden yiyorlar ve ortadan kayboluyorlardı. Buna rağmen bir kaç gün, geceleri gözüme uyku girmedi. Korkuyordum. Uyurken, özellikle kulakları kemirirler, farkına bile varamazmışsın. Cardın’ların ağızlarından çıkan salya’lar uyuşturucu gibiymiş, kulaklarımı yeseler bile fark edemezmişim...

Zaman ilerleyip de günler geçmeye başladığında  alıştım tabi. Her seferinde yemeklerini veriyor, ne onlar beni nede ben onları rahatsız ediyordum. Karşılıklı saygıdan kusur etmiyorduk(!)

BREJNEV’E MEKTUP YAZIYORUM...

15 günlük hücre cezası bitmişti. Aynı koğuşa tekrar getirildim. Her tarafım ağrıyor, yorgun ve uykusuzdum. Koğuş arkadaşlarım tarafından sevgiyle karşılandım. Herkes çay ısmarlıyor, geçmiş olsun diyordu. İlk geldiğim gün, bana pantolon ve ayakkabı vermek için yarışan koğuş arkadaşlarım arasında Antakya’lı Ferhat isminde genç bir delikanlı vardı. 23-25 yaşlarında, Uzun boylu, ince yapılı, dal gibi  yakışıklı bir çocuktu. Yankesici olduğunu sonra öğrendim.

Antakya’lı Ferhat, benden ayrılmıyordu. Bir gün havalandırmada volta atarken alçak bir sesle, ‘’abi senden bir ricam var’’dedi. Ne olduğunu sordum, bir mektup yazmamı istiyordu, elbette yazarım dedim.

Yemekhaneye indik, kalem kagıt getirdi. Kime yazılacak diye sorduğum zaman ağzım açık kaldı. Mektup Brejnev’e yazılacaktı.  ‘’Abi senin kalemin güçlüdür. Rusya devlet başkanına yazacağız’’ dedi. Mektubun içeriğini sormadan, ‘’ Rusya devlet başkanı değil, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği devlet başkanı’’ olduğunu söyledim. Her neyse abi, işte ona yazacağız dedi.

Daha önce, İngiltere kraliçesi Elizabet ve Küba devlet başkanı Fidel Castro’ya varıncaya kadar yazmadığı devlet ve hükümet başkanı kalmamış ama hiç birisinden de olumlu bir cevap alamamış.  Benim yazacağım mektuba çok güveniyordu. Meselenin ne olduğunu sorduğum zaman şaşkınlığım daha da arttı.

Para istiyordu.

Trafik suçundan hapse düştüğünü, işinden atıldığını, iki çocuğu ve hanımının yersiz yurtsuz ortalıkta kaldığını, çocuklarının sokakta kurtulması için allah rızası için  kendisine yardım edilmesini rica ediyordu.

Kendisine, Brejnev’in bu konuyla ilgileneceğini sanmadığımı, boşuna bir çaba olacağını söylememe rağmen ısrar ettiği için dayanamadım ve söylediği şeyleri uygun bir şekilde, içeriğini bozmadan yazdım verdim. Diğer devlet başkanlarından ne cevap gelmişse hemen hemen aynı cevap Brejnev’den de geldi. Böyle bir konu için ayrılmış bir ödeneklerinin olmadığını, üzülerek(!) belirtikten sonra, istenirse, İstanbul başkonsolosluğuna müracaat edebileceği de  salık veriliyordu.

Brejnev defteri(!) kapanmış olmasına rağmen Ferhat peşimi bırakmıyordu...

AMASYA CEZA EVİ’NE PARA AKIYOR...

Amasya ceza evine, hiç bir yerde rastlamadığım kadar çok fazla günlük gazete giriyordu. Mahkum ve tutuklular sabah erkenden uyanıyorlar ve kapı önlerinde gazetelerin gelmesini bekliyorlardı, her mahkum en az 4 yada 5 gazete birden alıyor ve doğruca yatağına çekiliyordu. Kimileri günlük ulusal gazetelerle yetinmiyor, dışardaki aile efradından yerel gazeteleri de sipariş ediyordu. Hiç kimsenin günlük siyasal olaylarla ilgilendiği falan yoktu, gazetelerin okunan bir tek sayfası vardı, reklam ve ölüm ilanlarının yazılı olduğu kısımlardı.

Büyük bir şirketin yönetim kurulu başkanı, ya da ne bileyim sahibi ölmüşse eğer, bu kişinin arkasında verilen taziye mesajları ve baş sağlığı ilanları dikkatle izlenerek notlar alınıyor ve derhal faaliyete geçiliyordu. Ölen kişinin eşine ya da oğluna derhal mektup yazılıyor ve ‘’Yengeciğim yada abiciğim, başımız sağolsun’’ denilerek, rahmetlinin yanında uzun yıllar çalıştım, beni tanırsınız denilerek, şu anda trafik suçundan hapiste olduğu vurgulanarak eşi ve çocuklarının da çok perişan oldukları ve mümkünse rahmetlinin huzur içersinde yatması için az da olsa bir yardım ricasında bulunuyorlardı.

Öte taraftan, Türkiye’nin  en ücra köylerine, muhtar ve köy öğretmenlerine varıncaya kadar mektuplar yazarak aynı şekilde yardım isteniyordu. Elbette mektup yazılan yerin özellikleri de dikkate alınıyor ve ona göre yazılıyordu. Örneğin, Tunceli’nin her hangi bir köyünde muhtar yada öğretmen olsun fark etmiyor, yazılan bir mektup, DÜZEN KURBANIYIM diye başlayıp sonlanırken, Konya iline yazılan mektuplarda, KADER KURBANI teması ağırlıklı oluyordu. Kısacası, sol eğilimli olduğunu düşündükleri kişilere Düzen, sağ eğilimli olduğunu düşündükleri kişilere gönderilen mektuplar Kader kurbanı olarak yazılıyordu.

KIBRIS’LI SAATCİ NASIL DOLANDIRILDI?

Amasya cezaevi’nden sadece ülke içersine değil ülke dışarsına da yoğun bir mektup akışı vardı. Kıbrıs bu konuda en şansız(!) ülkelerin başında geliyordu. Koğuş arkadaşım Antakyalı FERHAT, Kıbrıs Türk kesiminin telefon rehberini ele geçirmiş gözü gibi saklıyor kimseye göstermiyordu. Ferhat ülke içersinden daha çok Kıbrıs’la ilgileniyordu(!) Orada bulunduğum bir gün benden rica etti ve telefon rehberinde adı adresi ve saatci dükkanının fotoğrafı bulunan bir kişiye mektup yazmamı istedi. Kırmadım tabi.

Mektup, doğrudan adamın ismine hitaben yazılıyordu. Kıbrıs’ta (Kıbrıs çıkartması sırasında) askerlik yaptığı dönem tanıştıkları hatırlatılarak, hal hatır sorulduktan sonra, her seferinde olduğu gibi, yine trafik suçundan hapiste olduğu ve ailesinin çok perişan olduğu anlatılarak mümkünse, geçmiş dostluklarının hatırına küçük bir yardım talebinde bulunuluyordu.

Ben bu mektubu, acıklı bir dille yazıp gönderdikten kısa bir süre sonra, Adı geçen saatçi’den Ferhat adına bir koli  ve bir mektup geldi. Koli’de çok güzel bir kol saati yanında ayrıca gömlek, ayakkabı ve iç çamaşırları vardı. Ayrıca, gelen mektupta da Ferhat’ın durumuna son derece üzülmüş olduğunu belirterek, üzülerek kendisini hatırlayamadığını, mümkünse bir resmini yollamasını da rica ederek, Amasya Halk bankası hesabına 300 lira havale çıkarrtığını bildiriyordu. Koğuş arkadaşım yankesici Ferhat bu mektuba çok duygulandı(!) bu kadar büyük bir paranın, benim yazdığım mektubun etkisinden olduğuna karar vererek beş beşlik bir demlik çay ısmarladı(!)

Mektup’un cevabını yazmak gerekiyor tabi. Teşekkür içerikli bir mektup yazarak zarfın içersine birde vesikalık resmini koyup zarfı kapatacağım sırada, Ferhat kolumdan tuttu ve ‘’ dur abi, gözünü seveyim dur. Bu adam biraz fazla kerize benziyor, ben bundan bir 300 lira daha kopartacağım’’ dedi. Nasıl yapacağını sordum anlattı. ‘’ Abi bu adam 300 pepeli halk bankası kanalıyla göndermedi mi, gönderi’’ diye devam etti. Biz ona, Amasya’da halk bankası şubesi olmadığını, bu bakımdan gönderdiği parayı alamadığım için bu paranın tekrar kendisine gönderileceğini, mümkünse Amasya’da bulunan İş Bankası şubesine yollaması gerektiğini yazmamı istiyordu. Hayır ben bunu yazmam, çünkü sen o parayı aldın dedim. Tüm yalvarmalarına rağmen yazmadım. Canın sağolsun abi ben yazarım diye oturup kendisi yazdı ve kısa bir süre sonra, bizim(!) Kıbrıslı saatciden yeni bir mektup geldi.

Amasya’da Halk bankası şubesinin olmadığını bilmediğinden yakınıyor ve o paranın kendisine gelmesini beklemeden İş bankası Amasya Şubesi’ne aynı miktarda parayı havale ettiğinin müjdesini veriyordu. Ayrıca resmi görür görmez Ferhat’ı tanımış olduğunu da anlatıyordu. Şaşırmıştım. Ferhat’a yahu yoksa sen sahiden Kıbrıs’ta mı askerlik yaptın? diye sordum. ‘’ Ne Kıbrısı be abi, ben sana bu adamın kerize benzediğini söylememiş miydim, bak işte dediğim çıktı ‘’ demez mi...

Amasya’da kaldığım iki ay gibi kısa bir sürede, hemen her gün ceza evine on binlerce liralık havale geliyordu. Ceza evinde bulunan mahkumlar, içerden dışarıya  her hafta önemli miktarda para yolluyor ev bark ve araba satın alıyorlardı.

Ceza evi yönetimi; savcı, müdür ve gardiyanlar adeta mahkumlarla ortak çalışıyor, gelen paradan yüzdelik alıyorlardı.

Hiç unutmam, bir gün Amasya’da geçen bu olayı bir yoldaşa  anlatmıştım, yoldaş, anlattıklarımı can kulagı ile dinledikten sonra, ’’..haydaa, desene Amasya’da yüzlerce MİHRAC URAL varmış’’ demez mi..

AMASYA’DA GÜNLERİM SAYILI. ALİ FUAT ÇİLER ZİYARETİME GELİYOR...

Kısa sürede  ceza evine alışmıştım. Tek başımaydım ama, herkes tarafından seviliyor saygı görüyordum. Alevi gardiyan her istediğimi yapıyor, dışarda ihtiyacım olan herşeyi getiriyordu. Beni çok sevmişti. Bayram ziyareti sırasında, açık görüş olacağını ve bir yolunu bulursa beni kaçırabileceğini söylüyordu.

Rahatım yerindeydi ama yalnızdım. Arkadaşlarımın bulunduğu yere girmek istiyordum. Üniversite son sınıfta okulun bitmesi için üç dersim vardı. Adalet bakanlığına yazı yazmış, sınavlara girebilmem için İstanbul’a naklimin yapılmasını talep etmiştim. Yeni bir kanun çıkmış ve Üniversite öğrencilerinin ceza evlerine sınavlara girebilecekleri konusunda karar alınmıştı.

Bakanlığa yazdığım dilekçeye olumlu yanıt gelmiş, İstanbul’a naklimin yapılması için Amasya Cumhuriyet savcılığına talimat verilmişti. Buna rağmen ödenek yokluğu ve güvenlik sorunu bahane edilerek bekletiliyordum.

1978 yılının ekim ya da kasım ayı olmalı, Ziyaret mahalline gitmem anons edildi. Benim Amasya’da olduğumu kimse bilmiyordu, merakla ziyaret kabinine gittim. O gün, ilk defa gördüğüm Ali FUAT ÇiLER’le karşılaştım. Samsun civarında bir işi olduğunu ve buralara kadar gelmişken beni de görmek istediğini, ihtiyacım olup olmadığı sordu. Kısa bir süre görüştükten sonra gitti.

Ali Fuat ÇİLER, 1978 yılı Şubat ayında İstanbul’da yakalanmıştı. Nasıl ve ne zaman tahliye olduğunu sormadım. Son dönemlerde, kimi yerlerde Ali FUAT’ın ağzından 1976 yılından itibaren on sene hapis yattığına ilişkin yazılar okuyorum. 1978 yılı son aylarında Amasya’da beni ziyaret eden Ali FUAT ÇİLER olduğuna göre, bu yazılanlar da neyin nesi, anlamış değilim..

MUHBİR KUŞLAR...

Amasya cezaevinin en önemli özelliklerinden birisi de, ceza evi çatısına yuva yapmış kuş’lardı. Ceza evi çatısında binlerce kuş vardı. Kafanı kaldırıp da çatıya bakacak olsan kuşlar hep birlikte kanat çırparak havalanıyor ve askerler, toplu şekilde havalanan kuşların çıkarttığı sese göre çatı’da kaçmaya yeltenen mahkum olup olmadığını anlıyormuş. Hapiste kaçmak için plan yapan mahkumların korkulu rüyası ne jandarma ne de gardiyanlardı. Korkulan en önemli unsur çatı da yuvalanmış kuşlardı. Bu bakımdan Mahkumlar tarafından sevilmezler, mümkün olduğunca kuşlara yem vermek istemezlerdi. Kuşların bir tek ismi vardı orada. Muhbir...

(9.bölüm, İstanbul Sağmalcılarâ gelişim ve Nebil Rahuma ile karşılaşmam’la devam edecek)

Son Güncelleme: Pazartesi, 28 Ocak 2019 18:56