Şuanda 386 konuk çevrimiçi
BugünBugün2115
DünDün3402
Bu haftaBu hafta9839
Bu ayBu ay9839
ToplamToplam10478263
hapishane günlüğü 9: nebil ve filistinli gerillalar PDF Yazdır e-Posta
İbrahim Yalçın tarafından yazıldı   
Pazartesi, 22 Kasım 2010 06:22


(Sağmalcılar cezaevi, Nebil Rahuma ve Filistinli gerillalar)

Sagmalcılar ceza evine bu üçüncü gelişimdi. Birincisi kısa sürmüştü. 1974 yılında, Atatürk öğrenci sitesinde öğrenci temsilci idim. Faşistlerle yurtta çıkan bir kavgadan dolayı tutuklanmıştım. Yıllar sonra, MHP İstanbul milletvekili olacak olan Mehmet Gül ve Mustafa VERKAYA ile şehit aileleri avukatlıgını yapan Fethi YILDIZ adlı faşistler’le birlikte, Ben, Lütfü YAVUZ (DS davasından uzun yıllar hapis yatan bir arkadaş) ve şu anda İstanbul’da avukat oldugunu duyduğum ama ismini hayırlayamadığım Kürt bir arkadaş, 6 kişi tutuklanmış ve 45 gün kalmıştık.

İkinci gelişimi, bu yazı dizisinin ilk bölümünde zaten anlatmıştım. Bu üçüncü gelişim oluyor.

50 kişilik siyası koğuştan içeri girdiğim zaman, Nebil’le karşılaştığım ana kadar, Nebil’in, benim buraya geleceğimden haberi yoktu. Karşılaşmamız ani oldu. Beni karşısında görünce şaşkınlık içinde boynuma sarıldı. Bana bakıp bakıp gülüyordu. Buraya gelmiş olmamdan dolayı ikimizde mutluyduk.

Yanında, Muzaffer ve Mahmut isminde iki tane sempatizan yoldaşla birlikteydi. Artık dört kişiydik. Acıkmıştım. Hemen bir çay demledi, arkasından, alel acele, yumurtalı makarna yaptı. Çaylarımızı içmiş karnımızı doyurmuştuk. Halimizden memnunduk. Tek başıma kalmaktan sıkılmıştım. Şimdi rahattım artık. İstanbul’da olmak, içerde de olunsa, her taraftan günlük haber almak demekti. Her hafta düzenli ziyaretçilerimiz geliyordu ve saatlerce konuşma imkanımız vardı.

Nebil Rahuma, tek bir konuya kilitlenmişti. Firar... ‘’Mutlaka ve  bir an önce yeniden kaçmalıyız’’ diyor, başka bir şey demiyordu.  Kaçtığı halde, kısa zamanda tekrar yakalanmış olması zoruna gidiyordu. Her tarafı kolluyor, en küçük ihtimalleri bile kılı kırk yararak değerlendirmek istiyordu.

Ceza evinde, ağır ceza alacak olan, Acilciler davasından ben ve Nebil, TİKKO davasından iki kişi ve DS davasından İbrahim İlci dışında iki tane de Filistinli gerilla vardı.

Sağmalcılara gelişimin ikinci gecesi, koğuştakilerin yattığı bir saatte, koğuşumuzun yemekhanesinde, sabaha kadar çay içtik sohbet ettik.

Bizim yakalanmamızdan sonra tek başına kaldığını, İstanbul’da kalacak yer bulamadığını, güney’e gittiğini, ama oranında tekin bir yer olmadığı için mecburen tekrar İstanbul’a dönmesine rağmen  yakalanmaktan kurtulamadığını anlattı.

Nebil’in yakalanma biçimi gerçekten de ilginçti. Tek başına yakalanmıştı. Kaldığı ev kuşatılmış, teslim ol çağrısı yapılmış, ateşle karşılık vermesi üzerine, kolundan vurularak yakalanmıştı. Bu olayı anlatırken ’’ adamlar beni vumaya gelmişler, ilk önce benim silah kullanmamı beklediler ve ben ateş etmeye başladığım zaman, ateşin geldiği yeri yoğun bir şekilde kurşun yağmuruna tutuyorlardı, olayın farkına varır varmaz, bir el ateş edip hemen yerimi değiştiriyordum’’dedi. Dikkat edilirse, Nebil’in yakalanması ile ilgili hiçbir tutanakta, kaldığı evin nasıl tespit edildiğine ilişkin hiç bir bilgi yok. Oysa, herkesin bildiği bir gerçek var. Polis bir kişiyi yakalamışsa, nasıl yakalandığını, kim tarafından ele verildiğini, ‘’tutuklanma zabıt varakası’’nda  açıkca belirtir. Nebil operasyonunda böyle bir tutanak mevcut değil.

Mihrac Ural, kendi ihanetini gizlemek için, 30 sene sonra, Nebil’i Ahmet BABAOĞLU’nun ele verdiğini yazdı. Kesinlikle yalandır.

Ahmet BABAOĞLU, Samsun’da, Mihrac Ural ile birlikte Ankara’ya gelmiş ve Mihrac Tarafından İstanbul’a gönderilmiştir. İstanbul’da, Nebil’in yanına değil Devrimci Sağlık-İş’e gönderilmiştir. Ahmet ile Nebil İstanbul’da kesinlikle karşılaşmamışlardır. Ahmet ve Nebil’in ayrı ayrı nasıl yakalandıklarının sırrı Mihrac Ural’da gizlidir. Nebil’in, Erkan Ulaşan’a ‘’beni Mihrac Ural yakalattı’’ diye açıkça belirtmesi de zaten bunu doğrulamaktadır.

Nebil Rahuma’nın, Sağmalcılar ceza evi’nin turist koguşunda kalan Filistinli iki gerilla. (Mehdi Muhammed Zileyle ve Muhammed Reşit Hüseyin) ile arası çok iyiydi. Filistinli leri ben de tanıyordum, Ağustos darbesinden sonra kısa süre kaldığımız bu ceza evinde tanımış, tanışmıştık. Ayrıca TİKKO davasında (Başkomiser Uğur Gür’e suikast teşebbüsünde yakalanan) iki arkadaş daha vardı. Onlarda siyasi konuşta degil, müşahadiyede kalıyorlardı. Benden önce, Nebil, TİKKO’cu ve Filistinli gerillalarla firar konusunda birlikte hareket ediyor, birlikte davranıyormuş. Benim gelişimle birlikte, kaçış planı içersine doğrudan dahil edilmiş oldum.

SAĞMALCILAR’DA İLK KAÇIŞ PLANIMIZ TÜNEL KAZMAKLA BAŞLADI...

1978 yılının Eylül ayında üçüncü kez geldiğim sağmalcılar ceza evinde, hafızam beni yanıltmıyorsa eğer,C1 koğuşunda kalıyorduk. 

Her koğuşta olduğu gibi bizim koğuşun havalandırmasında da,  yağmur sularının boşalması için olduğunu düşündüğümüz demir bir kapak vardı.

Demir kapağı kaldırdığımızda gördük ki, 2 yada 2.5 metre aşağıya inen  ve bir insanın içersinde rahatlıkla hareket edebileceği büyüklükte bir boşluk var.

Duvara monte edilmiş merdivenlerden inerek aşağıya baktığımız zaman  sevinçten havalara uçacak gibiydik. Boşluğun dip kısmında, ceza evi temelinden dışarıya doğru giden bir beton boru ..

Beton borunun çapı dar olduğundan, içersinde ilerleme olanağı yoktu. Olsun ama, en azından ceza evinin temel taşlarını delerken işimiz yarı yarıya azalmış olacak, zamandan tasarruf edecektik.

Geceleri, herkes uykuya daldığında çalışacaktık. Bunun için, akşam sayımından sonra kapanan havalandırmaya  inmemiz gerekiyordu. Bu sorunu kolaylıkla çözdük. Mutfak tarafının pencere demirlerinden birisini, bir kişinin geçebileceği ebatta keserek üzerini eski bir battaniye ile kapattık. Akşam olup da kapılar kilitlenip herkes uykuya daldığında, buradan havalandırmaya geçerek, kapağı kaldırıp içersine girerek tünel kazacağız. Yaklaşık 30-35 metre uzunluğunda bir tünel bizim işimizi rahatlıkla görür.

Siyasi koğuşun en kalabalık grubu Devrimci-Sol’cu arkadaşlardı. DS’dan Adanalı HALİL aynı zamanda koğuş temsilcimizdi. Halil’in bizimle (özellikle de Nebil’le) arası çok iyiydi ve her fırsatta kaçmamız için elinden gelen tüm kolaylığı göstereceğine emindik.

Halil arkadaş, henüz bir kaç ay önce, Nebil’in, Bedri YAĞAN’ın yerine hapisten kaçması içinde yardım etmişti.

Halil’le oturup konuştuk. Havalandırmada bulunan kapağı kaldırarak aşağıya ineceğimizi ve tünel kazacağımızı anlattık. Hiç düşünmeden, her türlü yardıma hazır olduğunu söyledi.

Başlangıçta, firar ve tünel meselesini dar tutmaya çalıştıysak da bu mümkün olmadı ve kısa zaman sonra koğuşta bulunan herkes olaydan haberdardı. Bu bakımdan, tünelin kazımı işini alenen yapmaya başladık. Bütün koğuş nöbetleşerek ikişer ikişer  tünele giriyordu. İki kişiden birincisi, tünel kazarken, ikinci kişi, çıkan toprağı poşetlere doldurarak, geceleyin ortalıkta el-ayak çekildikten sonra, dışarıya çıkartılacak şekilde hazırlıyordu. Öyle bir dönem geldi ki neredeyse günün 24 saatinde aşağıda iki kişi tünel kazıyordu.

İşin en zor tarafı, ceza evi temelini delmek oldu. Temel taşları alabildiğine büyük ve daha da kötüsü, çok sertti. Küçük bir parça kopartabilmek için bazen günlerce uğraştığımızı biliyorum. Öte yandan, bu taşlar kırıldıkça, ortalığa korkunç  pis kokular yayılıyordu. Taşın bu kadar pis koktuğunu ilk defa görüyordum.

Filistinli gerillalar, başka koğuşta kaldıkları için her sabah koşarak bizim koğuşa geliyorlar ve ne kadar ilerlediğimizi soruyorlardı. Çalışmaların yavaş ilerlediğinden şikayet ettikleri bir gün, gündüz gözüne nöbet değişikliği yaparak, içerdekileri çıkartıp, iki filistinliyi  tünele soktuk. Bir kaç saat sonra kapağı tekmelemeye(!) başladılar.

Kazı’nın başladığı ilk bir ay içersinde, temel taşları kırılırken çıkan ses yankı yapıyor ve büyük gürültü oluyordu, bu nedenle geceleri değil gündüz saatlerinde, herkes havalandırmadayken çalışmayı tercih ediyorduk. Aşağıdan gelen gürültüyü boğmak için, yukarda top oynuyor, gürültüyü gürültüyle bastırıyorduk. Bu durumdayken havalandırmaya gelen gardiyan ve müdürlere aldırmadan, bir kaç kişi kapağın etrafında sürekli olarak, topu yere vurarak gürültü yapmakla görevliydi.

Gündüz yapılan kazıdan çıkan topraklar, geceleri koğuşa getirilerek lavabo’da sabaha kadar suya karıştırılarak yok ediliyordu.

Tünel bitmek üzereydi, geceleri kazı çalışması devam ederken, yukarda devriye gezen askerlerin ayak sesleri bile duyulmaya başlamıştı. Askerler üstümüzde devriye gezerken, biz altlarında tünel kazıyorduk. Ceza evi bahçesinin duvarına kadar gelip dayanmıştık, yarım saatlik bir çalışmayla yoldan çıkabilecek bir duruma gelmiştik.

Bu arada, Amasya’dan İstanbul’a sev ediliş nedenim olan, okul bitirme sınavlarına da giriyordum.

üç tane dersim kalmıştı. Bunlardan ikisini vermiştim. Okuldan sınav sorularını alarak ceza evine gelen, asistan yada doçent’le, idari bölümde bir odaya kapanıyoruz, sorularla birlikte cevaplarını da getirdiği için bir saat içersinde sınavı başarıyla geçmiş olarak tekrar içeriye dönüyordum.

Tünel’in bittiği ve   o günün akşamı kaçmaya hazırlandığımız gün, ‘’Maliyet muhasebesi’’ adlı dersten sınava girmem gerekiyordu. Gardiyan koğuşa gelmiş beni arıyordu. Maliyet muhasebesi dersinin asistanı gelmiş beni bekliyormuş. ‘’Gitmeyeceğim rahatsızım’’ dedim. Hoca israr etmiş ‘’mutlaka gelsin’’ diye tekrar gardiyanı yollamıştı, gittim. Sınava girmeyeceğimi, korkunç bir mide ağrısı(!) çektiğimi söyledim. Önemli değil, nasıl olsa içerde olduğumu ve bu dersi de önümüzdeki seneye veririm diye yeniden koğuşa döndüm.

Okulu bitirsem ne olacak, bitirmesem ne olacak, Nasıl olsa bir kaç saat sonra firar etmiş olacağız. Silahlı mücadeleyi savunan bir örgütün militanı olarak hapishaneden firar etmiş bir kişinin, normal yaşama dönmesi zaten söz konusu olmayacak. Normal yaşama dönmek şöyle dursun, ne kadar yaşayıp yaşamayacağı bile belli değilken, sınava girip okul bitirmek de neyin nesi..

YAĞMUR YAĞDI TÜNEL SU DOLDU..

Terslik bu ya, sabah saatlerinde aydınlık olan gökyüzünü, öğleden sonra kara bulutlar sardı. Akşam doğru da, gök gürültüleri arasında bardaktan boşalırcasına bir yağmur...

Koğuşta çıt çıkmıyordu. Yağmurun ne zaman kesileceği tahmin edilmeye çalışılırken değişik yorumlarda olmuyor değildi hani. Bazı arkadaşlar, yağmurlu havanın, jandarmanın dikkatini dağıtacağını iddia edip iyi oldu derken, bazıları da, tünel’in çökme ihtimalinden bahsediyordu. O heyecanla geceyi beklemekten başka çaremiz yoktu.

Sabaha karşı saat 02 sularında Nebil ve bir başka arkadaş tüneli görmek için gittiler. Fazla kalmadılar, geri döndüklerinde, Nebil’in surat bembeyazdı. Mırıldanarak kendi kendine küfrediyordu. ‘’ tünel ağzına kadar su dolmuş’’ dedi. Hapishanenin duvarı ile toprağın birleştiği yerde sızan sular, tüneli ağzına kadar suyla doldurmuştu.

Korkulan olmuş, tünel kullanılmaz hale gelmişti. Yapacak bir şey yoktu, Tünel’in çökmemiş olması umudumuzu koruduğumuz anlamına geliyordu. Bekleyecektik. Yağmur sularını boşaltıp tünelin kurumasını bekleyecektik.

Bir haftalık bir uğraşıp sonunda, suyu boşaltmış tünel’i eski haline getirmeyi başarmıştık.

Tünel çalışması devam ederken, koğuşta bulunan herkes kaçmayı düşünüyordu. Tünel’in bitmesine yakın, kaçmak isteyenlerin sayısı yarı yarıya düşmüştü. Tünel bittikten sonra kaçacak olan sadece  7 kişi kalmıştık.

Terslikler peşimizi bırakmıyor, aksilikler peşpeşe geliyordu. Son hazırlıkların bittiği gün, Ceza evi savcısının denetiminde koğuşumuz arandı. İçerde hiçbir şey bulunmamıştı ve koğuşu terk eden gardiyanların arasında bulunan savcı, tam havalandırmayı terk edeceği bir anda gözüne ilişen kapağın kaldırılmasını istedi. Kapağın açılmasıyla birlikte her şey ortaya çıkmıştı. Bütün güvenlik havalandırmaya dolmuş tünel yakalanmıştı.

Ertesi günü tüm gazeteler bundan bahsediyor, Tercüman gazetesinden Ergun GÖZE, köşesinde, ‘’İstanbul metro projesinin bunlara verilmesi yerinde olur’’ diye yazıyordu.

FİLİSTİNLİ GERİLLALAR, AYDINLIKCI İKİ KİŞİYİ İÇERDE REHİN ALIYOR..

Sağmalcılar ceza evi siyasi koğuşu, yılın her ayında dolu olur. Öğrenci olayları, sokak gösterileri ve devrimci şiddet eylemlerinin yoğun olarak yaşandığı bu şehrin hapishanesi, doğal olarak dolup taşardı.

Filistinli gerillalar, ceza evinin en dikkat çeken ve en popüler tutuklularıydı. İçeri düşen her devrimci bunlarla konuşmak ister ve Türkiye’de hangi örgüte sempati duyduklarını öğrenmek isterlerdi.

Gerillalar, Mahir ÇAYAN ve Deniz GEZMİŞ hayranlarıydılar. Doğal olarak da, önce THKP-C kökenli hareketlerin taraftarlarıyla hareket ediyorlardı.

Bir gün, ceza evine iki tane Doğu PERİNÇEK ( Aydınlık grubu) taraftarı geldi. Siyasi koğuşta kalmalarına rağmen, koğuş içersinde tecrit edilmişlerdi. Koğuş’un sakin olduğu bir gün, Filistinli iki gerilla, İçerde, ranzalarında oturmakta olan Aydınlık’çıların yanlarına gidiyorlar ve Mahir ÇAYAN hakkında ne düşündüklerini öğrenmek istiyorlar. Aydınlıkcı’larda, saf saf(!) Mahir’in ’küçük burjuva devrimcisi’’ olduğunu söyleyerek, Sovyetler Birliği konusunda da bilinen tezlerini tekrar ederek Tartışmaya ve Filistinlileri ‘’ikna’’ etmeye kalkıyorlar. Bir süre sonra, filistinli gerillalar ayağa kalkıyor ve ’sizin adam olacağınız yok arkadaş’’ diyerek, bıçakları çekerek Aydınlıkcıların gırtlaklarına dayayarak ellerini kollarını bağlıyorlar ve kollarındaki saat’lerden tutunda üstlerinde ne var ne yok hepsini alıyor, çırılçıplak edip yatağa bağlıyorlar. Haber koğuşa yayıldığı zaman Filistinlileri çektik konuştuk ve neden böyle yaptıklarını sorduk. ‘’ Çok öfkelendiklerini’’ ve bu nedenle Bunları ‘’esir alıp, esirlere yapılan muamelenin aynısını’’ yaptıklarını söylediler.

Filistinliler bizim gibi değillerdi. Biz, içerde yada dışarda olalım, davranış biçimimize ve insanlarla olan ilişkilerimize de dikkat etmek zorundaydık. Beylik sözlerden önce, hal ve hareketlerimizle de insanları etkilemek diye bir sorunumuz vardı. Filistinli gerillaların böyle kaygıları yoktu. Televizyon’da gördükleri ve beğendikleri bir sanatçıya, ‘’sana aşık oldum, aşkından geceleri uyuyamıyorum, rüyalarıma giriyorsun’’ vb türden absürt mektuplar yazabiliyorlardı. Örneğin, Gerilla’lardan Mehdi Muhammed’in Sezen AKSU’ya böyle bir mektup yazdığını duyduğumuz zaman kendisini eleştirerek ’Bu mektubun gazeteciler tarafından duyulması ve basına yansıması, filistin davasına zarar verir’’ dememize rağmen aldırış ettikleri yoktu.

’Filistin halk kurtuluş cephesi’’(FHKC) genel sekreteri GEORGE HABBAŞ’ın özel korumalığını yaparken, Atatürk hava limanı’nda, İsrail’den gelen yolcu uçağından inen yolculara yönelik eylem yapmakla görevlendirilmişler ve eylemi, kendi tabirlerine göre de başarıyla yapmışlardı. 2.5 senedir içerde yatıyorlardı. Davaları bitmiş, önce Ölüm cezasına çarptırılmışlar, mahkemedeki iyi halleri göz önüne alınarak 59. Madde uygulandığından Müebbet hapse mahkum edilmişlerdi. Her ikisi de kısa zamanda Türkçeyi öğrenmiş, özellikle’de Türkçe küfür(!)lerin tüm inceliklerini biliyor, yerinde de kullanabiliyorlardı(!) Bir gün sohbet ederken, ‘’  uçağa silahları nasıl soktuklarını’’ sorup öğrenmek istedim. İsrail yapısı Uzi marka iki otomatik tüfek (sökülmüş halde) ve 4 tane şarjörü x ışınlarından koruyacak olan özel bir pakete koyarak içeriye geçirdiklerini anlattılar. Atatürk hava alanına indikten sonra, ilk iş doğruca tuvalete gitmek olmuş. İçerde çantalarında parçalanmış halde olan silahı  monte ederken, çıkan sesi, tuvalet bekçisi duyarak şüpheleniyor. Hüseyin’in anlattığına göre, Filistinliler tuvaletten çıktıkları zaman tuvaletin bekçisi gözleri faltaşı gibi açık bunlara bakıyor. Filistinliler, hiçbir şey olmamış gibi, gayet soğukkanlı bir biçimde ceplerinde bulunan son 10 doları çıkartıp tuvalet bekçisine veriyorlar. Doğruca bekleme salonuna geçip, gelecek olan İsrail uçağını beklemeye başlıyorlar. Öyle ki, İsrail uçağının bir süre gecikeceği anlaşıldığında, Mehdi Muhammed, yorgun olduğunu söyleyerek ‘uçak geldiğinde beni uyandırırsın’’ diyerek, Hüseyin’in kucağına başını koyarak derin bir uykuya  dalabiliyor. Hüseyin, hedef uçak havaalanına inip de, yolcular salona girmeye başladığında, Mehdi’yi uyandırıp ikisi birden harekete geçerek İsrailli yolcular üzerine kurşun yağdırmaya başlıyorlar. ‘’Hedef göstermeksizin ateş etmelerinin doğru olup olmadığını’’ sorduğum zaman, ‘İsrailli olması yeterlidir. İsrail’in komünisti bile  olsa fark etmez’’ diye cevap verdiklerini hatırlıyorum.

TİKKO’CU ARKADAŞLAR BİZİ BIRAKIP ÇÖP ARABASI İLE KAÇIYORLAR...

Tünel açığa çıkmış, firar düşümüz şimdilik suya düşmüştü. Başka bir yol bulmalıydık. Müşahadiye koğuşunda kalan TİKKO’cu arkadaşların, demokrat bir gardiyanla ilişkileri vardı ve adı geçen gardiyan tarafından önerilen ‘’ çöp arabasında, çöp bidonları içerisine gizlenerek kaçılabileceği’’ önerisi hepimiz içinde uygun ve uygulanabilir olarak görüldü.

İki Filistinli, iki TİKKO militanı, Nebil ve ben olmak üzere 6 kişinin kaçabilmesi için hazırlıklara başladık ve Bize yardım edecek olan gardiyan arkadaşın, çöp’lerin toplandığı zemin katta nöbetçi olacağı günü beklemeye başladık. Gardiyan ile ilişkide olan TİKKO’cu arkadaşların bize haber verecekleri gün ve saate göre kendimizi hazırlıyor ve her an haber verilecekmiş gibi heyecanlanıyorduk. Yanılmıyorsam 1978 yılının kasım ayı olmalı, gardiyan arkadaş‘’üç gün sonra, çöp’te nöbetci olacak hazırlanın’ mesajını TİKKO’cu arkadaşlardan aldığımız zaman mutluyduk ve ‘bu sefer olacak’ diye beklemeye başladık.

Haberi aldığımızın ikinci günü, akşam sayımından 5 yada 10 dakika önce Filistinli gerillalar koşarak bizim koğuşa geldiler. Nebil’i ve beni çağırdılar ve soluk soluğa, ‘’ TİKKO’cular yarın sabah kaçacaklar, size haber vermememizi ve istiyorlarsa kendilerini  götürebileceklerini’’ söylediklerini haber verdiler. İnanmadık, ‘’ hayır, onlar size şaka yapmıştır, bunu yapmazlar’’dedik. Sayıma sayılı dakikalar kaldığı için, gidip TİKKO’cuları görme imkanımız da yoktu. İçimize bir kuşku düşmüştü. Yaparlar mıydı?

Filistinliler iddia ediyorlardı,’’şaka değil gerçekten de bizi bırakıp gideceklerini’’ kesin bir dille tekrarlayıp duruyorlardı.  Kendilerine yapılan teklifi reddettiklerini,’’ Acilciler’i de almazsanız biz de gelmiyoruz’’dediklerini söylüyorlardı. Sakinleştirmeye çalıştık ama ikna olmadılar ve ‘’göreceksiniz, yarın bu mao’cular kaçacaklar’’ diye söylene söylene koğuşlarına döndüler.

Nebil ile sabaha kadar uyuyamadık. Gerçekten bize bu oyunu oynarlar mıydı?

Bizi bırakıp gitmekle ellerine ne geçecekti ki? Yapmazlar diye kuşku içersinde sabahı zor ettik.

Sabah sayımıyla birlikte, Filistinliler koşarak tekrar bize geldiler ve ‘’ gördünüz mü, kaçtılar işte’’ diye küfrediyorlardı. Gerçekten de kaçmışlardı. Bir kaç dakika sonra, yeni bir anonsla, herkesin tekrar sayım nizamına geçmesi ve sayımın tekrarlanacağı anonsu yapılıyordu.

TİKKO’cu arkadaşlarımız bizi bırakıp kaçmışlardı. Akılları sıra, Filistinlileri de götürmek istemişler ama filistinliler ‘’biz, mao’cularla kaçarsak filistinde örgüt bizi cezalandırır’’ diye kaçmak istemediklerinden, TİKKO’cu’ların ‘’filistinli gerillaları kaçırdık’’ propagandası yapma olanakları ellerinden alınmış oluyordu.

ORTAK DÜŞMANA KARŞI DEGİL, BİRBİRİNE KARŞI ALTERNATİF OLMAK...

TİKKO’cular tarafından, bizim şahsımızda örgütümüze karşı alınmış olduğuna inandığımız bu tavır, aslında 12 eylül öncesi devrimci örgütler arasındaki ilişkilerin hangi düzeyde olduğunu göstermesi açısından son derece önemlidir.

Ortak düşman’ın elinde ‘’tutsaklık’’koşulları altında bile, birbirlerine tahammül edemeyen bir solculuk anlayışının, bizi nerelere sürüklediğini bugün çok daha iyi anlıyoruz.

Mücadelenin, kendiliğinden de olsa kızıştığı, toplumsal çelişkilerin hızla antagonizma kazandığı bir ortamda, kitleselleşmenin tüm imkanları mevcutken, kendisinden başka herkesi yok sayarak, sığ bir anlayışın esiri olan devrimci hareketlerimizin, yanlışta dönmek yerine, yanlışta ısrar ve inat etmeleri,  birlikte büyümemiz gerekirken,  bölüne bölüne çoğalarak etkisizleşmemize neden olmuştur.

12 Eylül darbesinin üzerinden 30 koca yıl geçmiş olmasına rağmen. Türkiye solunun önünde hala bir güven sorunu vardır ve bu sorunu aşabilmiş değildir. 12 eylül öncesi dönemin ‘görkemli’ direniş ve sözüm ona yükseldiği söylenen kitlesel eylemliliğine  rağmen, 12 eylül’le birlikte hızla marjinalleşmesi, güven sorunu ile yakından ilgilidir.

Güven ve güvensizlik sorunu, eylem ile söylem arasındaki ilişkinin uyumu yada uyumsuzluğu ile de doğrudan ilgilidir.

68 kuşağı devrimciliği ve 78 kuşağı devrimciliğinin kitleler üzerinde bıraktığı psikolojik etki irdelendiği zaman ne demek istediğim çok daha iyi anlaşılır sanıyorum.

68 kuşagı devrimciliğinin, 78’e oranla çok daha dar ve sınırlı bir kadro hareketi olduğu herkesin malumudur. Buna rağmen, toplumsal dokuda bıraktığı iz, 78 dönemine oranla çok daha etkili ve bir o kadarda güven vericidir.

78 kuşağı devrimci hareketimizin binlerle ifade edilebilen militan ve eylemselliğine karşın, kendi içersinde bir Mahir Çayan. bir Deniz Gezmiş yada İbrahim Kaypakkaya çıkartamamış olmasının düşündürücü olması gerekmiyor mu? Elbette gerekiyor.

Yüz binlerle ifade edilen  78 kuşağı, hala Mahir Çayan’ı, Deniz’i, İbo’yu aşamamışsa, bu kuşağın dokusunda  ciddi bir arıza var demektir.

Arıza’nın öz adı GÜVEN sorunudur.

Mahir Çayan, Kızıldere’de, Başka bir devrici hareketin, üstelikte kendi alternatifi sayılan bir hareketin, THKO’nun önder kadrolarını kurtarabilmek için örgütsel varlığını ortaya koydu. Yok olmayı göze alarak devrimciler arası dayanışmanın manifestosunu yazdı.

Kızıldere’de ortaya konan tavır. EYLEM ve SÖYLEM’in uyum tavrıdır.

78 devrimciliği bunu yapmadı. 71 devrimciliğinin devamıyız diye  yola çıkan 78 devrimciliğinin tavrı, 71 tavrına karşı ve onu sözde savunurken özde yadsıyan bir tavır oldu. EYLEM Ve SÖYLEM uyum içinde değil birbirini yadsıyıp reddeden oldu.

Eylemleri ile söylemleri birbirini dışlayan solculuğumuzun, güven sorununu aşarak yoluna devam etmesi, çok ama çok zor olacağa benziyor.

Bölüne bölüne çoğalanların birlikte büyümeyi öğrenemedikleri sürece işlerinin zor, yollarının çakıl  taşlarıyla döşeli olduğunu görmeleri, ama mutlaka görmeleri gerekiyor.

(10. bölüm, Filistin’den gelen Filistinliler, kaçarken yakalanmam ve Toptaşı ceza evine sürgünle devam edecek)