Şuanda 504 konuk çevrimiçi
BugünBugün2187
DünDün3402
Bu haftaBu hafta9911
Bu ayBu ay9911
ToplamToplam10478335
Hapishane günlüğü 10: firar ve sürgün PDF Yazdır e-Posta
İbrahim Yalçın tarafından yazıldı   
Çarşamba, 24 Kasım 2010 07:49


(Filistin’den gelen Filistinliler, firar ve sürgün)

TİKKO militanı arkadaşlarımız bize oyun oynamışlar, son ana kadar, elimizde bulunan tüm imkan ve bilgileri paylaşarak ortak hareket etmemize rağmen, son anda bize oynanan bu oyunu anlamakta zorlanıyorduk. Bizi bırakıp, Filistinlileri götürmek istemeleri, ‘’Filistinlileri biz kaçırdık’’ diye propaganda yapmak istemeleriydi, Bunu anlıyorduk. Peki bizi bırakıp gitmeleri de neyin nesi..? Sanırım, Filistinli gerilaların kaçırılışı ile ilgili propagandaya Acilciler adının karıştırılmak istenmemesiydi. Bu konuda, dışardan, kendi yoldaşlarından herhangi bir talimat almış olabilirler miydi? Bilmiyorduk. Ama olan olmuştu, bu saatten sonra yapacak bir şeyimiz de yoktu.

Gerillaların, ‘’Acilciler gitmiyorsa bizde gitmiyoruz’’ diyerek TİKKO militanları ile kaçmayı reddetmeleri bizi duygulandırmış ama, üzerimize de önemli bir sorumluluk yıkmış oluyordu. Ne yapıp yapacak bu ceza evinden bir an önce kaçacak ve Filistinli gerillaları da kaçıracaktık.

Bu arada beklenmedik bir gelişme oldu. Bir gün Nebil Filistinlilerle beraber ziyaret kabinine gitti ve normalden uzun bir süre kaldıktan sonra döndü ve kolumdan tutarak beni bir köşeye çekti, keyifliydi, ‘’pis pis’’(!) gülmesine bakılırsa iyi bir haber almış olmalıydı. ‘’Beni iyi dinle’’diye söze başladı ve ‘’haftaya burdan çıkıyoruz ‘’dedi. Hiç bir şey anlamamıştım. Anlatmaya başladı. ‘’Ziyaret kabininde 3 saattir filistinlilerin ziyaretine gelen filistinlilerle konuşuyordum, adamlar kararlı, bunları kaçırmaya gelmişler, bizi de götürecekler, ceza evinin duvarını roket atarla delecekler ve açılan delikten dördümüzde çıkacağız. Tek bir sorun var, bu olayı bizim üstlenmemizi istiyorlar, kendilerinin ismi bu işe karıştırılmayacak, Türkiye ile aralarının bozulmasını istemiyorlar.’’ Nebil kararlıydı. İlke olarak karşı çıkmadım. Aslında, ilk anda memnunda oldum. TİKKO’cuların bizi bırakıp gitmelerini içimize sindiremiyorduk. Öyle kaçılmaz, böyle kaçılır demeyi çok istiyorduk. Hem, Filistinlilerle kaçmak,  hem de onların örgütümüz tarafından kaçırılmış olması müthiş bir propaganda olacaktı. İlk anda herşey normal gözüküyordu. Bu konudaki görüşmeler, dışardan gelen Filistinliler, içerdeki filistinliler ve Nebil arasında devam ediyor, gelişmeleri Nebil’den dinliyordum. Bir hafta sonraki ziyarette kaçış biçiminin ayrıntıları görüşülecekti.

Görüşüldü de, Ceza evi duvarına ( siyasi koğuşun havalandırma duvarı) atılan roketin ardından, yol tarafına bakan ceza evi duvarı boydan boya ateş altında tutulacak ve biz arabalara binip olay yerinden ayrılıncaya kadar nöbetci askerlerin kıpırdamalarına fırsat verilmeyecekti. Bir süre sonra, içime bir kuşku düştü.  Bu olay kansız olmayacak, Filistinlileri de bildiğim için, bunların havaya falan ateş etmeyeceklerini, doğrudan askerleri hedef alarak ateş edeceklerini de tahmin etmek zor değildi. Bunun anlamı en az 10-15 asker kaybı demektir. Biz bu kadar büyük bir sorumluluğun altından örgüt olarak kalkabilecek miyiz? Olay anında kayıp vermeden kurtulsak bile, polis ve jandarma teşkilatının var güçleriyle örgütümüz üzerine gelecekleri açıktı. Buna dayanabilecek miydik? Düşüncelerimi Nebil’e anlattım. Gülerek, ‘’korkuyor musun? istersen sen kal ben gideceğim’’dedi. Korkma veya korkmama meselesi olmadığını, olayın ağır sorumluluğunu kaldırıp kaldıramayacağımızı söylemeye çalıştığımı anlattım. Biz bu kararsızlık içersinde dışardaki yoldaşlara haber salarak düşüncelerini almaya  uğraşırken, bir kaç ay öncesinden istediğimiz  ‘demir testere’ler, dışardan, koğuş havalandırmasına atılmıştı bile. Bizimle dışarı arasındaki ilişkiyi, aynı koğuşu paylaştığımız yoldaşlardan Muzaffer E. İle Mahmut’un ziyaretcileri aracılığıyla kuruyorduk. Demir testerelerini aldıktan sonra, şöyle bir karara vardık.

İlk Önce, ziyaret yeri görüş kabinlerinden birinin camı ve demirini keserek karşı tarafa geçip, ziyaretciler arasına karışarak kaçmayı deneyelim, bu seferde başarılı olmaz isek, Filistinlilerin önerdikleri yönteme başvuralım.

GERİLLALAR DIŞARI, NEBİL İÇERİ KAÇIYOR. BEN BAHÇE’DE YAKALANIYORUM...

Düşündüğümüz gibi oldu; ziyaret günü sabahı, Filistinli iki Gerilla’nın aylar öncesinden uzattıkları saç ve sakalları koğuş içersinde kesilerek traş edildi. Traştan sonra, uzun zamandan beri aynı koğuşta birlikte kaldıkları arkadaşları tarafından bile tanınamayacak derecede değiştiler.

Firar edeceğimiz gün – ziyaretimize-  örgütümüzün İstanbul yöneticilerinden Ahmet Ziya  ERDÖNMEZ  gelmişti. 

Ziya,  gerekli tüm hazırlıkları daha önce yaptığı için, ziyaret kabininin cam ve demirlerini kesmek uzun sürmedi.

Ceza evi içersindeki gardiyanları, arkadaşlar bir yere toplayarak çay demleyip ikram ederek oyalarken, Dışardan gelen kalabalıkta görüş kabininin içersine girerek dışardan içerinin görülmesini engellediler.

Arkadaşlar, görüş kabini cam ve demirini keserken bir ara kabinden dışarıya çıktım ve kabinin az ötesinde başgardiyanla karşılaştım. Arkadaşların ikram ettiği çayı içiyordu. Beni görünce’’ Nasılsın Yalçın’’ dedi. Ben gayet neşeli bir şekilde, n’olsun baş efendi şu camı ve demirleri kesip kurtulmak için bir şeyler arıyorum’’dedim. Güldü ve ‘’ hadi hadi beni sevindirmeyin’’dedi. 

Bir saat içersinde cam’ın yarısı ve aradaki demirlerinde bir tanesi kesilmiş, bir kişinin karşıya geçebileceği şekilde hazırlanmıştı.

İlk önce iki Filistinliyi çıkarttık,  ardından ben çıktım. Benden sonra NEBİL’in çıkması gerekirken, DS (devrimci sol) davasından hapis yatan İbrahim İLCİ’nin  “önce ben çıkayım’”  ısrarı üzerine, Nebil ile İbrahim İlci ve DS temsilcisi Halil arasında çıkan tartışma üzerine  Nebil gecikmişti. Bu sırada Filistinliler ile cezaevinin bahçesinde Nebil’i bekliyorduk.

 Filistinli gerillalara, karşı’da, nizamiye kapısını  göstererek  “..ben Nebil’e bakacağım, siz bizi kapı’da bekleyin” diye dışarı gönderip tekrar cezaevine döndüm.. 

 Ziyaret yerine tekrar geldiğim zaman Nebil, ziyaretçiler tarafına yeni geçiyordu. Birlikte, hızla yeniden çıkış kapısına doğru yönelmemize rağmen, Nebil’den bir süre sonra çıkması gereken  İbrahim İlçi’nin acele ederek, karşıya geçmek istemesi, geçerken de, yarısını kestiğimiz camın diğer yarısını düşürmesi nedeniyle meydana gelen gürültüden şüphelenen gardiyan’ın alarma basması, çıkış kapısının aniden kapatılmasına neden oldu.

 Firar duyulmuştu, bu kargaşa sırasında ben tekrar ceza evi bahçesine çıkmama rağmen Nebil içerde kalmıştı. Alarm üzerine Jandarmalar cezaevi bahçesini ve dış kapıyı kontrolleri altına aldıkları için bahçede ziyaretçilerin arasında kaldım. Gardiyanlar, ziyaretçiler arasında gizlenmeye çalıştığım sırada beni tanıyarak jandarmaya haber verdiler.

 

Elimi havaya kaldırmamı isteyen jandarmaların bağrışmaları arasında, ellerimi havaya kaldırarak karşıda, nizamiye kapısının dış kısmında bizi bekleyen Filistinli gerillalara el sallayarak gitmelerini işaret ettim.

 Tarih. 8 Ocak 1979.

Filistinli iki gerilla kaçmış, Ben ceza evi bahçesinde yakalanmış,Nebil, çıktığımız yerden tekrar koğuşa geçmişti. İbrahim İlci’nin de benim gibi bahçede yakalandığını daha sonra öğrenecektim.

FİLİSTİNLİ GERİLALARIN ARDINDAN…

Firar girişimimiz ve Filistinliler’in kaçırılması eylemi,  kamu oyu’nda büyük yankı yapmıştı.  Konuyla ilgili bazı spekülasyonların yapıldığını daha sonra duydum.

Örneğin, Recep MARAŞLI’nın bir yazısında, Filistinlilerin firar eylemimden bahsedilirken,

 “ Firar eyleminde cezaevi idaresinin parmağı vardı, İbrahim Yalçın’ın sözlerinden de bu anlaşılıyor” diye bir cümle geçiyor. 

 Kesinlikle böyle bir şey söz konusu değil. Cezaevi idaresinin bu eylemde en küçük bir haberi olmamıştır, olması da zaten mümkün değildi. 

Recep Maraşlı’nın anlatımı, Ceza evinde benimle yaptığı sohbetlerde, duyduklarını yanlış anlama ya da, yanlış aktarmadan kaynaklandığı kanısındayım.

 Recep Maraşlı’nın, bilinçli bir çarpıtma yapmayacak kadar dürüst bir kişiliğe sahip olduğunu biliyorum.

 Ben yakalandığım zaman, ilk olarak ceza evi müdürünün odasına alındım.

 Ortada hiçbir telaş yoktu(!) ‘Firar etmek isteyen iki kişi yakalanmış ve olay kapanmış’ sanılıyordu. Siyasi koğuşta sayım yapılmış, ‘eksik yok’ diye haber gelmişti ( oysa firar eden Filistinliler siyasi koğuşta değil, turist koğuşunda kalıyorlardı ve turist koğuşunda sayım yapılmamıştı)…

 

     

ADIM İBRAHİM YALÇIN, ACİLCİLER DAVASINDAN…

Siyasi şubeden, olayı soruşturmak için gelen polisler, ilk başlarda çok rahatlardı. İsmimi dahi sorma ihtiyacı duymadılar. Kendi akıllarınca benimle dalga geçiyorlar ve ‘’demek kaçacaktınız öyle mi?’’ diye gülüşüyorlardı.

Siyasi koğuşta eksik olmadığı haberi geldiği için herkesin sakin olması beni tedirgin etmişti.  Filistinli gerillaların, tarafımızdan kaçırıldığının duyulmasını ve bu haberin, akşam haberlerine yetişmesini, böylelikle de örgütümüzün propagandasının yapılmasını istiyordum.       

 Uluslar arası yankı uyandıracak bir eyleme imza atmıştık ve bunun bilinmesi gerekiyordu.

Oturduğum yerden polislere dönerek, son derece sakin bir yüz ifadesiyle oturdugum koltuga yaslanarak ‘’Filistinliler kaçtı’’ dedim.

 Ortalık bir anda karıştı; o an adımı ve örgütümü sormaya başladılar.

Hiç unutmuyorum …

‘’ Adım,  İbrahim Yalçın, Acilciler davasından…’’ dediğim an  polislerden birisi,  iki eliyle dizlerine vurarak ’’ eyvah, şimdi biz bu o......çocuklarını nerden bulacağız, hemen yıkın şunu’’ diye bağırmaya başladı.

 Doğru aşağıya, hücrelerin bulunduğu zemin kata indirildik. (bu sırada İbrahim İLCİ’yi de yakalayarak yanıma getirmişlerdi)

Aşağıya, hücrelerin bulunduğu zemin kata inerken, gardiyanlardan birisi,  kafama bir sopa ile vurdu. Döndüm ve bana vuran gardiyana, ‘’ bunun hesabını dışarda sana ödettireceğim, dışarda en az elli kişi var ve sen nasıl olsa bu kapıdan dışarıya adımını atarsın’’ diye tehdit ettim.

 

Bu gardiyan, daha bir gün öncesine kadar sayımlarda koğuşumuza girdiği zaman, günaydın yada iyi akşamlar yoldaşlar’’ diye hitap ediyordu.

Az sonra, bizi en fazla döven ve polislere ‘’ bunun dışarda 50 tane arkadaşı kapıda  bekliyormuş, kim olduklarını söylesin hele’’ diye polislere öneride bulunan da aynı gardiyandı.

İşkence faslı da zaten bundan sonra başladı...İlginçtir, İbrahim İlci ve bana işkence yapan polis ve gardiyanlar, sanki sözleşmiş gibi sürekli olarak, ’’..gavurları kaçırdınız, bizi dünyaya rezil ettiniz, keşke hepiniz kaçsaydınız ama bunları kaçırmasaydınız..  Bunlar, Yeşilköy ve cezaevinden başka bir yeri bilmezler, tanımazlar, nereye gittiler söyle…’’ diye özellikle bana yükleniyorlardı.

 İbrahim İlci benden daha şanslıydı(!); çünkü Filistinlilerin kaldığı turist koğuşunun mümessili de yanımıza getirilmişti.

 Turist koğuşunun mümessili, Lübnan uyruklu, eroin’den ağır ceza almış, ve mimar olduğunu söyleyen  kişi, ‘Filistinlilerle benim ve Nebil’in sürekli birlikte  olduğumuzu söylüyor, Filistinliler’in nereye gitmiş olabileceklerini ancak benim ve Nebil’in bilebileceğini iddia ediyordu.

 Bu nedenle, en çok bana yükleniyorlar, nerde olduklarını hemen söylemem için ne gerekiyorsa(!) yapmaya çalışıyorlardı.

 Bu olaydan bir süre önce KOLOMBİYA’da, yanılmıyorsam FHKC(Filistin Halk Kurtuluş Cephesi) militanları ( başka bir örgüt militanları da olabilir) tarafından bir uçak kaçırılmış ve karşılığında, İstanbul Sağmalcılar Cezaevi’ndeki gerillaların serbest bırakılması istenmişti.   

 Türk hükümet, bu talebi reddederek, Filistinlileri koğuşlarından alarak tek tek demir kapılı hücrelere kapatıp, hücrelerinin kapılarını da kaynak makinesiyle kaynaklamıştı. Tam üç ay süreyle kapalı kapılar ardında tutmuş dışarı çıkarmamıştı.

İŞKENCE KOKUSUNDA TAVUK KOKUSU…

 İstanbul Alay Komutanının bizzat gözetiminde işkenceye alındım. Sürekli falaka çekiyorlardı. Yoruldukları zaman, biraz mola veriyorlar, yerlere su dökerek, ayaklarımızın şişmemesi için bizi döktükleri suda zıplatarak, yeni bir falaka faslına hazırlıyorlardı.

Ara sıra dışardan bir polis içeriye geliyor ve ‘’gözümüz aydın arkadaşlar gavurlar yakalandı’’ diyordu. Bu sırada bizi bırakıyorlar ve tepkimizi ölçmeye çalışıyorlardı. Bir kaç dakika sonra yeniden falaka faslı başlıyordu.

 Sabaha karşıydı ve İbrahim İlci ile Hücre’ye konulduğumuzda ikimizin de kırılmadık hiçbir yerimiz kalmamıştı.Ellerimiz ve ayaklarımız korkunç bir şekilde şişmiş kulaklarımızda kan geliyordu. Hücrede ibrahim’le yan yana kıpırdamadan yatarken, kapı açıldı, dört-beş kişi içeriye girdiler. Hiç konuşmadan bize baktılar ve çıktılar. Gelen bu kişilerden bir tanesinin, İsrail İstanbul Başkonsolosu olduğunu, sabah gardiyanlardan öğrendik.

Bize işkence ederek firari Filistinli gerillaların yerlerini öğrenmek isteyen işkenceciler, Nebil Rahuma’yı da siyasi koğuştan almak istemelerine rağmen bunu başaramadılar.  Ceza evinde bulunan siyasi tutuklular ayaklanarak isyan başlattılar ve Nebil’i işkencecilere teslim etmediler.

 Kırıklarımın acısı ve işkence kokusunun sindiği odada gece saat 24.00 civarında, -gardiyanlar- siyasi koğuştan arkadaşların yolladığı pişmiş bir tavuk(!) getirerek yememiz için hücreye bırakmıştı. 

 Acıkmıştık(!).. İbrahim’le benim aramızda duran kızarmış tavuğun kokusu her yanı sarmıştı,  tavuğu yemek istiyor,  yiyemiyorduk!. Ellerimizin şişmiş olmasından dolayı tavuğu  tutamadığımız gibi,çene’mizin açılmıyor olmasından dolayı da, dişimizle bir lokma da olsa kopartamıyorduk. Bir ara, İbrahim, başı ile tavuğu sıkıştırarak bir parça kopartabilmem için destek verdiyse de başarılı olamadım.

 Nar gibi kızartılmış olan o güzelim tavuk, Gözlerimizin önünde el değmemiş olduğu  halde öylece koktu durdu. Burunlarımıza, hücrenin işkence kokusundan bizleri, bir anlık da olsa uzaklaştıran  kızarmış tavuğun kokusu geliyordu...  Öylecene bakıyorduk. Tehditkar(!) değil elbette, sitem eder gibi , masumane bakıyorduk sadece.

“ŞUBEYE GÖNDERME BENİ ÖLDÜRÜRLER…”

Siyasi polis, beni ceza evinden alarak

Gayrettepe’ye götürmek ve orada sorgulamak istiyordu. Aynı şekilde, jandarma’da, Alay komutanlığında sorgulanmam için ceza evi savcılığına baskı yapıyordu.’’Bunları burada konuşturamazsınız bize verin’’ diyorlardı.

 Bir ara ceza evi savcısının odasında savcı ile baş başa kaldım.

Ayaklarım olağan üstü şişmiş ve patlamış olduğundan yere basamıyor,. İki tane gardiyan tarafından, kollarımdan tutularak havaya kaldırılmış bir vaziyette,  oda’da  ifadem alınıyordu.

Savcı, bir ara gardiyanların yorulduklarını fark etmiş olmalı ki, beni karşısındaki koltuğa oturtmalarını ve kapıda beklemelerini söyledi. Böylece savcı ile baş başa kalmıştım. Savcıya dönerek, ’’...beni şubeye gönderme, orada beni öldürürler, eğer gönderirsen, firar eyleminde senin de haberin olduğunu söylerim.’’ Dedim. Bilmiyorum ama, birden bire söylediğim bu söz karşısında, tek kelime cevap vermeyen savcı, öylece yüzüme baktı.

 Öyle sanıyorum ki, benim bu tehdittim etkili oldu;  ve,“ sanık, ceza evi sınırları dışına çıkmamıştır” diye sorgumun cezaevinde yapılması gerektiğine karar vererek,  ne polise ne de jandarmaya teslim etmedi.

 Bu arada, Ümraniye’de bulunan evim basılmış, Filistinliler aranmış ve eşim şubeye götürülmüştü. Radyo haberlerinde kaçtığım, televizyon haberlerinde ise yakalandığıma ilişkin iki ayrı haber duyurulmuştu.

 Recep Maraşlı ile şimdi hangi ceza evi olduğunu hatırlayamadığım bir yerde ettiğimiz bu sohbet esnasında, kaçış olayını anlatırken, bunu söylemiş olabilirim.  Recep Maraşlı, sanırım yanlış anlamıştır. Olayın esası budur.

BEN TOPTAŞI’NA   NEBİL, NİGDE’YE SÜRGÜN...

 Nebil ile kendi açımızdan başarısızlıkla sonuçlanan firar girişiminden sonra, ben  İstanbul Toptaşı Cezaevi’ne, Nebil, önce Trabzon, ardından Sinop, daha sonra da Niğde Kapalı Cezaevi’ne sürgün edildik. 

 

Toptaşı Cezaevi’ne, benimle beraber İbrahim İlci ve ‘Görevlerini ihmal’ den dolayı tutuklanan beş tane gardiyan ve Filistinli gerilla’ların bulunduğu koğuş mümessili Lübnan’lı mimar olmak üzere toplam sekiz kişi birlikte getirildik.

 Tutuklanan gardiyanlar içersinde bize işkence yapanların dört tanesi de vardı. Sürgün edildiğimiz Toptaşı ceza evi’ne doğru aynı arabada birlikte gidiyorduk. Tutuklu gardiyanlar, hala bize,’’keşke siz kaçaydınız da o gavurları kaçırmasaydınız’’diye hayıflanıyordu. Ben hiç sesimi çıkartmıyordum. İbrahim bir ara gardiyanlara küfretmeye başladı. İbrahim’in kulağına doğru hafifce eğildim ve ‘’sesini çıkartma’’ biraz sonra aynı yere gideceğiz orada konuşuruz, küfredersen, bunları bizden ayırırlar, başka ceza evine gönderirler’’dedim.

 Üsküdar’da bulunan Toptaşı cezaevi’ne gelmiştik. İbrahim İlci ve beni siyasi koğuşa, Tutuklu beş gardiyanla, Lübnan’lı mimarı da,

Yılmaz GÜNEY’in kaldığı ’babalar koğuşu’ diye hitap edilen koğuşa aldılar.

 Dev sol davasından yargılanan Ahmet Fazıl Ercüment ÖZDEMİR ve THKP-C ( Eylem Birliği) davasından yargılanmakta olan Hasan Hilmi SEZER’i ilk kez burada tanıdım. Bir süre sonra Yılmaz GÜNEY yanımıza, geçmiş olsun demeye geldi. İbrahim’le ben koğuşa sedye ile getirilmiştik. Ayakta duramadığımız gibi, kıpırdayamıyorduk bile. 

 Bizim bu halimizi gören Yılmaz Güney’in koğuşunda kalan mahkumlar, akşam olup da kapılar kapandığı zaman, Yılmaz Güney’e, ‘’ abi biz bu gardiyanları ne yapalım?’’diye soruyorlar ve ‘’onları da arkadaşlar gibi yapabilirsiniz’’

cevabını alır almaz, bize işkence yapan bu  gardiyanları, koğuş tuvaletine çekerek tıpkı bize yaptıkları gibi falakaya çekerek yürüyemez hale getirmişler.

Sabah olup da koğuş kapıları açılır açılmaz, bu gardiyanlar da tıpkı bizim gibi sedye ile koğuşlarından alınarak, faşistlerin kaldığı ‘’Paşa kapısı cezaevi’ne sevk edildiler’

Toptaşı Cezaevi’nde, üç ay boyunca ayaklarımın üzerinde duramadım. Epey bir süre kulaklarım duymadı.  Yılmaz Güney’de dâhil olmak kaydıyla günlerce ayaklarımıza sabunlu su ile masaj yapan siyasi tutuklu arkadaşlarımızın ( Özellikle, Ahmet Fazıl ve Hilmi Sezer’in) yoğun ilgisi ile kendime gelebildim.

 (11.bölüm Adapazarı ceza evi’ne sürgün ve RIZA SALMAN ile karşılaşma ile devam edecek)