Şuanda 272 konuk çevrimiçi
BugünBugün2052
DünDün3402
Bu haftaBu hafta9776
Bu ayBu ay9776
ToplamToplam10478200
hapishane günlüğü 11: adapazarı ve rıza salman PDF Yazdır e-Posta
İbrahim Yalçın tarafından yazıldı   
Cuma, 26 Kasım 2010 07:49


(Adapazarı cezaevi ve Rıza SALMAN)

 1979 yılı Ocak ayı ortalarında sürgün edildiğim Toptaşı cezaevi’nde fazla kalmadım.

Sağmalcılar ceza evinde gördüğüm akıl almaz işkence izleri yeni kaybolmuş, az da olsa kendime gelmeye başlamış ve normal yaşama dönmüştüm.

Toptaşı cezaevi, diğerlerine göre daha rahattı. Bütün koğuşlar (toplam 5 tane koguş vardı) için tek bir havalandırma olduğundan. akşam sayımına kadar  tüm mahkumların bir arada oluyor, isteyen istediği kişiyle akşam sayımına kadar rahatlıkla görüşebiliyordu.

İstanbul, Üsküdar’da bulunan bu ceza evi’nin en tanınmış mahkumu şüphesiz Yılmaz GÜNEY’di.

 

Yılmaz Güney’le ilk karşılaştığım zaman, hayalimdeki Yılmaz Güney ile karşımdaki Y. Güney’in farklı farklı kişiler olduğunu görerek şaşırmıştım. Buraya geldiğim zaman, Beyaz perdenin katı kurallı kabadayısı(!) ile karşılaşacağımı sanarken, herkese abi diye hitap eden, sakin ve son derece kibar konuşan bambaşka bir Y.Güney’le karşılaşmıştım. Siyasi’ler koğuşunda değil de, ağa’lar koğuşunda kalıyor olmasına da anlam verememiştim.

 Politik olarak, tecrübesiz, ideolojik yanının güçlü  olmadığını gördüm. Bir sohbet sırasında, duvarlara yazılan sloganların düzgün olmadıklarından şikayet ediyor. Sloganların, şablon kullanılarak yazılması halinde daha güzel görülebileceğinden bahsediyordu. Herkese ‘’abi’’ diye hitap ettiği için, karşısındaki kişinin de kendisine ‘’abi’’demesini bekliyordu ve insanlar da, ister istemez kendisine ‘’yılmaz abi’’ diye hitap ediyorlardı. Kendisinden bahsedilirken ‘Yılmaz abı’’ değil de, ’’yılmaz’’diye bahsedilmesinden hoşlanmadığını, böyle konuşanlara karşı küskün davrandığına bizzat tanıklık ettim.

Tarık akan başta olmak üzere her hafta ziyaretine gelen film yönetmeni yada oyuncularla, ceza evi müdürünün odasında görüşür, senaryo’sunu yada yönetmenliğini yaptığı film’leri buradan kontrol ederdi. Yanılmıyorsam, YOL filmi’nin çekimleri sırasında bütün talimatları Toptaşı cezaevinden vermişti.

 ADAPAZARI CEZA EVİ’NE SÜRGÜN...

 979 yılı mart sonu yada Nisan ayı başları idi. Sabahın erken saatlerinde ceza evi havalandırması askerler tarafından doldurulmuş, koğuşlar teker teker aranmaya başlamıştı. Koğuş penceresinden havalandırmaya bakarken, Sağmalcılar ceza evi’nin güvenlik komutanı subayla göz göze geldik. Aşağıdan yukarıya doğru,’’ İbrahim Yalçın, haberin var mı, seninkilerden mektup geldi, doğruymuş, Aksaray’da bira içmişler’’ dedi.

Gülüyordu. Filistinlilerden bahsettiğini anlamıştım.

 Sağmalcılar’da bana işkence yaparak yerlerini öğrenmek isteyenlere, bir ara, ‘’Aksaray’da bira içeceklerini söylüyorlardı, Aksaray’da olabilirler’’ demiştim. Onu hatırlatıyordu. Benim bu sözüm üzerine gülüşmüşler ve ‘’sen bizimle dalga mı geçiyorsun’’ diye işkencenin dozunu daha da arttırmışlardı.

 Arama yapan jandarmalar en son bizim koğuşa geldiler, arama bittikten sonra, Yüzbaşı cebinden bir liste çıkartı ve ‘’İbrahim Yalçın,  eşyalarını topla,  sevk’e gidiyorsun’, araba hazır’ dedi.

O günün akşamüzeri Adapazarı ceza evinde idim.

 RIZA SALMAN’LA İLK KEZ KARŞILAŞIYORUM.

Rıza SALMAN ismini daha önce duymuş ama karşılaşmamıştık. İlk defa karşılaşacaktık. Ankara’da,  iki yoldaşıyla polisler tarafından çevrildikleri esnada, elinde bulunan el bombasının pimini çekip atarak polisleri rehin almış ve Kuğulu Park’a kadar çevresindeki polislerle birlikte

‘’hey devrimci, hey devrimci

Savaş vakti yaklaştı.

Al silahı vur beline

Emperyalizme karşı’

 diye marşlar söyleyerek yürüdüklerini, Kuğulu parka geldikleri esnada, karşıdan gelen ve olaydan habersiz olan başka bir polis ekip’inin saldırısı sırasında çıkan kargaşada, elindeki bombayı atarak 28 tane polisle birlikte kendisinin de, gözünden yaralı olarak yakalandığını duymuştum. O günün gazeteleri bu olayı büyük puntolarla manşetten vermiş ve ‘’PİMİ ÇEKTİ POLİSLERE ATTI’’ biçiminde duyurmuştu.

Bunun yanı sıra, Ömür KARAMOLLAOGLU yoldaşımızın eşi ve örgütümüzün genel komite üyesi idi.

Yakalanmasından kısa süre sonra, Ankara kapalı ceza evinde kaçmaya teşebbüs etmiş olmasına rağmen, yaralı oluşu,ve  Taner AKÇAM’ın bilinçli ihmali sonucu yakalanması ve yeniden ağır işkence görmesi, örgüt içersinde önemli bir prestij sahibi olmasına neden olmuştu.

Rıza SALMAN’ın bulunduğu ceza evine gelmiş olmamdan dolayı memnundum. Memnuniyetim uzun sürmedi...

 RIZA SALMAN’LA ANLAŞAMIYORUM...

 Adapazarı ceza evine geldiğim zaman, doğrudan siyası koğuşa mı, yoksa, önce müşahadiye’de kalıp sonra mı siyasi koğuşa getirildim doğrusu tam olarak hatırlamıyorum. Koğuşa girdiğim zaman İlk kez Rıza tarafından karşılandım. Sagmalcılar cezaevinden Isparta’ya sürgün gittiğimiz Rızgari davasından Maşuk DOĞAN da buradaydı. Rıza ve Maşuk’tan başka tanıdıklarımda vardı ama isimlerini hatırlamıyorum.

 Rıza Salman’la ilk tartışmamız, Sağmalcılar ceza evinde, firar girişimimizi duyduğu zaman bize kızdığını söylemesiyle başladı. Şaşırmıştım. Firar etmemize karşı çıkıyor,’’nereye gidecektiniz? Gidecek yer mi var? Diyordu. İlk tepkim. ’Sen ciddi mi konuşuyorsun yoksa dalga mı geçiyorsun*’’ demek oldu. Ciddi idi. Dalga falan da geçtiği yoktu. İlerleyen günlerde, birkaç kez sözü edilmesine ve kimi olanakların bulunmasına karşın, kaçmaya niyeti olmadığını görünceye kadar, hala benimle dalga geçtiğini düşünüyordum.

 

Isparta ceza evinde, Engin ERKİNER tarafından yazılan ‘’Öncü savaşının politik sanatı’’ adlı yazıya bakış açısı da son derece olumsuzdu.

Halk savaşının inkar edildiğini, Politik sanat’ın tam bir pasifizm olduğunu söylüyor, Karadeniz bölgesinde kır gerillacılığı başlatma hazırlıkları üzerine sözler söylüyordu.

Bir yandan, hapishanelerde firar edilmesine karşı çıkarken, öte yandan kır gerillacılığı başlatma hayalleri kurmak arasındaki çelişkiyi anlamakta zorlanıyordum.

 Ankara, İzmir ve İstanbul’dan ziyaretine gelen yoldaşlarla benim karşılaşmamı özellikle engellemeye çalışmasına karşın, benim ziyaretime gelen kim olursa olsun özellikle geliyor ve sanki kendine özgü ayrı örgüt varmış gibi, sağa sola haber yollayıp talimat vermeyi de ihmal etmiyordu.

 ‘’Marksizm-Leninizm bir dogma değil eylem klavuzu 2-3’’ adlı kendi yazısını, Engin’in, Öncü savaşının politik sanatı’’na karşı, ziyarete gelen kişilerle dışarıya yolluyor, her tarafa ulaştırılması için çaba sarfediyordu.

 Rıza Salman, yakalandığı günden itibaren, yoldaşlardan ayrı kalmıştı. Bulunduğu ceza evlerinde  örgütümüz militanları pek yoktu. Buna karşın, Engin ile Mihrac’ın aynı yerde olmaları ve onların bulundukları yerlere daha fazla ziyaretçinin geliyor olması, örgüt işlerliği konusunda Rıza’ya göre daha fazla müdahale etme olanağı sağlıyordu.

 Bu üçlü arasındaki iletişim eksikliği de dikkate alındığında ( iletişim eksikliğinin bilinçli olarak da giderilmediği kanısındayım) örgüt içerisinde iki başlı bir yönetim ve iki ayrı karar organının dogmasına neden oldu.

 ÖRGÜT İÇİ HİZİPLEŞME KESKİNLEŞİYOR

Ağustos 1977 darbesi,  örgütsel yapıda, özellikle’de yönetsel yapıda  ciddi sarsıntılara neden olmuştu.

Merkezi eylem kadrosu ve sağ kalan tek kurucu üyesi yakalanmış, hiyerarşide ciddi bir boşluk doğmuştu.

Ağustos operasyonundan sonra, 7 ay gibi kısa bir süre dışarda tek başına kalan Mihrac Ural’ın, örgütlenmenin bulunduğu alanları tek tek dolaşarak, bölgelerin yerleşik kadrolarını atlayarak, Hatay’dan getirdiği sıradan insanları ‘’sorumlu’’ diye tanıtıp, bölgenin yerleşik kadrolarını hiçe sayarak, kendine bağlı örgüt birimleri kurmaya çaılışması, kadrolar arsında güvensizlik tohumlarının atılmasına neden olmuştur.

Bu duruma duyulan tepki,  bölgeler arası güvensizliği arttırdığı gibi, bir süre sonra da örgüt içi hizipleşme  eğilimlerinin de tetikleyicisi olmuştur.

Acilciler örgütünün parçalanmasına neden olan ve ayrılığın psikolojik alt yapısını hazırlayan bu ve benzeri hareketler olmuştur.

Mihrac Ural, sadece ayrı bölgeleri değil,  aynı bölge içersinde bile mevcut yapıdan habersiz ikinci bir örgüt yapısı kurarak, kendisine bağlı insanları buralara yerleştirip, eski örgüt yapısına da yalan söyleyerek ikili oynamış, yoldaşlar ve bölgeler arası güvensizlik ve kuşkuların daha da artmasına neden olmuştur.

Mihrac Ural’a karşı duyulan güvensizliğin temelleri taa o zamandan atılmıştı.

HDÖ-ACİL ayrılığının temelinde, Mihrac Ural tarafından yaratılmış olan örgütsel işleyişin kuralları, militanlar arasındaki ilişkilerdeki iki yüzlülük ve samimiyetsizlikten kaynaklanan kuşku ve güvensizliğin tohumları vardır.

Militanlar arasındaki ilişkiler ilk defa bu dönemde bölgesel ve hemşericilik bağları esas alınarak sürdürülmüştür.

Adana’da, Ali ÇAKMAKLI’nın etkisizleştirilerek yerine sorumlu olarak atanan çocuk yaşta militanların bu bölgede kesinlikle etkili olamayacakları bilinmesine rağmen, ‘’az olsun ama benim olsun’’ adına, devrimci mücadele açısından stratejik konumu bulunan koskoca bir şehrin örgütsel işleyişini alt üst etmeyi göze alarak bunu yapmıştır.

Güney’de yaşanan ayrılığın esas nedeni Ali Çakmaklı’nın etkisizleştirilmek istenmesine duyulan tepkidir.

İstanbul ayrılığının temelinde de bu tür yaklaşımlar esas olmuştur.

HDÖ-Acil Ayrılığının alt yapısı, bilinçli olarak bu ve benzeri ayak oyunları ile hazırlanmıştır. Böyle olunca da, bölgeler arası ayrımcılık ve militanlar arasında kayırmacılık esasında yürütülen feodal ilişki, zihinlere, bir arada yaşamanın olanaksızlığına ilişkin düşünce ve arayışlarını  yerleşmesine neden olmuştur.

HDÖ-Acil ayrılığında, hiç bir zaman gündeme gelmeyen, konuşulmayan bu sorun, esasen ayrılığın asıl nedeni iken, görünürde, suni tartışma konuları ana sorunlar olarak gösterilerek, ayrılığa ideolojik kılıf giydirilmiştir.

HDÖ-Acil ayrılığının ideolojik boyutu, Engin ERKİNER tarafından Isparta ceza evinde yazılan, ‘’Öncü savaşının politik sanatı’ ile Rıza SALMAN tarafından yazılan ‘’marksizm-Leninizm bir doğma değil eylem kılavuzu 2-3’’, olarak gösterilmiştir.

Rıza SALMAN tarafından, Karadeniz bölgesinden başlatılması hayal edilen ve hiç bir zaman teşebbüs dahi edilmeyen gerilla’cılık serüveni bu tartışma ortamında dedikodu malzemesi olarak bilinçli bir şekilde abartılarak öne sürülmüştür.

Söylenildiği gibi, ayrılık, bu iki anlayış temelinde gerçekleşmiş olsaydı eğer, o gün acil saflarında kalanların HDÖ’den, HDÖ  saflarında kalanların da, Acil’den olmaları gerekirdi.

Oysa, pratikte bunun tam tersi bir konumlanış söz konusu olmuştur..

Son derece somut bir örnek veriyorum. ‘’Öncü savaşının politik sanatı’’ adlı yazıyı pasifizm olarak görüp eleştiren, İstanbul örgütünün büyük bir bölümü, ayrılığın hızlandığı bir dönemde Isparta’ya gelerek, adı geçen dönemde İstanbul sorumlusu olan Haydar YILMAZ’I ‘’ askeri kafalı’’olmakla ve ‘’ sür-git askeri eylem peşinde koşmakla’’ suçluyorlardı.

Bir süre sonra, bizleri, yani ‘’öncü savaşının politik sanatı’’nı savunan arkadaşları pasiflikle suçlayıp, Rıza Salman tarafından savunulan ve bugüne kadar ne olduğu tam olarak anlaşılamayan ‘’kırlarda gerilla savaşı’nı’ savunan kanatta yer alan bu arkadaşlar, HDÖ olarak ayrılırken, ‘’ asker kafalıdır, sür-git asleri eylem peşinde koşuyor’’ diye ‘’eleştirdikleri’’ Haydar YIMAZ ise Acil saflarında kaldı.

Bir başka anlatımla,  HDÖ-ACİL ayrılığının yaşandığı güne kadar, İstanbul örgütü içersinde hiç bir eyleme girmemiş ve örgüte daha yeni katılmış olan insanlar HDÖ saflarında kalırken, Pasifist’likle suçlayarak eleştirdikleri ACİL hareketi içersinde yer alanlar ise, örgütün o güne kadar yaptığı merkezi eylemlerini yapmış olan kadrolar idi.

HDÖ-Acil ayrılığının ideolojik olmaktan öte psikolojik olduğu, kuşku ve güvensizlikten kaynaklandığı ve buna neden olan unsurun da, bir tarafında Mihrac Ural, diğer tarafında ise Rıza Salman’ın olduğu son derece açıktır.

Mihrac Ural’ın ne mal olduğu ve attığı her adımı bilinçli bir yönlendirme ile bu örgütü kendi tabiri ile ‘’ehlileştirmek’’ adına yaptığı bugün artık biliniyor. Rıza Salman ise, hala bir ‘’kara kutu’’ olmaya devam ediyor.

Acık konuşmak gerekirse, Adapazarı’ndan Selimiye’ye varıncaya kadar, bu sürecin bir ayrılıkla sonuçlanmadan ortak bir noktada buluşulabileceğini düşünüyor, her iki tarafa da aynı mesafede duruyordum.

Rıza Salman ile olan sürtüşmelerimizin esas nedeni ideolojik olmaktan öte kişiseldi. Rıza’ın, siyasi koguşta bulunan diğer devrimcilere karşı tutumu ve davranış biçimi beni son derece rahatsız ediyordu.

Koğuşda bulunan diğer devrimci arkadaşlar, Rıza’dan kaynaklanan rahatsızlıklarını bana bildiriyorlar, ben de uygun bir şekilde Rıza’yı uyarmama rağmen, uyarılarım dikkate bile alınmıyordum.

Örneğin, Sabah koğuşumuza gelen günlük gazeteleri kesinlikle Rıza alıyor  ve bir köşeye gidip gazetelerin üzerine oturuyor, tek tek okuyor, okuduklarını başkalarına veriyordu. Koguşta bulunan 20 kişi sırada beklerken, Rıza’nın gazeteler üzerinde oturup kimseye vermemesi ve teker teker okuyarak okuduklarını vermesi herkesi olduğu kadar beni de rahatsız ediyordu. Özellikle Rızgari davasından Maşuk Doğan’ın bana gelerek, ‘’ arkadaş bu ne biçim devrimcilik’’ diye şikayet etmesi, beni mahcup ediyordu.

Bunun dışında, Rıza Salman kesinlikle banyo yapmaz, sabahları elini yüzünü yıkamaz ve bahçede volta atmazdı. Kaç kez ikaz ettiğimi hatırlamıyorum bile, Özellikle elini yüzünü yıkaması konusunda yaptığım uyarılar karşısında, bazen çeşmeye gidip sadece serçe parmaklarının uçlarını suya değdirerek, gözlüklerinin altından göz kapaklarındaki çapakları silmekle yetinmesi, beni çıldırtıyordu.

Rıza Salman, geceleri sabahlara kadar oturur, sabah yatar ve öğleden sonra uyanırdı. Sabah, henüz kimse uyanmamışken çayını demler ve beni uyandırırdı. İçmeyeceğimi söylememe rağmen uyandırır ve zorla içmemi isterdi. 20 kişi bir koğuşta kalıyor ve aynı komün içersinde ortak yaşıyorduk. Koğuş içersinde bir ya da birkaç kişinin, ortaklaşa kullandığımız mutfak’tan kendisi için hemen her gün özel sofra kurması ve diğerlerini ciddiye almadan istediği gibi hareket etmesi elbette hoş karşılanmıyor ve eleştiri konusu oluyordu.

Adapazarı ceza evine geldiğim için memnundum ama gideceğimi duyduğum zaman daha çok mutlu olmuştum.

Ülke genelinde sıkıyönetim ilan edilmiş, 12 Eylül’ün ayak sesleri duyulmaya başlanmıştı. Isparta’ya kaldırılan davamız, sıkıyönetim’e devredildiği için İstanbul sıkıyönetim askeri mahkemesinde yargılanmak üzere, aynı davadan yargılandığımız yoldaşları, Selimiye askeri ceza evine topluyorlardı. Her birimiz ayrı bir ceza evinde idik. Engin ERKİNER Aydın’da, Ali SÖNMEZ Afyon’da, Muharrem KAYA İzmit’te, Ben Adapazarı’nda, Mihrac URAL  Denizli ceza evindeydi. Teker teker İstanbul Selimiye Askeri ceza evine getirilmeye başlandık.

(12.bölüm, Selimiye Askeri ceza evi ve Mihrac Ural ile benim tahliye edilmemle devam edecek)