Şuanda 90 konuk çevrimiçi
BugünBugün1939
DünDün3402
Bu haftaBu hafta9663
Bu ayBu ay9663
ToplamToplam10478087
hapishane günlüğü 14: engin, ali, i. büyüker firar ediyor PDF Yazdır e-Posta
İbrahim Yalçın tarafından yazıldı   
Pazartesi, 06 Aralık 2010 07:49


Mart 1980 tarihine gelindiğinde, İstanbul örgütlenmesinin alt yapısı tamamlanmak üzereydi

a) Bulunduğumuz tüm bölgelere birer sorumlu atanmış, bölge sorumlularından oluşan, beş kişilik bir il komitesi kurulmuştu.

b) İlgili tüm bölgelerle bağlantı sorunumuz kalmamıştı.

c) Askeri eylemlerde görev alacak olan  militanlar,( ikisi bayan) aşağı yukarı tespit edilmiş, dörder kişiden oluşacak olan iki ekip için gerekli teçhizatın teminine çalışılıyordu.

d) Adana ve Niğde bölgelerinden getirilerek İstanbul’da mevzilendirilen dört kişilik (iki bayan, iki erkek) kadro, Esas olarak, Ülke çapında yarı-legal olarak çıkartmayı düşündüğümüz CEPHE dergisinin basım ve dağıtımı ile görevlendirilerek, bu konudaki eksikliğimizin giderilmesi düşünülüyor. Bu amaçla, Üsküdar’da, kiraladığımız bir büro’nun, reklam şirketi adı altında, Cephe dergisinin illegal dağıtım merkezi olarak kullanılması planlanarak ilgili yoldaşlar bu büroda mevzilendirileceklerdi.

 (Bu yoldaşlardan, bayan olan bir kişi daha sonra bu alandan alınarak askeri eylem kadrosuna dahil edilmiştir)

e) İstihbarat çalışması ile ilgili iki kişi, bulundukları konum itibarıyla kendiliğinden belirlenmiş ve daha önceden ellerinde bulunan ham bilgilerin olgunlaştırılarak hazır hale getirilmesi için görevlendirilmişti.

f) Dışımızdaki devrimci hareketlerin sorumluları ile ilişkiler, sırası geldikçe benim tarafımdan zaten yürütülmekteydi.

SAĞMALCILAR FİRARI...

Tarih 21 Nisan 1980. Hiç beklemediğimiz bir haberle sarsılıyorum. Heyecan ve sevinci bir arada yaşıyorum. İstanbul’a gelerek Cağaloğlu’da valilik konağında basın toplantısı düzenleyen dönemin Adalet Bakanı,  açıklamalar yapıyor ve ‘’bundan böyle cezaevlerinde kuş uçurtmayacağız’’ diyor. Adalet Bakanı’nın bu açıklamayı yaptığı sırada, basın toplantısının yapıldığı salona gelen bir haber, başta Bakanı olmak üzere, orada bulunan herkesi şoke ediyor. Haber, Sağmalcılar cezaevi arabasında mahkemeye giden 22 mahkumun firar ettiği yönündedir.

Haberi duyduğum zaman Taksim’deydim. Eski THKO davası sanıklarından cezaevi firarisi, içerde Güney’ci olmuş,  Binali AKPINAR’la beraber,  Sıraselviler’de bulunan Yılmaz GÜNEY’e ait bir işyerinde, Binali tarafından bana aktarılan bir istihbarat konusunu konuşuyorduk. Haberi alır almaz  doğru sokağa çıktım ve bizden kimlerin kaçmış olduğunu öğrenebilmek için sağa sola haber ulaştırmaya  başladım. Gelen ilk haberler, Engin ERKİNER, haydar YILMAZ, Ali SÖNMEZ ve İbrahim BÜYÜKER’in firar ettiği yönündeydi. Bir süre sonra, Haydar YILMAZ’ın firar edenler arasında olmadığı kesinleşti ve ben diğer üç yoldaşın nerede olduklarını aramaya başladım. Önce Engin’in yerini öğrendim, ardından İbrahim Büyüker’den haber aldım. Engin ERKİNER, Emmi tarafından Ayazağa köyünde o bölgede bulunan Ramazan adlı bir ilişkinin evine yerleştirilmişti. İbrahim BÜYÜKER İstanbul’u iyi bildiği için kendi imkanlarıyla bir yerlere yerleşmişti. Ali SÖNMEZ hakkında hiç bir bilgi gelmiyordu.

Aradan iki gün geçtikten sonra, Sanayi Dev-Genç bölge sorumlusu, hapishane arkadaşım, Halil isminde genç bir arkadaştan haber geldi. Ali SÖNMEZ’in kendi evlerine olduğu ve gelip götürmem isteniyordu. İstenilen yere gittim. Ali SÖNMEZ 4.levent’te bulunan bir gecekondu evinde, daha sonra yakalanarak idam edilen Ramazan YUKARIGÖZ ile birlikte idi.

ENGİN ERKİNER, GAYRETTEPE’DE TANINIYOR...

İstanbul askeri eylem kadrosunda görevli Fatoş  yoldaşı yanıma alarak, Engin Erkiner’i almak üzere Ayazağa köyüne gittim. Fatoş ve Engin, kendilerine  karı-koca havası vererek belediye otobüsüne bindiler. Ben, biraz  gerilerinde onları takip ediyorum. Otobüs bir süre sonra İstanbul 1. Şube polis merkezinin bulunduğu Gayrettepe’de durdu. Ortaalık polis kaynıyordu. Herkesin elinde bir gazete ve gazetelerin birinci sayfaları firarilerin resimleriyle doluydu. Engin ve Fatoş, benden birkaç metre önde, ben arkada, taksi durağına doğru yürürken, önünde geçtiğimiz bir sivil polis arabasının yanında sohbet etmekte olan iki kişiden biri, Engin’e dikkatle baktı ve yanındakine ‘’yahu şu  geçen cezaevi firarisi değil mi?’’ diye sordu. Bu konuşmayı duyar duymaz hızlandım ve Engin’lere yetişerek ‘’ çabuk olun tanıdılar’’dedim ve tekrar geride kaldım. Engin’ler ilk taksiye atlayarak uzaklaştı.

Engin Erkiner, Bahçelievler’e yakın bir semtte, Niyazi  ve Fatoş’un birlikte kaldığı eve yerleşmiş ve şimdilik rahatlamıştım.

Bir gün sonra, Ali SÖNMEZ’i almak üzere Sanayi bölgesine giderek Halil’i buldum ve Halil’le birlikte Ali’nin kaldığı 4. Levent’te bulunan gecekondulara gittik.

Ali Sönmez, cezaevi arabasından atladıktan sonra, önce Kapalıçarşı’ya giriyor ve Kapalıçarşı’nın, çıkış kapısını buluncaya kadar içerde uzun süre oyalanıyor. Polis’in, Kapalıçarşı kapılarını kontrol altına almasına bir kaç dakika kala zorla kendisini dışarı atıyor ve kapının önünde karşılaştığı Sanayi Dev-Genç militanı ve firari Ramazan YUKARIGÖZ’le karşılaşıyor. İstanbul’da gidebileceği hiçbir yeri olmadığından Ramazan’la birlikte gidiyorlar.

Yanımda yine Fatoş vardı ve aynı şekilde Ali’yi alarak bir otobüse binmiştik. Tesadüf o ki, Ali’nin önündeki koltukta oturan bir kişi, cebinden çıkarttığı bir gazeteyi çarşaf gibi açtı ve başladı okumaya. Ali SÖNMEZ’in fotoğrafı karşımızdaydı(!) Neye uğradığımızı şaşırdık, Ali olayın farkına varır varmaz yüzüne pencereden dışarıya çevirerek dışarısını seyrediyormuş gibi kendisini gizlemeye çalışıyordu.

Şimdi neresi olduğunu hatırlamadığım bir eve, Ali’yi de yerleştirdikten sonra iyice rahatlamıştım. İbrahim BÜYÜKER’den gelen haber, yerinin sağlam olduğu yönündeydi.

HÜSEYİN YILMAZ KESER YAKALANIYOR.

Az önce, Haydar Yılmaz’ların yakalanmasından sonra, İstanbul örgütünün yeniden organize edildiğini anlatırken, Basım-yayın faaliyetlerine değinmiştim. 1979 yılı Türkiye’sinde illegal basın faaliyetinin hala temel faaliyetler içersinde olmasına rağmen, legal yada yarı-legal bir dergi faaliyetinin önemi de kendisini dayatmıştı. Örgütümüzün bu alandaki eksikliği herkes tarafından kabul ediliyor ve biran önce basın faaliyetlerine önem verilmesi ve ideolojik –politik bakış açımızın geniş kitlelere ulaştırılması isteniyordu. Devrimci örgütler içersinde azımsanmayacak bir taraftar ve militan kadronun örgütümüze karşı bir ilgisi vardı. İnsanlarla yüz yüze konuşarak, neyi nasıl savunduğumuzu anlatarak bireyleri teker teker örgütleme olanağı yoktu. Örgütümüze ilgi duyan, ilişki kurmak isteyenler bile, hala neyi savunduğumuzu tam olarak anlamış değillerdi. ‘’Öncü savaşının politik sanatı’’  özellikle, THKP-C ideolojisini savunan kimi örgütler içersinde tartışma konusu olurken, bu yazının istenildiği anda bulunamaması büyük bir eksiklikti.

İstanbul İl örgütü içersinde, Basım-yayın sorumlusu Niyazi’nin öncülüğünde ilk iş olarak Cephe dergisinin düzenli bir şekilde çıkartılarak, ne söylediğimizin en geniş çevrelerce bilinmesi kararlaştırılmıştı. Kimi yazılarımızın broşür olarak legal basımı bu anlamda gündeme geldi.

’öncü savaşının politik sanatı’’nında içersinde yer aldığı CEPHE  dergisi çıkartıldı.

Cephe ile birlikte ‘’ Sovyet-Sosyal Emperyalizmi tezlerinin saçmalığı, Kapitalim mi? Sosyalizm mi? Broşürü de kitap olarak legal basıldı.

Acilciler’in dikkatini çekmek istiyorum. Mihrac Ural adlı sahtekar soytarının yazılarını okuyunuz, Cephe dergisi’nin legal basımını sanki kendisi organize etmiş gibi palavra atıyor. 1980 tarihinde yayınlanan CEPHE dergisinden ve ‘’Sovyet Sosyal emperyalizmi tezlerinin saçmalığı’’ adlı kitap’ın basımından haberi bile olmamıştır. ‘’ Sovyet sosyal emperyalizmi tezlerinin saçmalığı’’ adlı kitap’ı, yıllar sonra Suriye’de gördü. Legal basılan CEPHE dergisini ise hiç görmedi bile. Bu dergi ve kitapların basımı, tamamen İstanbul örgütünün finansmanı ve organizesi sonucu olmuştur.

Cephe dergisi matbaa’dan alındığı zaman, Dönemin Adana sorumlusu Hüseyin Yılmaz Keser İstanbul’a geldi. Hüseyin İstanbul’a gelmeden birkaç gün önce, cezaevi firarı olmuştu ve firari yoldaşların yerleştirilmesi işi daha yeni sağlanmıştı. Hüseyin’in İstanbul’a geliş nedeni, Örgütsel sorunları konuşmak ve Cephe dergisinin  Güney bölgesine götürülmesi idi. Hüseyin’in İstanbul’da kaldığı süre içersinde Engin Erkiner ve Ali Sönmez’le kısa birer görüşme yapmasını sağladım.

Ali ÇAKMAKLI yoldaş’ın katledilmesi konusunu yazarken buna da değinmiş ve Beyoğlu’nun arka sokaklarında bir evde Hüseyin, Ali ve benim bulunduğum bir görüşme sırasında Hüseyin’in, Ali Çakmaklı konusunu Ali SÖNMEZ’e Arapça konuşarak anlattığını ve benim de bu konuşmaya tepki gösterdiğimi yazmıştım. Bu yazının ardında, Hüseyin’den bir açıklama gelmiş ve ‘’Arapça bilmediği’ni, İstanbul’da böyle bir görüşme olup olmadığını da hatırlamadığı’’ söylemişti.

Mihrac Ural sahtekarı, bu fırsatı kaçırır mı? Olayın üstüne atladı ve benim yalan yazdığımı söylemeye başladı.

Hüseyin’in Arapça bilip bilmemesi konunun özünü değiştirmiyordu, aradan 30 yıl geçmiş bir konuyu anlatırken, kimi ayrıntıları yanlış hatırlayabileceğimi söyleyerek, böyle bir konuşmanın olduğu konusunda ısrarlı oldum ve Ali ve Hüseyin arasında geçen konuşmanın, üstü kapalı ve benim anlayamayacağım şekilde yapılmış olmasını, ‘’arapca konuştular’’ olarak yanlış aktarmamın konunun özünü değiştirmediğini yazdım.

Hatta, bu yazıdan bir süre sonra Hüseyin Yılmaz KESER ile özel bir konuşma da yaptım. Bu konuşma sırasında Hüseyin bana aynen şunları söyledi.’’ Ben senin bu yazını okuduğum zaman, Ali Sönmez ile bahsi geçen konuşmayı hatırlamamıştım. Fakat daha sonra senin, Ali sönmez ile buluşmaya giderken Hüseyin bir dükkana girdi çikolata aldı ve sabahları bir çikolata bana öğleye kadar yetiyor diye yazman üzerine olayı hatırladım, doğrudur bu görüşme oldu ama ben Arapça bilmiyorum’’ dedi ve olay kapandı.

Sevgili Hüseyin Yılmaz Keser, İstanbul’da, basım-yayın’dan sorumlu yoldaşların evinde, CEPHE dergilerini alarak  ayrılmasından kısa bir süre sonra ve ayrıldığı evden 200-300 metre ötede, elindeki paketlerin yırtılarak, dergilerin sokağa dağılması üzerine oradan geçmekte olan Jandarma timi tarafından yakalanıyor.

Niyazi ile birlikte Basım-yayın ekip’inin kaldığı ve Engin’in de zaman zaman uğradığı evin derhal boşaltılmasına rağmen, Hüseyin Yılmaz Keser, gördüğü işkencelere rağmen konuşmadığı için en küçük bir kayıp verilmedi ve bir süre sonra aynı ev tekrar kullanılmaya başlandı.

Hüseyin’in yakalanmasından kısa bir süre sonra, Ali SÖNMEZ’i Adana’ya gönderdim. İstanbul’da yapabileceği bir şey yoktu ve Adana’da meydana gelen boşluğun doldurulması gerekiyordu. Ali Adana’ya yerleşecek ve oradaki örgütsel durumumuzu genel hatlarıyla öğrendikten bir süre sonra, ben de Adana’ya gideceğim ve bundan böyle nasıl hareket edeceğimiz konusunu değerlendirecegiz.

İstanbul örgütü kendine yeterliydi. Engin ve İ.Büyüker’in de faaliyetlere fiilen  katılmasıyla birlikte son derece rahatlamıştım.  

Engin’in iyi korunması, mümkün olduğunca fazla dolaştırılmaması, belli görüşmeler dışında, benden başka kimseyle görüşmemesini düşünmeme rağmen, yine de, bir çok yere gitmesi gerekiyordu. Kaçtıktan sonra, bir kaç gün kaldığı evden alınarak, ‘’Küçük Bebek’’ sırtlarında bir gecekondu bölgesinde, Erzurumlu yoldaşların ( Kemal Turan ve Cihat) evlerine yerleştirmiştik. Bir kaç ay kaldığı ev’in önünde bir kişinin öldürülmesi üzerine, zorunlu olarak yer değiştirerek, İbrahim Büyüker’in Şirinevler’de, ailesi ve çocuklarıyla kaldığı eve taşınmak  zorunda kaldı.

İBRAHİM BÜYÜKER...

Geçmişini bilmememe rağmen, hayatın içinde yetişmiş, toplumun her kesiminden insanlarla ilişki geliştirebilecek bir yapıya sahipti. Tepebaşı gazinosunda çalışmış, örgütsel ilişkisi, yanılmıyorsam Devrimci Sağlık-İş çevresindeki ilişkilerimizle olan bağı nedeniyle kurulmuştu. Haydar YILMAZ tarafından bana aktarılan bilgi aşağı yukarı böyleydi.

Becerikli ve gözü pek bir yoldaştı. İdeolojik seviyesi düşük ama verilen her görevi yapmaya çalışan, kontrol edilebildiği oranda da başarılı olabilecek bir yapısı vardı. Önüne konulan eylem hattının, genel olarak nasıl olması gerektiği belirlendikten sonra, eylem içersinde insiyatif alma ve aldığı insiyatifi kullanabilme yetisine sahip bir yoldaştı. Haydar YILMAZ dönemindeki eylemleri de dikkate alınarak, tecrübeli oluşu nedeniyle, askeri eylemlerin sorumlusu olarak görevlendirildi.

İbrahim’in, haylaz mı haylaz(!) iki küçük oğlu (ikiz) vardı. Engin’in bana anlattığına göre,  ev’de, odaların duvarlarına tırmanacak(!) derecede aktif olmaları nedeniyle kitap okuyamamaktan şikayetçiydi. Aradan bir süre geçti geçmedi, Engin’in çocuklara ilişkin hiçbir şikayeti kalmamıştı. İbrahim Büyüker, bir gün bana, ‘’ Engin bu eve geldikten sonra bizim çocuklara bir hal oldu, eskide gece yarılarına kadar uyumayan ve yaramazlık yapan çocuklar şimdi erkenden uyumaya başladılar ve adamakıllı durgunlaştılar’’ dedi.

Nedenini Engin’e sorduğum zaman bayağı gülmüş ama İbrahim’e de söylememiştim. Meğer, Engin her akşam bu çocuklara çaktırmadan sakinleştirici hap yutturuyormuş(!)

İbrahim Büyüker konusuna, daha sonra sırası geldiğinde tekrar değineceğim. Bu konuda, yapılan kimi haksızlıklar olduğunu ve yapılan bu haksızlıkların da esasen benden kaynaklandığını belirterek devam edeceğim.

EYLEMLER BAŞLIYOR...

Sözü uzatmadan hemen konuya giriyorum. 1980 yılı başlarında, silahlı mücadeleyi esas alan örgütlenmeler içersinde, askeri olarak fazla eylem yapmamış olmamıza rağmen, bizim dışımızda yapılan kimi eylemler basında, bizim adımızla yer alıyordu. Nedenlerini daha önce yazdığım için değinmeyeceğim. Bu dönem, özellikle MLSPB( Marksist-Leninist Silahlı Propaganda Birligi) tarafından yapılan kimi eylemler ülke çapında yankı yapıyordu. Hüseyin CEVAHİR’in’ katili emekli deniz binbaşısı Cihangir ERDENİZ,  MHP İstanbul İl başkanı Recep HAŞATLI ve DS tarafından cezalandırılan MHP senatörü Gün Sazak’ın cezalandırılma eylemleri ve aynı şekilde MLSPB’nin Cerrrahpaşa kamulaştırma eylemleri bunların en önemlileriydi.

Yine aynı dönem, silahlı mücadele örgütleri içersinde, THKP-C tandanslı örgütler arasında adeta bir yarış vardı. Yapılan eylemlerin muhtevasını burada değerlendirecek değilim ama bu eylemlerin, örgütler arası bir yarışa döndüğünü de belirtmek zorundayım.

Örgütümüzün bu atmosferde etkilenmediğini söylemek doğru olmaz. İstemesek bile, bizde bu atmosfer içersindeydik ve geç kalmamak adına bir an önce sansasyonel bir eylem yapmak için adeta sağa sola saldırıyor ve fazla geç kalmadan bir şeyler yapmak istiyorduk.

1971 döneminin Başbakanı Nihat ERİM ilk hedefimizdi. Dragos’daki evi daha önce tespit edildiği için biliniyordu. Ciddi bir koruması da yoktu ve Nihat Erim’in cezalandırılması ile 12 Mart darbesinin hesabını sormuş olacağımızı düşünüyorduk. Konuyu,

Adana’ya gittiğim sırada Ali SÖNMEZ’le konuşmuş, hazır olmalarını söylemiştim. Sonradan anlaşıldı ki, DEV-SOL da aynı hedef üzerindeymiş ve bizden çabuk davrandılar. Nihat ERİM’in öldürüldüğü haberi duyulur duyulmaz, Adana’da, bu eylemi Örgütümüzün yaptığı söylentileri  bu nedenle yayılmıştır.

Nihat Erim İstihbaratı Haydar Yılmaz tarafından bana, cezaevinde bilgi olarak gönderilmişti. Bu yazıyı yazdıktan sonra durdum ve bir eksik yazım olmasın diye Haydar’ı aradım. Haydar’ın, Konu ile ilgili bana gönderdiği iletinin ilgili bölümünü aynen aşağıya aktarıyorum.

 

‘’...Nihat Erim istihbaratı; senin bir hemşerinin getirdiği bilgi ki, sadece Dragos’da kaldıgı yönündeydi ve olgunlaştırılması istihbaratını bizzat ben yaptım ve eylemin gerçekleştirilme planı bile aşağı yukarı kesinleştirilmişti.Sadece zaman açısından beklemeye alınmıştı. Biz erken yakalandık. Nihat Erim’in cezalandırılması onuru DS’li yoldaşların oldu. Hepimizin oldu. THKP-C ruhu işte budur. Dragos tepesi özel güvenliğe sahip, elit’lerin ikamet ettiği panoramik bir tepeciktir. Erim’in cezalandırıldığı gün, Cezaevi ring arabasıyla hastaneye gidiyorduk ve araba Kadıköy meydanın da geçerken, ‘’ Erim’i cezalandırdık sıra sizde’’ sloganlarıyla selamladık eylemi. Halkın verdiği tepki görülmeye değerdi. Ring arabasının parmaklıklı küçük görüş mesafesinden en az 5 kişinin zafer işaretiyle selamlandık...’’

Elimizde hazır başka da bir istihbarat olmadığı için maddi sorunlarımızı çözmeye yöneldik.

Daha önce bahsetmiştim. Engin’lerin 21 Nisan’da hapisten kaçtıkları saatlerde, Taksim’den Sıraselviler’e inen cadde’nin sol tarafında, bir apartmanın zemin katında, Yılmaz GÜNEY’e ait bir iş yerinde ( sanırım Güney filmcilikle ilgili idi) Binali AKPINAR ve Yusuf HAYALOGLU ile görüşmemin konusu, Feriköy’de ve Aksaray civarında (TÖB-DER’in karşısında) bulunan iki yerde, altın koleksiyoncuları ile ilgiliydi. Binali AKPINAR, ‘’elinde, ciddi istihbarat olduğunu, kendilerinin ( Güney’cileri kastediyor) bunu yapabilecek militanlarının bulunmadığı için aklına benim geldiğimi, yapsa yapsa bunu siz yaparsınız’’ diye bilgi veriyordu. Daha sonra  verilen adreslere yapılan baskınlara rağmen, Aksaray’da karşılaşılan direniş, Feriköy’de de belirtilen adrese değil de, yanlış bir adrese girilmesi nedeniyle hiçbir sonuç elde edilemedi.

Binali Yıldırım ve Yusuf HAYALOGLU ( her ikisi de şu an hayatta değiller) ile konuşmalarım daha sonrada devam etti. Zaman zaman bu arkadaşların kaldıgı bu yere giderek sohbet ederdim. Bir keresinde, Yusuf HAYALOĞLU’nun benden bir ricası olmuştu. Bilindiği gibi Gülten KAYA, Yusuf’un kardeşidir. Gülten o dönem MLSPB’den Hüseyin Şakül ile nişanlıydı.  Hüseyin Şakül’ün MLSPB içersinde baş gösteren  muhalefet’in başını çekmesi nedeniyle, kendi örgüt arkadaşları tarafından ‘’sorunları tartışmak’’ maksadıyla bilinmeyen bir yere götürülerek, konuşma sırasından arkasından kafasına kurşun sıkılarak infaz edilmişti. Cinayet’i, ‘’içimizdeki polisi cezalandırdık’’ diye üstlenmişler ama, cesedin nerede olduğu bilinmiyordu. Yusuf Hayaloğlu’nun benden ricası, MLSPB’li arkadaşlarla ilişki kurmam ve Hüseyin’in nerede olduğunu kendisine bildirmem isteniyordu. MLSPB’den belirli arkadaşlara haber gönderdim rica ettim, Gelen haber, Hüseyin’in Avcılar bölgesinde ıssız bir yerde olduğuydu. Bu haberi Yusuf’a aktarıp aktaramadığımı şu an hatırlamıyorum.

12 Eylül’e doğru, adeta koşar adım giden Türkiye’de, olaylar öylesine hızlanmıştı ki, tüm yoldaşlar hep birlikte durup dinlenmeden koşturuyorduk. Engin ve İbrahim’in her yerde resimleri duvarlarda asılı olmasına rağmen her ikisi de koşturuyordu. Engin saçlarını boyamış olmasına rağmen, tipinde hiçbir değişiklik olmamıştı. Engin’in, bu haliyle Bazen İstanbul dışına Çorlu ve Çanakkale’ye kadar gidip ilişki yaratmaya çalışması,  beni tedirgin ediyor olmasına rağmen, bunların da mutlaka yapılması gerekiyordu.

Bütün bu olumsuz şartlara rağmen, 12 Eylül ve sonrasında, maddi sorunlarımızı aşmak için sürekli bir arayış içersinde olduk.

İbrahim BÜYÜKER’in getirdiği bir istihbarat sonucu Şirinevler’de yapılan bir eylem sonrası, bir süre için rahatladık ve sorunlarımızı çözebilme olanağı bulduk. Elimizde, külçe halinde ya da ezilmiş ve eritmeye verilerek yeniden işlenmek üzere olan altın vardı. Altınların bozdurularak paraya çevrilmesi bile sorun oluyordu. Son çare olarak, Haydar YILMAZ’ların avukatı, İsmail ve Murat Genç kardeşlerin Aksaray’daki büro’suna giderek Av. Murat Genç’le sorunu çözmeye başladık. Her ikiside devrimci olan Avukat arkadaşlardan Murat Genç ile Paris’te, uzun süre arkadaşlığımız devam etti. Maalesef bugün her ikisi de aramızda yoklar. Daha sonra anlatacağım gibi, Nebil Rahuma’dan alınan altınlar bile, Av. Murat GENÇ tarafından borsada bozdurulmuştur.

(15.bölüm. Nebil Rahuma, Ziya Erdönmez, Ali Sönmez’le ilişkiler ve Ali Çakmaklı ile devam edecek.)

 

 

Son Güncelleme: Pazartesi, 13 Aralık 2010 00:01