Şuanda 489 konuk çevrimiçi
BugünBugün2178
DünDün3402
Bu haftaBu hafta9902
Bu ayBu ay9902
ToplamToplam10478326
hapishane günlüğü 16: n. rahuma ve z. erdönmez PDF Yazdır e-Posta
İbrahim Yalçın tarafından yazıldı   
Cumartesi, 11 Aralık 2010 08:52


Bir önceki, 15. Bölümde,  Ali Sönmez’den söz ettim. Bitmedi. Ali Sönmez’den, bundan sonra da söz edeceğim.  1977 - 1984 dönemi Ali Sönmez’i ile 1984 ve 1987 sonlarına kadar ki sürecin Ali Sönmez’i başkadır. Fransa’daki Ali Sönmez ise çok daha başkadır. Almanya’da ki Ali Sönmez’i görmedim, duymadım, tanımıyorum.

Mihrac Ural’ın çetleşmelerinde duyuyorum. ‘’Ali Sönmez konuşamaz’’ diyor. 1987’lerdeki ve Fransa’daki Ali Sönmez, ‘’konuşacağım’’diyordu. Örgütten atıldı ( benim dışımdaki o an dışarda bulunan diğer tüm MK üyelerinin onayı ile) Atıldığı güne kadar, ‘’atsınlar da görsünler bakalım, her şeyi açıklayacağım. Elimdeki tüm belgeleri ortaya sereceğim, Mihrac Ural faşisti’nin bütün ipliklerini pazara çıkartacağım’’ diye bas bas bağıran Ali, aniden ortadan kayboldu ve Almanya’ya yerleşti. Almanya’daki Ali Sönmez’in neden konuşamayacağını bilmiyorum. Ali Sönmez gerçeğini yazıp bitirdikten sonra kararı size bırakacağım. Neden konuşmadığına siz karar verin.

NEBİL RAHUMA...

Bu konuyu çok yazdım. Bu konuda yazmadığım bir şey kalmadı. Burada bir kez daha tekrar etmeyeceğim. İsteyen olur, yada, merak edenler varsa bu site’de yazdığım Nebil yazılarını okuyabilir. Sadece bir kaç konuya değinecegim.

Mihrac Ural’ın, Erkan Ulaşan için yazdığı küfür yazılarını okumuşsunuzdur. Orada, ‘’Nebil ile son ana kadar haberleştiği, ilişkisinin hiç kesilmediğinden’’söz ediyor. Düpedüz yalan söylüyor. Her zamanki gibi uyduruyor ve suçluluk psikolojisi içersinde kıvrandığı, yazdığı yazının satır aralarında sırıtıyor. ‘’ Nebil’den bana kaset gelmedi’’diyor. Kaset’i kendisine bizzat elimle ben verdim.  Adıyaman cezaevi’ne sırf bu amaçla gittiğimi daha önce yazdım. ‘’ İbrahim Yalcın,  son Adana dönüşünde Nebil ile karşılaşmadı,  Nebil Adana dönüşünden hemen sonra tutuklanarak bir iki gün içersinde arkadaşları tarafından öldürüldü’’  diyor.  İşine öyle geldiğini sanıyor ve o nedenle böyle söylüyor.

Bir an önce Nebil’in öldürülmüş olması, kimseyle konuşmaması, konuştuğu taktirde kendisi hakkında iyi konuşmayacağını bildiği için böyle söylüyor. Yalan söylüyor,  ard arda yalan söylüyor.

Ne biliyor da böyle konuşuyor? Nebil de, ben de  İstanbul’dayız, kendisi nerde? Suriye’de. Nasıl oluyor da benim Nebil’le konuşamayacağım konusunda emin konuşuyor? Aklı sıra hesap-kitap yapıyor ve Nebil şu tarihte Adana’dan gelip, şu tarihte de öldürüldüğüne göre arada geçen kısa süre içersinde İbrahim’le görüşmemiştir(!) sonucuna varıyor. Nebil’in, hangi tarihte Suriye’den Türkiye’ye döndüğünü, telefonda Erkan ULAŞAN’dan öğrenmeye çalışan ve ‘’Yaa öyle mi? Nebil o tarihte mi dönmüş’’diyen adam, kalkıyor ve hiç birşey bilmediği bir konu hakkında kesin yargıda bulunabiliyor. Halbuki, Nebil’in Adana’dan döner dönmez tutuklanarak katledilmiş olması, Nebil’in, Ali ÇAKMAKLI’ya karşı misilleme olarak öldürülmüş olduğu yargısına neden olmaz mı? Bu durumda da, bu cinayete kendisinin sebeb olduğu sorusunu  akla getirmez mi? Elbette getirir. . O halde, neden böyle söylüyor? Neden, özellikle Nebil’in Adana dönüşü benimle görüşmüş olamayacağım konusunda ısrar ediyor?

Ben anlamadım. Anlayan varsa beri gelsin. Bu ısrarın bir tek nedeni olabilir. Nebil Rahuma’ya yönelik ihaneti açığa çıktığı zaman, panikledi. Bu konu da ne yazarsak yazalım, düşünmeden inkar etme ve yalan demeye kilitlendi(!) Nebil’in Adana dönüşü ve hemen öldürülüşü üzerine bir kurgu kurarak, aklınca karşı saldırıya geçecekti. Israrının nedeni, sonradan vazgeçtiği bu kurgudan kaynaklanıyor.

Kafasında kurduğu kurgunun inandırıcı olmayacağı sonucuna vararak bundan vazgeçti ama bu iddiayı da ortaya atan kendisi olduğu için bir daha geri dönemiyor ve ısrar ediyor. Yalanı, bir başka yalanla örtmeye kalkışmanın sonucuna katlamak zorunda kalıyor. Ah benim eşek kafalı soytarı sekreterim... Meğer nede çok yanılmışım. Bu adam benim düşündüğümden de daha aptalmış.

Ben ne demiştim? ‘’ Nebil ile son Adana dönüşünden hemen sonra görüştüm, Ali Çakmaklı’nın öldürülmesi konusunu konuştuk’’  Nebil bana, Mihrac’ı kastederek,’’ bu adam ne yapmak istiyor. Adana’daki arkadaşlar, Ali Çakmaklı’ya karşılık Mihrac’ı cezalandıracaklarını söylüyorlar, onları zor zaptediyoruz’’ dedi dedim. Bizim soytarı buna itiraz ediyor. Bak söylüyorum. Bana inanmıyorsa kendi sitesinde yazan ve marksizmin sorunlarını tartıştığı(!) YENER ORKUNOGLU’na sorsun, Aynı şeyi YENER’den de duyacaktır. O zaman, Almanya’daki HDÖ taraftarları da, ‘’Ali’ye karşılık Mihrac’ı cezalandıracağız’’ diye ayaklandıklarında, YENER tarafından sakinleştirilmişlerdi.

Gelelim, Ziya Erdönmez’den istedigim ve Nebil Rahuma tarafından bana verilen ALTIN’lar konusuna...

Mihrac Ural ne diyor? ‘’..İbrahim Yalçın, örgütten habersiz, Nebil Rahuma’dan altınları aldı ve bu sorun, Nebil’in öldürülmesine neden oldu’’ aynen bunları söylüyor ve Yalaka Mehmetcik Mehmet Yavuz’da, sahibinin sesi olarak bu sözü nakarat ediyor.

Engin’in dediği gibi, ‘’eskide tek kale oynamaya alışmış’’ ve habire boş kaleye gol atıp duruyordu. Kırdığı kırkı geçti ve susturmanın zamanı geldi.

 Demek ben örgütten habersiz altın aldım öyle mi? Söyle bakalım soytarı, Hangi örgütten habersiz ve kime haber vermeden para aldım?

Hangi örgüte ve kime haber vermem gerekiyordu? Öyle ya, habersiz aldığıma göre, haberi olması gereken bir kurum olmalı ve bu kurumun da benim üstümde olması gerekir ki, ona haber verip olurunu almalıyım. Herhalde kendisine haber vermemi beklemiyordu. Bu kadar eşek olacağını düşünmek bile istemiyorum. O halde kime haber vermem gerekiyordu? Söylemiyor ki. Söyleyebilse yüzü kızaracak...

Bunu söyleyebilecek kadar küçülüp un ufak olan adam, o dönem neredeydi? Suriye’de. Suriye’de ne arıyordu ? ‘’Oh kurtuldum artık, bana bir şey yapamazlar’’ diye Türkiye tarafına dönerek nanik yapmıyor muydu? Yapıyordu.  Başka ne yapıyordu? Kendi tabirine göre ‘’ dağlarda ot yiyerek’’ yaşıyordu. Yani sürünüyordu. Doğru mu peki? Hayır doğru değil yalan. Sadık anlatıyor. ‘’ bu adamı Suriye’ye götüren benim, yanında olan benim, ne ot yemesi, sabah kahvaltılarımızda yeşil zeytinden berisi vardı’’ demiyor mu? Diyor.

Antep’den gelecek olan altın’lar gelmemişti ama Adana’dan A. O. Tarafından gönderilen Altın’lar elimdeydi.

Peki ben nerdeydim? İstanbul’da,  Engin Erkiner nerdeydi? O’da İstanbul’da. Biz yurt dışına çıkmayı bilmiyor muyduk? İstediğimiz an ve istediğimiz yerden kapağı dışarıya atmayı düşünemezğmiydik? 12 eylül daha gelmemişti ve Türkiye’nin dört bir yanında mücadele bütün hızıyla sürüyordu. Bırakın bizi, Türkiye’de hiçbir yönetici,hiçbir militan’ın kafasında yurt-dışına çıkmak diye bir sorun yokken, Mihrac Ural ne yaptı? 12 eylül’den bir buçuk ay önce hapisten kaçtığının ikinci günü, Adanalı sempatizan yoldaşlara yalvarırcasına ‘’benim hemen gitmem lazım’’ demedi mi? Yanında bulunan N.yoldaş tanıktır. Üstelik de kendisiyle birlikte hapisten kaşan yoldaşlardan utanmadan, onlar gitmeyi düşünmezken, sorumlu geçinen bu korkak adam kapağı Suriye’ye atmakta buldu. Oturmuş ahkam kesiyor. ‘’ Örgüt’ten habersiz para aldı’’ diyor. Yüzü bile kızarmıyor. Aklı fikri altınlarda, öğrenecek ya, öğrenmese bir yerleri şişecek. Söyleyip rahatlatayım bari(!). Altınları aldım. Avukat Murat vasıtasıyla parça parça bozdurarak nakit’e çevirdim. Bir kısmını, Ankara’da davaları devam eden Haydar Yılmaz’ların avukatı İsmail ve Murat genç kardeşlere verdim. Geri kalanını da örgütsel faaliyetlerimiz için kullandık. Ev tuttuk, silah aldık, Firari yoldaşların güvenliklerini sağladık. 2.5 kg altın içersinde sadece bir tane yüzüğü parmağıma taktım. Adana’ya Ali Sönmez ile görüşmeye gittikten sonra dönüş paramız olmadıgı için Fikret Öztürk ile beraber bu yüzüğü de Adana’da bozdurarak yol parası yaptık.

Anladın mı? Soytarı sekreter. Anladın mı? Yalaka Mehmet.

İbrahim Yalçın’ın parayla pulla işi olmaz. İbrahim Yalçın, eli açık gözü tok bir ailede yetişmiştir. Ağa bir baba’nın oğludur. Ağa’lığı zenginliğinden değil, bonkör oluşundadır. Büyük ağabeyimin bir sözü var çok severim. Babamı kastederek, ‘’bizimkisi ağa değil, hacı ağa’dır. Benim bildiğim ağa’lar yedirmez yerler, oysa bizimki yemeyen ama yediren ağalardan olduğu için ağa değil ,olsa olsa hacı ağa olur’’ derdi. Ne demek istediğimi anlatmak için yaşamak gerek. Mihrac Ural bu kafa yapısını anlamayacak kadar cahildir. İbrahim Yalçın’ın baba evinde haftalarca rakı sofrasının kalkmadığı olurdu. Bölgenin yerel yöneticileri, kaymakam’ından Vali’sine kadar yer içer sarhoş olurlar ve kafayı bulan baba tarafından sile-tokat  pataklandıkları(!) bile olur giderlerdi.. İbrahim Yalçın, saygın ve herkes tarafından sevilen, hürmet edilen bir aile ocagında büyümüştür. Baba ocağına gelen ve sünni mezhebinden olan misafirlerine yedireceği koyun, kuzu’yu bile, alevi olması nedeniyle, ‘’akıllarına birşey gelmesin’’ diye kendisi kesmez, onlara kestirirdi. Neden böyle yaptığını sorduğum zaman, ‘’ oğlum, belki içlerinden, alevi’nin kestiği yenmez diyenler olur, bırak yemeklerini rahat yesinler, onlar misafir ‘’derdi. Onun bu tavrına çok kızmama rağmen, dikkatli oluşu da hoşuma giderdi. İbrahim Yalçın’ın baba evi önünde, eşkiya’nın geçip gittiği görülmemiştir. Dağda yakalanan eşkiya, Şehire götürülürken İbrahim Yalçın’ın baba evinde mola veren jandarmaların elinden alınır ve salıverilirdi. İbrahim Yalçın’ın çocukluğu, ahlaki değerlere önem veren bir aile ortamında geçti. İhanet etmez, Arkadaşlarına pusu kurmaz, çevresine zarar vermez, bilerek yanlışlık yapmaz ve puştluk düşünmez. Kendini ateşin ortasına atar ama arkadaşlarının tırnağına zarar gelmesini istemez.

İbrahim Yalçın, 1974 sonlarından başlamak üzere şu veya bu şekilde devrimci hareketin içersindedir. Yanlışlıkları olmuştur, çok olmuştur. Hataları, eksiklikleri, zaafları, korkuları da olmuştur. İbrahim Yalçın, birlikte omuz omuza  mücadele ettiği hiçbir yoldaşına yalan söylememiş, yoldaşlarında hiçbir şey saklamamıştır. İbrahim Yalçın’ın ahlak anlayışında buna yer yoktur.

Bu yazı dizisine devam edeceğim. Dilimin döndüğü kadarıyla tanıdığım herkesi yazmaya çalışacağım. İyi yönlerini  yazarken, eksikli yönlerini gizlemeyeceğim. Başkalarının düşündüğü gibi, ‘’ o’da beni yazarsa..’’ diye düşünmeyeceğim. Saklı-gizli bir şeyimin olmadığını söylüyorum. Olduğunu iddia edenler varsa susmadan yazmalarını isteyeceğim. Bu örgüt içersinde tek bir katil var. Tek bir hırsız var, tek bir ahlaksız, tek bir güdümlü ajan var. Bunun adı. Mihrac Ural’dır. Yalakalarını saymıyorum. Onların, Mihrac Ural yalakası olmadıklarını, Mihrac Ural’ın bu örgütten çaldığı paraların yalakalığını yaptıklarını biliyorum. Bunlar degişkendir. Bugün mehmetcik mehmet olur, yarın başkası.. 12 Eylül sonrası, bozulan ahlaksal değer yargılarının insanları nerelere savurduğunu biliyorum. Eylül öncesinin kariyer tutkusunu, eylül sonrasında para tutkusuna bıraktığını da biliyorum.

Söylemleri ile eylemleri arasındaki çelişkinin basıncı altında kişilik zaafiyetine uğrayan Mihrac Ural’ların sinsice aramızda dolaşmaya devam ettiklerini bilenlerdenim. Güzel bir iş yaptığımızı bu nedenle tekrarlayıp duruyoruz. Biz kendi Mihrac Ural’ımızı yakaladık. Kulağından tuttuk ve sokağa attık. O şimdi çırılçıplak. Bir değil, bin tane Mehmetcik Mehmet Yavuz’da gelse kıçını bile kapatamaz artık. Darısı, diğer devrimci örgütlerin başına...

Geçiyorum. Ve Mehmetcik MEHMET YAVUZ yalakasına dönüyorum. Adam demeye bile dilim varmıyor. Yalaka demek en uygunu. Ha bre mendebur herif. Söyle bakalım. ‘’ Ziya ERDÖNMEZ’in, İbrahim Yalcın’a verilen altınlardan kesin olarak haberi yoktu’’ diye yazıyorsun. Sen ki, zurnanın son deliği bile değilsin. Nebil’i en son ne zaman gördün? Ziya Erdönmez’i nerden tanırsın? Adını bile duymadığın bir kişi hakkında nasıl olurda böyle uyduruk yazı yazmaya kalkar ve boyunu aşan konularla uğraşırsın. Bre deyyus... Yalakalık yapmak adına her konuya atlamak senin ne haddine... Senin çapın ne? Nebil devrimcilik yaparken, ben devrimcilik yaparken, Ziya devrimcilik yaparken, biz İstanbul’da hemen her hafta görüşüp dertleşirken, sen nerelerde sürtüyordun? İnsan boyundan posundan utanır be. Yalakalık yapmanın bile bir yolu yöntemi olur. Söyle bakalım, sen kimden duydun ‘’Ziya’nın, Nebil’in bana verdiği altınlardan haberi olmadığını? Söylesene, kimden duydun?

Kocaman adamsın, sende hiç mi utanma yok mu?. Ayıp değil mi peki senin yaptığın. Hadi söyle bakayım, kimden duydun...?

Hep söylüyorum. Israrla söylüyorum. Nebil’in katledilmesini bu gün onaylamadıklarını söyleyenler hala susuyorlar. Konuşmuyorlar. Konuşmamakla, Mihrac Ural adlı soytarının ekmeğine yağ sürüyor, yalan söylemesine olanak sunmuş oluyorlar.

Nebil Rahuma’nın son Adana dönüşünden hemen sonra tutuklanmadığını, aradan bir kaç gün geçtiğini, bu arada Nebil’in hiçbir şeyden haberi olmadan dolaştığını bildikleri halde söylemiyor susuyorlar.

Nebil Rahuma’nın Mihrac Ural ile hiçbir ilişkisi yoktu ve Mihrac Ural’ın bulunduğu örgütle degil sırf Mihrac’la sorunu vardı. Mustafa Burgaz bu olayın tanığıdır. Nebil Rahuma’nın en son gittiği Adana’da, o bölgede Mustafa Burgaz ile karşılaşıp sohbet ettiğini de biliyorum. Mustafa Burgaz’a, ‘’ sen hala o adamla birlikte misin’’ dediğini de biliyorum.

ZİYA ERDÖNMEZ...

Ziya Erdönmez’i örgütleyen benim. Ben Acilci olduğum için Ziya Acilci olmuştur. Bunu söylerken, anlatmak istediğim, Ziya’yı en iyi tanıyanlardan birisi olduğumu anlatmak istiyorum. Ziya Erdönmez’le de İstanbul’da zaman zaman görüştüm. Ayrı örgütlerdeydik ama aramızdaki sevgi ve yoldaşlık baglarımız devam ediyordu. Genel nüfüs sayımı öncesi Ziya’nın benden istedigi soğuk mühür’ü, İbrahim Büyüker’in bana kırıldı demesi üzerine (İ.Büyüker’in kırıldı dediği mühür’ün kırılmadığını sonra öğrendim) Gitmediğim randevu yerinde, Ziya’nın beni beklediğini, gelmemem üzerine, Kadıköy nafus idaresini basarak soğuk mühür ve boş kimlik aldıktan sonra çıkan çatışmada, haydar paşa tren istasyonu civarındaki köprü üzerinde vurularak öldürüldüğünü yazmış ve bu konudaki sorumluluğum nedeniyle hala acı çektiğimi de belirtmiştim.

Ziya’nın benden soğuk mühür istemesi ile, benim Ziya’dan para istemem arasında ne fark var? Aynı şeyi farklı açılardan da yaşayabilirdik. Ziya benden para, ben ziya’dan soğuk mühür de isteyebilirdik. Kaldı ki değil Ziya ve Nebil, bir başka örgütle bile bu tür ilişkiye girebilirdik. Bunlar, devrimciler arasında olması gereken devrimci dayanışma örnekleridir.

İbrahim Büüyüker’in evinde bulunan soguk mühür’ü istememe ve tamam yarın getireyim demesine rağmen,’’ başka bir örgüt için kullanacak’’ diye bana yalan söyleyerek kırıldı diye getirmemesi, bir devrimcinin öldürülmesine neden olmuştur.

Benim, İbrahim Büyüker’e karşı olan tavrımın başlangıcı da zaten bu nedenledir. Bu süreç,İbrahim’in örgütten ihrac edilmesine neden olan olayların en önemlisiydi. İbrahim Büyüker bunu bilerek mi yaptı? Elbette ki hayır. Buradaki asıl sorun, devrimci dayanışma esprisinin kavranamaması ve sosyalistler arası ilişkilerdeki karşıtlığın değil, benzerliğin üzerine gidilmemesi anlayışıdır. Sosyalist olmanın temel kurallarının göz ardı edilmesidir. Bir önceki bölümde yazdım, ‘’İbrahim Büyüker’in olumlu bir yığın özelliklerine ve becerisine rağmen kontrol edilebildiği oranda’’ başarılı olabileceğine vurgu yaptım. Kontrol edebilmiş olsaydım, belki de bugün Ziya Erdönmez hayatta olacaktı...

DEVRİMCİ SOL’CULAR SİLAHLARIMIZA VE KİMLİKLERİMİZE EL KOYUYORLAR.

1980 dönemi devrimci hareketler arasındaki ilişkiler, dayanışmadan çok birbirleriye yarış içersine girmişti. Bu sakat anlayışın bir çok acıdan acısını çektiğimizi bir başka örnekle daha anlatmaya çalışacağım.

Tam olarak hatırlamıyorum. 12 eylül darbesinden hemen sonra,  yada hemen öncesin olabilir. Kemal ve Cihat isminde iki militanımızı, bir eylem için şimdi ismini hatırlamadığım Feriköy civarında bir semte yollamıştım. Yoldaşların bellerinde silah vardı ve üzerlerindeki kimlikleri sahteydi. Adı geçen semte geldikleri zaman, kendilerine Dev-Sol’cu diyen bir grup tarafından önleri kesilerek üzerleri aranıyor, silahlarına ve kimliklerine el konuluyor. Yoldaşların, kendilerini tanıtmalarına, ‘’Biz Acilciyiz, aranıyoruz, silahlarımız kalsın ama kimliklerimizi verin’’ demelerine rağmen. Verilmiyor ve ısrarcı oldukları taktirde öldürülecekleri söylenerek ‘’ Bize Acilci olduğunuzu ispat edin, tanıdığımız bir Acilci getirin’’ denilerek yoldaşları bırakıyorlar. Kimliksiz ve beş parasız kalan yoldaşlar, mahalle aralarından yürüyerek bana geldiler ve durumu aktardılar. Yoldaşlardan birisini yanıma aldım ve aynı yolu takip ederek olayın meydana geldiği bölgeye gittim. Aynı kişiler, toplu bir şekilde aynı yerde duruyordu. Beni ve yoldaşı gördüler ve yanımıza doğru yaklaştılar. Gerilerinde duran ve bölge sorumlusu olduğunu anladığım kişiyi tanıyordum. Beni görüyor, gülüyordu. Yanımıza gelip, etrafımızı çeviren arkadaşlara,’’sorumlunuz kim’? diye sormaya kalkmadan, sorumlu arkadaş geldi ve koluma girerek ‘’hadi bir çay içelim’’diye beni kahveye doğru çekmeye başladı. Hala gülüyor ve ‘’gördün mü seni nasıl ayağıma kadar getirdim ‘’ diye espri yapıyordu. Çok sinirlenmiştim. Ne kadar ağır konuştuysam da aldırmıyor, gülüyordu. Silahlarımızı ve kimliklerimizi aldık, çaylarımızı içtik ve döndük. Aynı arkadaşla, aylar sonra Gayrettepe’de birinci şube’de işkence odasında karşılaştık. Ellerim kelepçeli gözlerim bağlıydı. Bir ara odada kimsenin olmadığı bir sırada göz batlarımı kaldırdım ve etrafa bakmak istedim. Birden ne göreyim, benim yanımda ve kelepçenin öbür tarafında bağlı olan arkadaş aynı arkadaş. O da gözlerini açmış ve beni görünce aynı şekilde şaşırmıştı. ‘’ aman sus benim adım sahte’’ dedi. Fırsatı kaçırır mıyım, ‘’ ulan puşt, şimdi yaktım seni, arkadaşları rehin almayı sana gösteririm, her şeyini patlatacağım’’ diye espri yaptım, gülüştük. Aynı arkadaş uzun yıllar sahte isimle cezaevi yattı ve aynı isimle de tahliye oldu. Cezaevinde bile, bulunduğu hücrenin karşısındaki hücrede kalıyordum. Bazen pencereye tırmanıyor ve bütün havalandırmaya, ‘’ İbrahim’i ayağıma kadar nasıl getirdim ama, anlatayım da duyun millet ‘’ diye bağıra bağıra anlatıyor, hep beraber gülüşüyorduk.

Espri ve gülüşler bir yana, olayın özü, 12 Eylül öncesi ve sonrası devrimci örgütler arasındaki çelişkinin doruğa çıktığıydı aslında. Mahalleler paylaşılmış, devlet güçleri ve sivil faşistlerin yaklaşmaması için kurulmuş olan barikatlar, diğer devrimcilerinde geçişlerine engel oluyordu.

(17.bölüm , 12 Eylül darbesi ve İstanbul  ile devam edecek)