Şuanda 51 konuk çevrimiçi
BugünBugün469
DünDün2294
Bu haftaBu hafta6441
Bu ayBu ay40178
ToplamToplam10156733
Kederli kentin şövalyesi PDF Yazdır e-Posta
İdris Köylü tarafından yazıldı   
Pazartesi, 20 Ekim 2014 11:09


-Suphi Nejat Ağırnaslı’nın anısına-                                                                                                                                                          

Masallara özgü vakur duruşlu adamdan belleğinde iki anısı kalmıştı. Kıstırılmışlıklarını boyunlarında onur nişanesi gibi taşıdıkları günlerdi. Kızılay’da çembere alındığı polis koridorunu yırtıp nefes nefese ara sokaklara daldı. Kızılay, Doğudan Ayrancı-Çankaya yönüne, Batıdan Sıhhiye-Ulus yönüne tutulmuş, her yer polis. Bir sokaktan, bir caddeden diğerine geçişte kovalamacıyı buradakiler devralıyor, oyun aralıksız devam ediyor. Yakalanması diğer devrimcilerin moralinin bozulması açısından önemli çünkü tazı gibi koşardı ve polisin onu mitinglerde boykotlarda yakaladığı vaki değildi.  Anlaşılan bunların hepsi zincirleme onu yakalamak için seferber edilmişti. Caddelerin, sokakların tutulmuş olması onu yakalamaları anlamına gelmiyordu ve yakalanmayacaktı.  Kaçacağı, şaşırtma vereceği ara sokakları iyi biliyordu. Hayatın onları bir av tazısından daha hızlı olmaya mecbur kıldığı yıllardı… Ve lakin öğrenci hareketi içinde olması, her gün meydanlarda polisle yüz yüze gelmesi nedeniyle eşkâli aşağı yukarı bütün polisler tarafından biliniyordu. Saman pazarından Ulus yönüne doğru koşmaya başladı. Birkaç ara sokağa girip takip edilip edilmediğini kontrol etti, başarmıştı, atlatmıştı polisi. Soğuk bir güz günüydü, nefes alırken içi dışına çıkacaktı sanki, alnından alevler, ağzından burnundan dumanlar yükseliyordu. Nefesini toplamaya çalıştı, rutin adımlarla yürümeye başladı. Nereden geldiğini kestiremediği “işte orada”  sesinin  ilk tınısıyla yeniden koşmaya başladı. Konya sokağa girmişti, diğer ucu bent deresine açılan dar bir sokak. Sokağın sonunun tutulduğunu gördü, kaçacağı bir başka yer kalmamıştı, kendini Avukat Niyazi Ağırnaslı’nın bürosuna attı. Bütün devrimcilerin Niyazi amcası deneyli, tecrübeli güngörmüş bir adamdı. Yaşlı halinden beklenmeyen bir çeviklikle “ oğlum” deyip boynuna sarıldı. Nefes alamadığını gören Niyazi amcası oturması için ısrar ederken içeri giren üç kişinin yan gözle ona baktığını gören Niyazi amca sol elinin işaret parmağıyla çıkış kapısını göstererek “ derhal dışarı çıkın” dedi gürleyen bir ses tonuyla. Niyazi amca “malum zatlarla” uğraşırken bahçeye yakın pencereden atlayıp kaçtı. Birkaç ay sonra kaldığı eve kurulan polis karakoluna düştü, yakalandı. Örgüt üyeliği, silah, bomba bulundurmaktan tutuklu yargılanmaya başladı. Basın “(X) örgütünün Ankara sorumlusu yakalandı” diye vermişti haberi sekiz sütuna manşetten.   Elbette Avukatı Niyazi amcaydı.

 Polis, ağır işkencelere dayanamayan arkadaşlarından istediği ifadeyi almıştı, iddianame de polis ifadesinin bir kopyası idi. Birlikte yakalandığı sekiz arkadaşı onun üstüne ifade vermeye zorlanmıştı. Mahkemedeki ifade sırasında sekizinci, yani son sıradaydı. İlk sıradaki yedi arkadaşı kendilerinde yakalanan ne varsa kendilerine onun verdiğini söylemişler ve mahkemede de bu ifadelerini tekrarlamışlardı. Yalnız içlerinden biri, kendisiyle hemşerilik ilişkisi dışında başkaca ilişkisi olmayan, siyasi, ideolojik bilinci olmayan bir işçi arkadaşı evindeki aramada ele geçen “bir suç aletini”  “ben üstlenirim” diye tutturmaz mı… Cezaevinde, ilk duruşmaya çağrıldığımız güne kadar iki ay boyunca üstlenmekten  vazgeçirmek, kendi üstüne atması, onun da diğerleri gibi kendisinin verdiğini söylemesi  için ter dökmüştü. Nuh diyordu da  peygamber demiyordu.  “Niye senin üstüne atayım, ben devrimci değil miyim, ben cezaevinde yatamaz mıyım?”… İşçi evliydi ve çocukları vardı, bakacak kimsesi de yoktu, suçu kendisinin üstlenmesi ve işçi arkadaşının dışarı çıkması lazımdı. İşin gerçeği de bir tek işçi arkadaşına suç konusu malzemeyi kendisi bir paket içinde “bunu sakla, birkaç gün sonra alacağım” diye vermişti. İçinde ne olduğunu da doğrusu bilmiyordu bile.  Diğer arkadaşları mahkemeye verdikleri ifadelerinde suç sayılan malzemeleri onun verdiğini dilleri dolaşmadan, kekelemeden ifade ederken, o işçi arkadaşı yutkunmuş, gözüne bakmıştı. Gözlerinin karşılaşmasından sonra onun verdiğini söylemişti. Niyazi amca kaygılıydı ve yakalanan bütün suç unsurlarının onun üzerinde kalması endişesiyle tedirgin olmuştu. Sıra ona geldiğinde babacan tavırlı mahkeme reisinin ona “ kalk bakalım ayağa” demesiyle ayağa kalkmış, reis onu aşağıdan yukarı süzdükten sonra “ yahu bu kadar masum bir yüz taşıyan birisi bütün bunları yapamaz” demesiyle hemen araya giren Niyazi amca mahkemenin kendisine savunma için söz vermesini beklemeden hemen atağa geçmiş, onların provokasyona getirildiğini, isnat edilen suçlarla ilişkileri olmadığını bağıra çağıra anlatmaya başlamıştı. Mahkeme heyetinin Niyazi amcaya karşı mesafeli ama saygılı olduğu gözden kaçmamıştı. Niyazi amcanın “provokasyona getirildiler” sözünü hazmedememiş, “ hayır” demişti, “biz devrimciyiz, ne yaptıysak bilerek ve kendi irademizle yaptık”  çıkışı üzerine Niyazi amcayı küstürmüştü. Uzun süre duruşmalara katılmayan Niyazi amca son duruşmaya gelmişti ve onu tahliye ettirmişti. Teşekkür etmeye gittiğinde ona gözünün altından önce kızgın kızgın bakmış, sonra da “seninle nasıl gurur duyuyorum” diye kucaklamıştı onu. Cezaevinden çıktıktan yaklaşık bir buçuk iki yıl sonra yeniden yakalanmış, bu kez idamla yargılanmaya başlamıştı.  Eşi görüşmek için Niyazi amcaya gittiğinde onun yakalanmasına üzüntüsünü“ ah yavrum, ah kara oğlum” diye dile getirmişti.

O, kendisinin Niyazi amcayı gururlandıran tek kişi olmadığını aradan bunca yıl geçtikten sonra  “Niyazi Ağırnaslının torunu Suphi Nejat Kobanide İŞİD tarafından öldürüldü” melun haberiyle öğrenecekti. Babası “yoldaşımı, oğlumu kaybettim” diyordu. Yüzündeki gülümsemesi sayfaya taşan Nejat, elinde İŞİD e karşı savaşırken taşıdığı kaleşinkof silahla görülüyordu. Oğlum yaşında,  gencecik... Bunca ölümler görmüş, yaşamış bir yüreğin nasır bağlaması gerekmez miydi, her defasında içine mi kanardı böyle için için,  sessiz sedasız… Elbette her ölüm erken ölümdü ama bir devrimcinin ölümünü hazmetmek de kolay değildi. Nejat savcılığa verdiği bir ifadesinde “kirli hiçbir şeyin ortağı olmak istemediğim için komünistim” demişti. Bir halkın soykırıma uğradığı yeryüzünün kederli kenti Kobani’yi  İŞİD katillerine dar edip kanlı saldırılarını püskürten, beklenmeyen, tahmin edilmeyen, “ ha düştü ha düşecek”  diye beklenen Kobani’de direniş savaşçılarının yarattıkları mucize,  yüreklerini sapan taşı yapıp fırlatmaktan başka silahı olmayan, hayatı, uğruna ölünebilecek kadar anlamlı ve yaşamaya değer bulan   Nejatların insana ve hayata duydukları saygı ve inançtan başka ne olabilir ki… Ve başkaca da hangi mirasları vardı ki Che’nin “Komünist odur ki, dünyanın neresinde olursa olsun bir mazlumun yüzüne atılan tokadı kendi yüzünde hisseder” haykırışından başka…İŞİD katillerinin katliamına karşı çaresiz insanların yanında, yanı başında olmayacaktı, onlarla birlikte direnmeyecekti, savaşmayacaktı da ülkenin en seçkin üniversitesinde yaptığı kariyerinin kendisine getirisini mi hesaplayacaktı… Ver elini Kobani… Halkının topluca katledilmesine bıyık altından gülünen, insan eti yiyen akbabaların iştahını kabartan,  semalarını kana boyadığı şehir,  kederli kent…Bir tarafta adını Aldığı Mustafa Suphi ve Ethem Nejat, bir yanda soyundan geldiği dedesi Niyazi amca… Topluca ölüme sürüklenmek Soma maden işçilerinin fıtratında var mıydı bilinmez ama, bir halkın katledilmesine seyirci kalmak Nejat’ın fıtratında yoktu. Nejat kederli kentin çaresiz insanlarıyla omuz omuza savaşmak için bir yol bulur, giderdi… Nejat bu katliamın seyircisi olmayacaktı, Nejat çaresiz insanların seslerine kulaklarını tıkamayacaktı… Katil sürülerinin bu topraklarda katlettiği kaçıncı Nejattı… Katil sürülerinin bu topraklarda katlettiği kaçıncı Nejattı…

 Başını ellerinin arasına alıp gökyüzüne baktı. Bulutların kuşatmaya aldığı ay ışığının bulduğu aralıklardan sızarak ışığını insanlara, dünyaya, bitkilere, dağlara, denizlere, nehirlere armağan ettiğini gördü, gülümsedi.

“Ey insanlık… Uykuların ne kadar derin, ne kendinsin, ne kendindesin… Bu gidişle, senin bu vurdumduymazlığınla bir gün topluca katledilme sırasının sana da geleceğinin farkında bile değilsin… Sana uzatılan bir el beklediğinde umarım çok geç kalmamışsındır.

  “Niyaz amca dedi” eminim yanına gelen Nejat’ın yanaklarından öpüp  “işte benim torunum” diyeceksin, Belki gözlerin dolarak, gözyaşlarını göstermeden gururla kucaklayacaksın torununu.  Hiç tanımadığım, karşılaşmadığım bu delikanlıya benden de selam söyle, e mi?

Güle güle insan olmanın onuru, insanlığın yüz akı.

Güle güle kederli kentin şövalyesi….

 

Son Güncelleme: Pazartesi, 20 Ekim 2014 11:11