Şuanda 59 konuk çevrimiçi
BugünBugün1403
DünDün5617
Bu haftaBu hafta12125
Bu ayBu ay33945
ToplamToplam10244287
Komünist toplum ekolojik olabilir mi? PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Çarşamba, 27 Nisan 2016 18:17


Bu yazı 11 yıl önce (2005) Gri ve Yeşil adlı derginin Marksizm ve Ekoloji konulu ilk sayısında yayınlanmıştı.

Bu yıl Çernobil’deki nükleer santral kazasının üzerinden 30 yıl geçmiş oluyor.

Çernobil reel sosyalizmde yaşanılan çevre felaketlerinin küçük ve bilinen bölümüdür. Asıl büyük felaket daha uzun ve yaygın yaşanmıştır.

Bu yazının yayınlandığı yıllarda çevre sorununun kapitalizme özgü olduğu, sosyalizmde böyle bir sorunun bulunmadığı yazılırdı. Aşağıdaki yazı bu görüşe karşı yazılmıştır denilebilir. Bugün yazılsaydı genişletilmesi gerekirdi ama yazıdaki temel görüşte değişiklik yapılması gerekmiyor.

KOMÜNİST TOPLUM EKOLOJİK OLABİLİR Mİ?

Ekoloji ve sosyalist politikadaki yeriyle, ekoloji ve Marksizm üzerine son yıllarda yayınlanan telif yazıların insana sıkıntı verecek kadar yavan olduklarını belirtmeliyim. Bu yazıların esasını ekolojinin Marksizme içkin olduğunun “kanıtlanması” oluşturuyordu. Ne ki, bu arada bir başka önemli soru atlanıyordu: Madem içkindi, o halde neden bu kadar geç fark edildi? Sosyalistlerin bu sorunun önemini fark etmeleri için ekolojik hareketin doğup büyümesi, parlamentolarda temsil edilebilecek kadar oy toplaması, daha sonra gelişmiş kapitalist ülkelerde yaşanan ekolojik dönüşüm ve ekolojik hareketin kapitalizm tarafından içselleştirilmesinde oldukça mesafe alınması gerekti. Çeşitli ülkelerdeki komünist partileri, teoride yeniye ve gelişmeye açık olduklarını iddia eden değişik Marksist akımlar ancak bu gelişmelerin ardından ekolojinin önemini anlayabildiler.

Bu nedenle, ekoloji ve ekolojik hareket, sosyalist teori ve örgütlenmenin önemli sorunlarını da gündeme getirir. Ne SBKP ve sosyalist ülkelerde iktidarda olan diğer partiler, ne de Batı Avrupa ülkelerinin komünist partileri uzun süre ekolojinin önemini anlayamadıkları gibi, ekolojik harekete karşı dışlayıcı bir tutum da takındılar. Belki bazı küçük sosyalist örgütler bu hareketin taleplerine yönelik olarak baştan itibaren daha olumlu bir değerlendirme yapmışlardı, ama onların da herhangi bir etkisi olmadı.

Dünyanın en büyük ekolojik hareketi olan Yeşiller, Almanya’da doğdu. Bu hareketin geliştiği 1980’li yıllarda Almanya Komünist Partisi (DKP) ekoloji sorunuyla hiç ilgilenmediği gibi, bu hareketi de karşısına aldı ve ancak geçtiğimiz yıl (2003) “büyük hata yaptık” diyerek özeleştiri yaptı. Büyük hatalar önemli maddi öncüllere dayanırlar. Neden sadece DKP değil de dünyanın bütün önemli komünist partileri ekolojinin ve ekolojik hareketin önemini kavramakta bu kadar geç kalmışlardı; üzerinde durulmadı. Bu nedenle ekoloji; çevre kirlenmesi, kapitalizmle ilişkisi, sosyalist teorideki yeri çerçevesinden daha geniş bir alanı kapsar. Bu yazı, birisi Türkçe diğeri Almanca iki yazıda öne sürülen görüşlerin incelenmesi temelinde şekillenecektir. Türkçe olanı “Bir Çağ Dönümünün Eşiğinde” adlı Sosyalist Emek Hareketi Parti Girişimi Politik Bildirge Taslağı broşüründe yer alan “Ekolojik Kriz ve Doğal Sınırlar” başlıklı yazıdır. Söz konusu yazının konuyla ilgili olarak yayınlanmış diğer metinlerden daha ileri özellikler taşıması bu seçimde etkili oldu.

Almanca metin ise Blätter für Deutsche und Internationale Politik dergisinin Kasım 2004 sayısında yayınlanan “Ekolojik Hareketin Krizi” başlıklı yazıdır. Yazar Thilo Bode halen Foodwatch adlı tüketim örgütünün başkanıdır. Daha önce de yıllarca Greenpeace örgütünün başkanlığını yürütmüştür.

  1. Yeşil kapitalizm ve getirdiği çözüm nedir?

“Ekolojik Kriz ve Doğal Sınırlar” yazısında son yirmi yılda üretim birimlerinde artan oranda çevreyi koruma şartının aranması, atıkların yeniden değerlendirilmesi, rüzgar ve güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelinmesi belirtildikten sonra şöyle deniliyor:

“Bu durumda sorulabilir: Ekolojik kriz gerçekten de kapitalist sistemin doğal sınırlarına mı işaret ediyor, yoksa sermaye bu krizle baş edebilir mi? Genetik, süper iletkenler ve parçacık fiziğindeki ilerlemelere yaslanarak, şu anda karşılaştığı doğal sınırları öteleyebilir mi? Uzun vadede, ekolojik önceliklere göre yeniden yapılandırılmış ve geri kalan her şeyin aynı kaldığı bir kapitalist ekonomi mümkün müdür?

Bu soruların yanıtları olumsuzdur. Çünkü, ekolojik krizin temelinde yatan sorun, sermayenin mantığı ile doğanın kendini yenileme ve onarma süreçleri, ekolojik döngüleri ve geri besleme sistemleri arasındaki bağdaşmazlığın; sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi ile doğanın yeniden üretim devreleri arasındaki çelişkinin gittikçe keskinleşmesidir.” (Bir Çağ Dönümünün Eşiğinde, s. 25)

Yazar, 20. yüzyılda Marksistlerin defalarca belirttiği ve sürekli olarak yanıldığı bir olguyu bu kez başka bir yönden tekrarlıyor: Kapitalizm bu krizi aşamaz! Benzer bir tahmin yıllar önce, “emperyalist ülkeler arasında yeniden paylaşım savaşları kaçınılmazdır ve bu da kapitalizmin sonunu getirecektir” olarak yapılmış, ama gerçekleşmemişti. Yine 20. yüzyıl boyunca her önemli ekonomik krizde benzer saptama yapıldı: 1929-1933 krizi, 1971’de Doların altın paritesinin kaldırılmasıyla ortaya çıkan durumla ilgili olarak da benzeri bir sonuca ulaşılmıştı, ardından stagflasyon sorunu geldi. Birkaç örnek daha eklenebilir.

Kapitalizmin her ciddi sorunundan hareket ederek onun sınırlılıklarını ve kaçınılmaz sonunu göstermek, bizlerin vazgeçmesek bile büyük ihtiyatla yaklaşmamız gereken bir söylemdir. Buradan çıkarılması gereken sonuç, kapitalizmin sonsuza kadar yaşayabileceği değildir, sadece kaçınılmaz son belirlemesine ihtiyatla yaklaşmaktır, çünkü her önemli krizde aynı belirlemenin yapılması, ama doğru çıkmaması, çağdaş kapitalizmin analizine daha objektif yaklaşılması gerektiğini göstermektedir.

Ekolojik krizin günümüzdeki durumuyla ilgili olarak üç temel saptama yapılabilir:

Birincisi; son yirmi yılda yeşil kapitalizm, ekolojik krizi aşmak için yeterli olmasa da önemli bir aşama göstermiştir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde hava ve akarsular daha temiz, enerji harcaması daha azdır. Bu gelişme dünyada küçük bir alanda gerçekleşmektedir. Bu alan insanlığın azınlığını barındırıyor, ama dünyanın üretim ve enerji tüketiminin büyük bölümü de burada gerçekleştiriliyor. Dolayısıyla bu alanda yeşil kapitalizm doğrultusundaki gelişmeler önemlidir.

Yirmi yıl önce Yeşiller dışında hiçbir politik örgüt ekolojik sorunlara programında yer vermezken, şimdi bu sorunu önemle ele almayan hiçbir ciddi parti yoktur. Dahası, Öteki Yayınevi tarafından çıkarılan Marksizm ve Ekoloji adlı kitapta James O’Connor” Sürdürülebilir Kapitalizm Mümkün mü?” başlıklı yazısında, doğayı yeniden üretme tekniklerinden söz ediyor. O’Connor, zehirli sanayi atıklarıyla kirlenmiş toprakları temizlemek için programlanan bitki örtülerinden söz ederken “doğanın yeniden yapılandırılması” gibi önemli bir kavramı kullanıyor.

Üretici güçlerdeki gelişme, kapitalizmi doğanın en azından bir bölümünü yeniden üretmeyi olanaklı kılacak noktaya getirmiştir. Bu üretim henüz küçüktür, kapitalizm dünyayı temizlemesiyle karşılaştırılamayacak oranda hızlı kirletmektedir, ama tersi yönde daha hızlı gelişmenin olanakları da vardır. Kapitalizm bunları ne oranda karlı duruma getirerek uygulayacaktır, göreceğiz.

İkincisi, Mandel’in yeni bir boom dönemiyle ilgili olarak yaptığı saptama önemli bir eksiği içermektedir. Deniliyor ki:

“… Mandel’in de kayıt düştüğü gibi, neresinden bakılırsa bakılsın, doğanın 25-30 yıl sürecek yeni bir genişleme dalgasını kaldırabilmesi oldukça şüphelidir.” (s. 26)

Kapitalizmin yeni bir genişleme dalgası belirli oranda zaten var. Bu dalgada sermayenin yöneldiği esas olarak öncekilerden farklı: hizmet sektörü. Eğitimden sağlık sigortasına, emeklilik sigortasından belediye hizmetlerine kadar insan yaşamının düşünülebilecek bütün alanları sermayeye açıldı ve açılıyor. Bu alanda çevre kirlenmesi önceki genişleme dönemlerinde yönelinen sanayi alanına göre oldukça azdır. Bu farkın önemle dikkate alınması gerekir.

Üçüncüsü; kapitalizmin ekolojik krizi ya da başka bir krizi- aşabilir mi aşamaz mı sorusunun artık bulunmamasıdır. Krizi aşmak ya da aşamamak ikileminin yerini, krizle birlikte yaşayabilmek ya da yaşayamamak almıştır. Bu, anti-kapitalistler açısından öncekinden oldukça farklı bir ikilemdir. Kapitalizm 1971 yılından beri değişik alanlarda varolan, yoğunluğu değişen ama sürekli varolan krizle birlikte yaşamaktadır. Ekolojik kriz bu krizin veçhelerinden bir tanesidir. Kapitalizm krizi aşamamakta, onunla birlikte yaşamaktadır. Kriz, yönetilebildiği oranda, önemli bir tehlike oluşturmaz. Bu bakımdan kapitalizmin kriz içinde bulunduğu saptaması yıllardan beri varolanı yeniden belirtmenin ötesinde anlam taşımaz. Eskiden krizle birlikte yaşamak ancak kısa süreler için söz konusuydu. En az otuz yıldır bu durum değişmiştir.

Sosyalistler kapitalizmin krizinin her yeni görünümünde, sistemin krizle birlikte yaşama olanaklarını da gözeten bir analize yönelmek zorundadırlar. Sosyalistler böylece her yeni krizde kaçınılmaz sonu ilan edip arkasından da yanılmak yerine, daha gerçekçi politik saptamalar yapmaya yönelirler. Böyle bir yönelim, aynı zamanda, kapitalizmin esnekliklerine ve olası gelişme potansiyellerine karşı daha etkili politikalar izlenmesini de sağlar. Eski sosyalist ülkelerin politikasını ne kadar eleştirsek de yıllardır bilincimizde yerleşmiş olan “kapitalizm bitmiştir” anlayışından kurtulmak kolay değil. 20. yüzyıl boyunca “kapitalizm üretici güçlerde önemli bir gelişme sağlayamaz, bilimsel-teknolojik devrimi geliştiremez, onu ancak biz yapabiliriz” diyen sosyalist ülke partilerinin sonunda hangi duruma düştüklerini gördük. İzlenen politika yıllardır gerçeklere dayanmadığı için seçenek de üretilemedi. Oysa ki, kapitalizmin esnekliklerini ve krizle birlikte yaşama olanaklarını da dikkate alan bir politika, kapitalizmdeki gelişmeleri daha yakından izlemek ve bu gelişmeye karşı sosyalist seçenekleri de zamanında formüle etmek ve uygulamak şansına sahiptir.

Birada Thilo Bode’nin yazısına geçebiliriz. Yeşil kapitalizm önemli olanaklara sahip, ama bunları ne oranda kullanıyor ve nasıl bir çözüm üretebiliyor?

Bode yazısına şu sözlerle başlıyor:

“Çevreci politika derin bir kriz içindedir. Temel sorun şudur: iklimin ve biyolojik çok çeşitliliğin korunmasına kadar gerçekleştirilen ilerleme, sorunun artışına göre çok azdır. Sorunun çözümü, sorunun ortaya çıkış yoğunluğuyla uyum içinde değildir. Ekoloji politikasının krizi aynı zamanda ekolojik hareketin de krizidir.”

Sorun teknik ve politik çözümlemenin bulunmasında değil, bunların uygulanmasında yatmaktadır. Yapılan uygulama sorunun çözümü için yeterli olmaktan oldukça uzaktır. Örneğin hava kirliliğinin azaltılması ve enerji tasarrufu konularında önemli ilerlemeler sağlanmıştır. Bugün üretilen otomobil motorları on yıl öncesine göre hem daha az zararlı madde üretmekte hem de daha az yakıt tüketmektedir. Ne ki, üretilen otomobil sayısının çokluğu teknik ilerlemeyle sağlanan göreli gelişmeyi etkisizleştirmektedir.

Bode, dünyadaki toplam üretimin gelişmesiyle ilgili olarak şu rakamları vermektedir:

“1950’de dünya GSMH’si 5 trilyon ABD Dolarıydı, yüzyılın sonunda 31 trilyona yükseldi. Bu rakam sadece 1990’dan beri 7 trilyon artmıştır ki, bu artış, uygarlığın başlangıcından 1950 yılına kadar olan artıştan daha fazladır.”

1950 yılından itibaren girilen tüketim toplumu anlayışı hızlanarak sürüyor. Bu anlayış insanı öncelikle tüketim temelinde tanımlar: Tükettikçe özgürsün; tüket, daha fazla, daha fazla tüket… Bu anlayışın dünya kaynaklarının büyük bir hızla tüketilmesini gündeme getirmesi kaçınılmazdır. Yaşadığımız uygarlık olabildiğince ucuz ve sürekli artan enerji tüketimine dayanmaktadır. (Yazının sonunda reel sosyalist ülkelerin de aynı anlayışa sahip oldukları üzerinde duracağız.)

Yeşillerin ortaya çıktığı dönemin tüketim toplumunun ileri aşamasına karşılık düşmesi ve çevre hareketinin Federal Almanya Cumhuriyeti (FAC) gibi gelişmiş bir tüketim toplumunda öncelikle belirginleşmesi rastlantı değildir. Yeşiller farklı bir hayat tarzını savundular ve bunu belirli oranda bütün toplum kesimlerine de kabul ettirdiler. Bu anlayış çevreye özen göstermek ve daha az enerji tüketmek olarak ifade edilebilir. Enerji tüketimini azaltmak için yeni yapılan evlerin duvarlarında yalıtım gücü yüksek maddeler kullanıldı, böylece ısınma giderleri azaltıldı; akaryakıt tüketimini azaltmak için daha gelişmiş motorlar üretildi, hava filtreleri etkinleştirildi, çöpler ayrılarak yeniden değerlendirilmeye başlandı… En azından gelişmiş sanayi ülkelerinde belirgin sonuçlara ulaşıldı, ama yine de esas sorun çözülemedi: dünyanın ısınması durdurulamadı, enerji tüketimi dünya çapında geriletilemedi, iklim felaketleri önlenemedi… Yeşiller ve belirli oranda Bode tarafından da savunulan uygulamaların çare olmadığı görüldü. Bunların başında enerji fiyatının artırılması gelmektedir. 1970’li yıllarda Petrol Üreticisi Ülkeler Örgütü OPEC petrol fiyatlarını iki kez büyük oranda yükseltti. Bu yükselme enerjinin en çok kullanılan çeşidi olan benzin ve mazotu dolayısıyla da kapitalist üretimi pahalandırdı; ancak bundan dolayı kapitalizmin sonu gelmedi, kapitalizm farklı enerji çeşitlerine ve değişik üretim tekniklerine yöneldi. Yeşiller, enerji pahalandıkça daha az kullanılır anlayışından hareket etmeyi sürdürdüler. Sonuç, Bode'nin de belirttiği gibi, kapitalizmin makyaj tazelemesi oldu. FAC'de yedi yıldır hükümette olan Sosyal Demokrat Parti-Yeşiller koalisyonu çevre vergisi getirerek akaryakıt fiyatlarını düzenli olarak artırdı. Sonuçta akaryakıt tüketimi biraz azaldı, FAC ve benzeri önlemleri alan diğer gelişmiş ülkeler açısından durum biraz değişti, ama dünya çapında kötüye gidiş durdurulamadı. Uluslar arası tekeller bu ülkelerdeki sıkı çevre standartlarına dikkat ederlerken, Çin Halk Cumhuriyeti ve eski sosyalist ülkelerde yaptıkları yatırımlarda masraflarını düşürmek için çevreye aynı özeni göstermiyorlar. Bu durumda enerji tüketiminin büyük bölümünü gerçekleştiren ülkelerde çevrenin ve kaynakların korunması konusunda atılan adımlar, dünyanın geri kalan ülkelerinde üretimin çevre ve kaynak kullanımı dikkate alınmadan artırılması sonucu geçersizleşiyor, hatta genel durum daha da kötüye gidiyor.

Bode, haklı olarak, uluslararası tekellerin denetlenemediğinden , ulusal hükümetlerin bunu yapacak güce sahip olmadığından, yaptırım gücü olan uluslar arası kurumların ise bulunmamasından yakınıyor. Çevrenin ve kaynakların korunması uluslar arası tekellerin insafına kalıyor, onlar da bunu işlerine geldiği oranda yapıyorlar.

Kapitalist yönetimlerin ve bu tekellerin elinde çevrenin korunması ve kaynakların daha iyi kullanımı konusunda halen önemli olanaklar bulunuyor. Bunları ancak zorlandıkça kullanıyorlar. Enerji fiyatının artırılması bu zorlamanın yollarından bir tanesidir, ama sorunu çözmemektedir. Sorun, özel çıkarların insanlığın genel çıkarlarının aleyhine olarak hayata geçirilmesinin engellenmesidir ki, bunu da kapitalizm koşullarında yapabilmek mümkün değildir.

Çevreci hareketin büyük bir kitleselleşmeye ulaştığı son 25 yıllık tarihi bize kapitalizmin esnekliği ve kendisini değişik durumlara uyarlama yeteneği hakkında önemli fikirler vermelidir. 25 yıl önce FAC'de bile çevrecilik fantezi olarak görülüyordu. Bu ve benzeri kapitalist ülkelerde büyük bir değişim yaşandı; kapitalizm yeşilleşti ve çevreci hareketi de büyük oranda bünyesinde eritti.

Yeşiller genellille 1968 hareketinden gelirler, solcudurlar ya da en azından sola yabancı değillerdir. Çevreyle ilgili taleplerinin en azından ortaya çıktıkları ülkelerde kapitalizm tarafından değiştirilerek içselleştirilebileceğini, kendisini bu ülkelerde yeniden örgütleyebileceğini ve çevrecileri de yapısına alabileceğini hiç düşünmemişlerdi. Kapitalizme karşı olmak, onun bir oranda değişmesine neden olmak ve bu arada da kapitalizmin içinde erimekle sadece onlar karşılaşmadılar. Eski sosyalist ülkelerde hayatının büyük bir bölümünü kapitalizme karşı şu veya bu alanda mücadele ederek geçirmiş milyonlarca parti sorumlusu ve üyesinin  kapitalizme bu kadar kolayca entegre olması nasıl açıklanabilir?  Böyle bir gelişme ancak yaşanılan düzende ulaşılan evrenin özellikleriyle o yılların kapitalizmi arasında önemli paralelliklerin bulunmasıyla mümkündür. Amaçlanan hedeflere ulaşmadaki başarısızlıkların yanı sıra iki toplum arasındaki benzerliklerdeki artış da birisinden ötekine geçişin görece kolay olmasını mümkün kılmıştır.

1960' lı hatta 1970'lı yıllara kadar aradaki farklılık daha fazlaydı, sonra hem sosyalist hemde kapitalist ülkelerde farklı boyutlarda da olsa hâkim olan tüketim toplumu anlayışıyla azaldı. Sosyalizmle kapitalizm arasında yine önemli farklılıklar vardı, ama eskiden farklı olarak önemli bir zihniyet benzerliği de vardı: tüketim toplumu.

Komünistler, kapitalist toplumdaki gelişmeleri zamanında analiz ederek duruma uygun yeni istekler saptamaya yönelmek yerine '' çökecekler, kapitalizmin sonu geldi '' söylemini tekrarlamakla yetindiler.

Yeşiller de benzeri bir durumla karşılaştılar. İstekleriyle kapitalist toplumun yönelimi arasında önemli paralellikler ortaya çıkınca, halen kendilerine özgü talepleri bulunmakla birlikte düzen karşıtı bir hareket olarak kalmalarının bir anlamı kalmadı.

Yeşiller, kapitalizme önemli eleştiriler yönelten bir hareketin, kapitalizm tarafından nasıl içselleştirildiğini gösteren önemli bir örnektir. Belirli taleplere takılıp kalan, kapitalizmdeki değişimle birlikte taleplerinde de daha ileri ve uygun değişimler yapmayanların, bir süre sonra karşı olduklarının içine düşmeleri kaçınılmaz olmaktadır.

Fukuyama'nın Tarihin Sonu kitabının değişik bir yorumunu bu gelişmelerden hareketle yapabilmek mümkündür. Kitabın mesajı, kapitalizme karşı seçenek bitmiştir olarak yorumlanamaz. Dünyada sömürü ve adaletsizlik oldukça bu seçeneğin bitmeyeceğini kapitalistler bile bilir. Mesaj şudur: Kapitalizm kendisine karşı seçenekleri yok eder veya bünyesine alıp eritir; genellikle ikisini birden yapar. Bu anlamda ona karşı seçenek bitmiştir.

Kapitalizme karşı seçenek olabilmek farlı bir uygarlık anlayışına sahip olmadan mümkün değildir. Dahası farklı uygarlık anlayışının kendisini güncelleyebilmesi de gerekir; 30 yıl önceki farklılık şimdi sürmüyor olabilir.

Teorik olarak tersi yönde iddiaya sahip olmalarına karşın komünistler yeniyi görüp anlamakta sık sık başarısız oldular. Ekolojinin önemini ve ekolojik hareketin büyük potansiyelini değerlendirememek bunlardan bir tanesidir.

Kabaca 1975 - 1980 arasında kalan ve ekolojik hareketin doğup büyümesini kapsayan yıllarda, Doğu'nun ve Batı'nın komünistleri neden ekolojik sorunlara ve bu sorunları seslendirme iddiasıyla ortaya çıkan bir harekete karşı büyük  oranda sessiz kaldılar, dahası sık sık onu reddettiler.

  1. Yeşiller ve Komünistler

Bu satırların yazarı 1980’li yılların ortalarından itibaren Almanya’da bulunduğu için

tanımadığı bir ülkede dışardan bir gözlemci olarak Yeşillerin yükselişini ve çeşitli komünist grupların buna karşı tutumunu izleme olanağını buldu. Yeşiller'in başlangıçtaki talepleri üç eksende şekillenmişti:

a) Çevre kirlenmesinin günlük görünümlerinden hareket eden ekolojik talepler.

Yeşiller çevreye karşı alınan hoyratça tutum karşısında kapitalizmi de reel sosyalizmi de eleştiriyorlardı. Sadece kapitalizmde değil sosyalist ülkelerde de büyük bir çevre felaketi vardı. Dünyanın en büyük iç denizlerinden olan Aral ve Baykal gölleri aşırı ve yanlış sulama sonucu kuruma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Kazakistan’ın en önemli bölümü nüklüer denemeler sonucu oluşan radyoaktif serpinti nedeniyle kullanımaz durumdaydı. Özbekistan'da geniş tarım topralarında yüksek rekolte elde etmek amacıyla yapılan aşırı gübreleme ciddi zararlara yol açmıştı. Almanya'da doğan ve çoğunlukla sosyalist ülkelerden geçerek Karadeniz'e ulaşan Tuna nehri adeta akan bir lağım durumundaydı ve kapalı bir deniz olan Karadeniz'in kirlenmesinin baş sorumlusuydu. Demokratik Almanya Cumhuriyeti'nde petrol fiatlarında yükselme sonucu ısınmada linyit kömürünün kullanılması sonucu büyük kentlerde büyük bir hava kirliliği vardı bunların üzerine bir de Çernobil kazası eklenecekti.

Teoride ne denilirse denilsin, ekoloji konusunda kapitalizmle reel sosyalizm arasında fark yotu.

Hızlı sanayileşmeyle çevreye karşı duyarsızlığın birleşmesi, sosyalist ülkelerde büyük çevre sorunlarının ortaya çıkmasına neden olduyordu.1980 'li yıllarda bunlar yine de bütün boyutlarıyla bilinmiyordu.1989'da sosyalist ülkelerdeki yönetimlere karşı yapılan gösterilerde sık sık ekolojik talepler de dile getirilmekle birlikte, bunlar yine de geri planda kalıyordu. Bir ülkede, Bulgaristan 'da ise, ekolojik talepler öncelik taşıyacaktı. Konumuzla ilgili bu örneği biraz açalım: Bulgaristan asıl ilgi alanı ekoloji olan bir örgütün muhalefet içinde etkin olduğu tek ülkeydi. Ökoglasnost adlı bu örgüt öncelikle ekolojik talepleri savunuyor ve halktan da destek alıyordu. Nedenini tahmin etmek zor değildir. Bulgaristan, ne pahasına olursa olsun bir an önce sanayileşme anlayışı sonucu sosyalist ülkeler arasında en büyük çevre felaketiyle karşı karşıyaydı. Bu ülkede yıllarca hava kirliliğiyle ilgili rakamlar yayınlanmadı, yayınlandıklarında ise ortaya korkunç bir tablo çıktı:

Büyük kentlerde havadaki zararlı madde oranı Birleşmiş Milletler tarafından saptanan üst sınırın 17 kat üzerindeydi. Demir çelik, kimya ve tekstil fabrikalarında filtre kullanılmıyordu Linyit kömürüyle ısınma sonucu havadaki kükürt oranı oldukça yüksekti. Havanın yanı sıra toprak ve akarsular da iyice kirlenmişti. Zehirli sanayi atıklarının boşaltıldığı akarsularla çeşitli ürünler yetiştirilen topraklar sulanıyor, başta kadmiyum ve arsenik olmak üzere zehirli maddeler tarım ürünlerine geçiyordu. Çok kirli akarsuların sulamada kullanılmasının yasaklanması için 1989 yılını beklemek gerekecekti.

Pilovdi yakınlarındaki Dimiter-Blagoyev fabrikası yıllarca üretim kapasitesini artırarak çeşitli ödüller almıştı, ama geniş bir çevredeki hava, akarsular ve toprak da başta kurşun, kadmiyum ve çinko olmak üzere çeşitli metallerle iyice kirlenmişti. 1989’da bu bölgede yaşayan çocukların kanlarında normalin 25 katı oranında kurşun bulunmuştu.

Kurşun özellikle zehirleyici bir maddedir ve vücuttan atılması da oldukça zaman alır. Aklıma 1971’de staj yaptığım orduya ait Ankara Ana Tamir Fabrikası’nda kaynayan kurşun kazanının yanında maskesiz çalışan işçiler geldi. Hava kurşun kokusunu hissedebileceğiniz kadar kirliydi. Bulgaristan’da özellikle demir-çelik fabrikalarının çevresinde de benzer bir durum olduğu anlaşılıyor.

Başlangıçta polis zoruyla dağıtılan Ökoglasnost’un gösterileri, 1989’un Ekim ayında Sofya’da toplanan Ekoloji Konferansı nedeniyle serbestlik kazandı. Bundan sonra 1954 yılından beri Bulgaristan Komünist Partisi’nin genel sekreteri olan Jivkof’un istifa etmesi için bir ay yeterli olacaktı.

1980’li yılların başlarında sosyalist ülkelerde çevre sorunlarının varlığı biliniyordu, ama bu boyutta gelişmiş oldukları düşünülmüyordu. Yeşiller kapitalizm ve sosyalizmdeki ekolojik umursamazlığa yönelik eleştirilerinin yanı sıra; gittikçe artan enerji tüketiminin yaşam tarzında bazı değişiklikler yapılarak ve az enerji harcayan yeni aletlerin yapımıyla azaltılmasını, nükleer enerjiden vazgeçilmesini; bunun yerine akarsu, güneş ve rüzgardan elde edilen enerjiye yönelinmesini istiyorlardı.

b) Yeşiller sadece ekolojik taleplerle ortaya çıkmadılar. Savaş ve ırkçılığa karşıydılar. Yabancı kökenlilerin Almanya toplumunda Kabul görmesini, çok kültürlü bir toplumu istiyorlardı. Bir başka önemli istekleri de hihiyerarşinin azaltılması ve taban demokrasisiydi.

Bu taleplerin hiç birisi sosyalistlere yaancı değildir, hatta gerçekten onların talepleridir. Yeşiller kapitalizme ve reel sosyalizme karşı sol bir akım olarak ortaya çıktılar. Sosyalistler ise bu akımı reddettiler, en azından önemsemediler.

Ekolojik hareket, 20. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan sosyal hareketlerden bir tanesidir. 1968 hareketi, barış hareketi ve kadın hareketi de eklenebilir. 1999’da Seattle’da başlayan liberal küreselleşme karşıtı hareket 20. yüzyıla ait bir hareket sayılmaz.

Barış hareketi dışındaki sosyal hareketlerde komünistler etkin bir rol oynayamadılar, hatta sık sık bunlara ilgisiz kaldılar hatta karşı çıktılar.

20. yüzyılın ikinci yarısındaki sosyal hareketlerin en önemlileri olan 68 hareketinin ve ekolojik hareketin savundukları değişimin üretim araçlarının mülkiyetiyle doğrudan ilişkisi yoktu. 1968 hareketi günün geçerli kültürüne başkaldırıydı. Aile içi ilişkiler, cinsler arasındaki ilişkiler değişti, farklı yaşam tarzları oluştu. Ekolojik hareket ise doğayı önemle dikkate alan, onu hoyratça kullanmayan bir üretim ve tüketimi savunuyor ve bu konuda kapitalizmle reel sosyalizm arasında fark görmüyordu.

Kapitalizmi en iyi analiz eden teoriye sahip olduklarını iddia eden marksistler, kapitalizmdeki değişimi anlayamıyorlar ve bu değişimi gündeme getiren güçler arasında yerlerini alamıyorlardı. Tekelleşme, üretimin uluslararasılaşması gibi konularda ileri analizler yapan marksistler, kapitalizm analizini esas olarak üretim süreci çerçevesinde ele aldıklarından, kapitalizmle ilgili öngörülerinde sürekli yanılıyorlardı.

Bu yanılgının temelinde Marksist kapitalizm analizindeki darlık yatmaktadır. Politika ve kültür altyapıyı da etkileyen üstyapı unsurları değildirler; altyapıya aittirler. Politika ve kültür artı değer üretimini ve genişletilmiş yeniden üretimi doğrudan etkiler.

Ekolojik hareket ortaya çıktığı dönemde, kapitalizmin ve sosyalizmin ortak paradigmasına, üretici güçlerin olabildiğince hızlı geliştirilmesine karşıydı. Bunun yerine sınırlı ya da sürdürülebilir bir gelişmeden yanaydı. Bu anlayış o dönemde ne kapitalizme ne de üretici güçleri geliştirmekte ona yetişmeye çalışan reel sosyalizme uygundu.

Ekolojiyi değerlendirme konusunda sosyalistler için bugün bile yaşanan sorunlar bir gerçeği daha gösteriyor: Sosyalistler yeni gelişmeleri mevcut bilgileri ve yaratıcılıkları temelinde analiz ederken, söz konusu gelişmenin „kitaptaki yerini aramak“, yeni yorumlarını Marx-Engels’e uygun duruma getirmeye çalışmak hatasına düşmemelidirler. Yeşiller ortaya çıktılar, geliştiler, kapitalizm belirli oranda ekolojikleşerek onları içselleştirdi ve biz hala marksizmin ekolojiyi içerip içermediği noktasında takılmış isek; bunun anlamı, sosyalistler çok konuşurlar ve yazarlar ama dünyayı değiştirebilen politika yapamazlar anlamına gelir. „Ekolojik Kriz ve Doğal Sınırlar“ yazısı Marx’ın çözümlediği üretim sürecinin içinde çevrenin yer almadığını belirtiyor, ama „kitapta yeri var“ anlayışından da uzaklaşmıyor. Evet, insanlığın doğayı dikkate almasının gerektiği „kitap“ta yazıyor, ama bunun tersi yönde yorumlanabilecek örnekler de fazlasıyla var. Marx’ta insanın özgürleşmesiyle doğanın egemenlik altına alınması doğru orantılıdır. Marx-Engels’te insanın doğanın parçası olması, doğa ile denge içinde yaşanması gerektiğine ilişkin pasajlar yok değildir, ama yapıtlarındaki egemen anlayış da bu değildir.

Marx’ın döneminin koşulları dikkate alındığında ekolojik tahribatın yıkıcı etkileri henüz ortaya çıkmamış olduğundan, ekoloji sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin çözümlenmesinde dikkate alınmamıştır. Buradan hareketle ekolojinin aslında Marksizme içkin olduğunu iddia etmek ya da tersine Marx’ı ekolojiyi dikkate almadığı için eleştirmek de doğru değildir. Her şey tarihseldir. Bunu Marx-Engels de defalarca belirtmişler ve “bizim görüşlerimiz hariç“ diye bir ekleme de yapmamışlardır. Ama bilinen sözdür: Şeyh uçmaz, müritleri uçurur. Sosyalistlerin “kitapta yerini arama“ alışkanlığından bir an önce kurtulmaları gerekiyor. Aksi durumda onlar yerini ararlarken zaman geçiyor ve ekolojik hareket konusunda olduğu gibi büyük bir fırsat kaçıyor.

Yeşiller kapitalizme ve reel sosyalizme karşı olarak ortaya çıkmışlardı. En azından gelişmiş kapitalist ülkelerde kapitalizm çevrecileşti, üretimde ve tüketimde ekolojiyi belirli oranda içselleştirdi. Doğalgazla ısınma, daha az zararlı madde çıkaran otomobil motorlarının yapılması, çöplerin ayrılması, akarsuların temizlenmesi, güneş ve rüzgar gibi doğal kaynaklardan enerji elde edilmeye başlanması vb. Yeşillerin sosyalizm düşmanlığı ise olduğu gibi kaldı. Bugünün Yeşiller’i 1980’li yılların Yeşiller’i değildir. Bir tanımla  “özel yemek alışkanlıkları olan neo liberaller“dir. Yiyeceklerini katkısız ve doğal ürünler satan dükkanlardan alır, özelleştirme başta olmak üzere liberal politikaları desteklerler.

Sosyalistler ekoloji konusuyla ilgili olarak ekolojik hareketin kapitalizmle bütünleşmiş kesimini de eleştirmek durulundadırlar.

Thilo Bode ekolojik hareketin krizden çıkabilmesi için; olanakları bulunan ama alınmayan önlemlerin, yapılmayan uygulamaların dayatılması gerektiğini, bunun için de iktidar sorununun gündeme alınmasının zorunlu olduğunu savunuyor.

“İktidar sorununu gündeme getirmek; ulusal ve uluslararası yönetim sistemiyle ve onun yıkıcı sonuçlarıyla mücadeleye girmek demektir.“

Bode’ye göre bu mücadeleyi bugün yürüten ekolojik hareket değil, küreselleşmeye karşı eleştirel yaklaşan örgütlerdir. Onlar ekolojik hareketin yıllar önce yapabildiğini bugün yapmakta ve halkın yaşamını doğrudan ilgilendiren konuları gündemlerinin merkezine koymaktadırlar. Ekoloji konusu ise, önemini sürdürmekle birlikte, toplumun gündeminden düşmüş durumdadır. Konunun yeniden ön plana çıkması Yeşiller ya da benzeri örgütlerle değil, ancak yeni ve bugüne kadar olandan daha değişik bir ekolojik hareketle gerçekleştirilebilir. Böyle bir hareket, günümüz koşullarında zorunlu olarak liberal küreselleşmeye karşı hareketle yakın ilişki içinde olacaktır.

Sosyal adalet sorununu sadece ulusal değil uluslararası düzeyde de gündeme getirmeyen bir ekolojik hareket 25 yıl önce olabilirdi, ama artık olamaz. Bode’nin sözleriyle “Sosyal adaleti artık tanımayan bir toplum yaşamın temellerinin korunması gibi uzun erimli konularla da ilgilenmez.“

Sosyalistlerin 25 yıl öncesinden farklı olarak ekolojik harekette etkili rol oynayabilmelerinin önkoşullarından birisi ise, bazı temel tanımların yeniden değerlendirilmesidir.

  1. Ekoloji ve Komünizm

Marx-Engels komünistlerin en önemli ayırıcı özelliğinin üretim araçlarında özel

mülkiyetin kaldırılması olduğunu belirtmişlerdi. Sosyalizmin geçtiğimiz yüzyıldaki tarihi bize; üretim araçlarında özel mülkiyetin kaldırılmasının, kapitalist uygarlıktan oldukça farklı başka bir uygarlık yaratmak için yeterli olmadığını gösterdi. Bu, aynı zamanda marksist komünizm anlayışının yetersizliğinin de ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Bu yetersizliği sosyalizm anlayışına da uzatabiliriz, çünkü marksist anlayışa göre sosyalizm ayrı bir toplumsal-ekonomik sistem değil, komünist toplumun ilk aşamasıdır.

“Ekolojik Kriz ve Doğal sınırlar“ yazısında, “Komünist toplum, kapitalizmin mülkiyet ilişkileri değiştirilmiş doğal uzantısı olamaz. Uygarlık hat değiştirmeden ilerleyemez“ denilerek, komünizmin apayrı bir uygarlık anlayışına dayanması gerektiği vurgulanmaktadır. Yazarın yaşanılan tecrübeler ışığında farklılaşmayı zorunlu gördüğü yer komünizmin ilk aşamasıdır, sosyalizmdir. Komünizm konusunda yazar da Marx gibi düşünmektedir: “Üretken güçlerde herkesin ihtiyacına göre ilkesinin uygulanmasını olanaklı kılan gelişme ve bolluk düzeyi…“, kısaca herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar ilkesinin uygulandığı bir toplum.

Burada yine 20. yüzyılın sosyalizm tarihinden çıkarılabilecek üç önemli nokta vardır:

Birincisi; komünizmin bu tanımı, bir tüketim toplumu tanımıdır. Herkesin ihtiyacı kadar tüketebilmesi, buna uygun üretimi de gerektirir. Bu temel üzerinde kurulmuş bir toplumda doğayla denge içinde yaşanması epeyce zordur.

İkincisi; Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde (DAC) 1960’lı yıllarda Robert Havemann, komünist topluma asla ulaşılamayacağını, ancak sürekli olarak ona yaklaşılabileceğini savunmuştu. Görüşlerini biraz genişleterek şunu söyleyebiliriz: Tüketim de üretim gibi tarihsel bir kategoridir; değişir, gelişir. 20. yüzyıl tarihi bize tüketimin üretimle dengeli olarak gelişmesinin genellikle söz konusu olmadığını göstermiştir. Üretimin her yeni aşaması yeni tüketim ihtiyaçları yaratır ve yeni ihtiyaçların üretimin ulaştığı düzeye her zaman denk düşeceği de söylenemez. Komünizm –Marx’ın tanımına göre- bolluk toplumudur, ama bu bolluğun içeriği de sürekli genişlemek durumundadır. Devamlı yeni ihtiyaçlar ortaya çıkar, üretim bunları karşılamaya yönelir, bu arada ihtiyaçlar yeniden çeşitlenir…

“Herkesin ihtiyacına göre” toplumu ulaşılamayan, ama sürekli ona doğru ilerlenen bir hedeftir.

Üçüncüsü; sadece ekolojik kaygılarla değil, insanın özgürleşmesi açısından da komünizmin 20. yüzyıldaki sosyalizm tarihini dikkate alan yeni bir tanımı gereklidir. Bu tanımda çıkış noktası, sosyalizmin yeniden tanımlanmasından başlayabilir. Burada söz konusu olan kişilerin isteklerine göre bir tanım değil, günümüzde dünyanın değişik ülkelerine yayılmış kitle hareketlerinin taleplerinin dikkate alınarak bu taleplerin kalıcı çözümlerini içeren bir sosyalizm tanımının yapılmasıdır. En azından büyük üretim araçlarında özel mülkiyetin kaldırılması ekolojik sorunların çözüm yolunu açmak için de gerekli koşuldur, ama hiç yeterli değildir.

1967’de o sırada DAC’deki Almanya Sosyalist Birlik Partisi Genel Sekreteri olan Walter Ulbricht, Kapital’in yayınlanmasının 100. yılı nedeniyle yaptığı konuşmada; sosyalizmin, kapitalizmden komünizme görece kısa bir geçiş dönemi değil, kendi başına bir toplumsal-ekonomik sistem olduğundan söz etmiş ve “Marksizm-Leninizm’e ters düştüğü” için sözleri hoş karşılanmamıştı. O’nun da sosyalizm anlayışının temelinde üretici güçlerin hızla –kapitalizmden daha hızlı- geliştirilmesi ve halkın ihtiyaçlarının olabildiğince fazla karşılanması anlayışı yatıyordu. Sosyalizm –tıpkı komünizm gibi- tüketim toplumu anlayışı temelinde tanımlanıyordu. Ulbricht’e göre değişmesi gereken sosyalizmle komünizmin ilişkisiydi.

Kapitalizm tüketim toplumunu, sosyalizme göre -büyük gelir eşitsizlikleri çerçevesinde de olsa- daha etkin geliştirebildiği oranda, bu sosyalizmin temellerini de yıktı.

Yazımızın konusu bu olmadığı için konuyu sadece ekoloji bağlamında ele almakla yetineceğim. 1970’li yıllarda Almanya’da doğan ekolojik hareketin temelinde tüketim toplumu anlayışından uzaklaşmak yatıyordu. Ekoloji üretimle olduğu kadar tüketimle de ilgilidir. Burada söz konusu olan üretici güçlerin geri bir aşamasına, köy komünlerine dönerek “doğayla iç içe yaşamak” değildir. Ne ki, tüketimin böylesine kışkırtıldığı bir toplumda, bu toplumun adına sosyalizm ya da komünizm denilse bile ekolojik dengeyi üretim ve tüketim sürecinin asli bir parçası haline getirmek mümkün gözükmemektedir.

Bugün de kullanılan komünizm tanımı, ekolojik sorunların dikkate alınmayacak kadar az olduğu 19. yüzyıla aittir. Bu tanım, üretim düzeyinin insanlığın asgari ihtiyaçlarını bile karşılamaktan uzak olduğu bir dönemde yapılmıştır. O dönem burjuvazinin dünya görüşüyle apaçık bir karşıtlık içinde olan bu tanım, 20. yüzyılın ikinci yarısında bu konumunu yitirir. Kapitalist tüketim toplumunda özgürlük, tüketim bağlamında tanımlanır. Komünist toplumun herkese ihtiyacı kadar ilkesi, tüketimin herkes için ve düşünülebilecek en geniş sınırda gerçekleşmesi demektir. Bu tüketim kapitalist toplumdakinden farklıdır ama aralarındaki paralellik de açıktır.

20. yüzyıl boyunca komünistlerin burjuva uygarlığından kopmaya çalışırlarken ona nasıl bu kadar yaklaştıklarını bir de bu yönden değerlendirmekte yarar vardır.

19. yüzyıldan beri süregelen komünizmin bugünkü tanımı, herkes için geçerli ve sınırları olabildiğince geniş olan ve bu genişlemeyi de sürdüren bir tüketim toplumunu öngörür. Böyle bir toplum, başvurduğu kısıtlamalar ne olursa olsun, doğanın ekolojik dengesini gözetemez.