Şuanda 48 konuk çevrimiçi
BugünBugün947
DünDün1865
Bu haftaBu hafta9262
Bu ayBu ay41961
ToplamToplam10204015
Sürgünü sürgüne anlatmak... PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Salı, 03 Mayıs 2016 21:15


 

 

Sürgünlük tarihimiz farklı ülkelerden yaşanmış sürgünlük tarihleriyle benzerliklerinin yanı sıra, başkalıklara da sahiptir. Bu başkalıklardan bir tanesinin “bir Türkiye’den çıkıp bir başkasına gelmek” olduğu daha önce belirtilmişti. 12 Eylül 1980’den sonra büyük çoğunlukla Avrupa ülkelerine gelen sürgünler dilsizlik, çevresizlik gibi sorunları yaşamadılar. Kendilerinden önce gelmiş, yerleşmiş ve sayıca da az olmayan insanlarla karşılaştılar.

Sürgünlük tarihimizin bir başka farklılığı, sürgünlüğün tarihteki benzeri örneklerine göre farklı değerlendirilmesidir. Politik nedenlerle yaşadığı ülkeyi terk etmek zorunda kalmak bize özgü bir durum değildir. Bu konuda ne ilkiz ne de sonuncu olduk. Sürgünlük sadece Türkiye ve Kürdistan’dan değil, özellikle Afrika ülkelerinden gelenlerle sürüyor ve daha da sürecek gibi görünüyor.

20. yüzyıl tarihinden tanınmış sürgünlük örneklerinden bir tanesi, İspanya’daki iç savaş sonrasıdır. İç savaşı faşistlere karşı kaybeden Cumhuriyetçiler –aralarında komünistler ve anarşistler dahil faşizme karşı olan herkes vardı- büyük sayılar halinde Fransa’ya geçmek zorunda kaldılar ve buradaki kamplarda kötü koşullarda yaşadılar. Fransa’nın Naziler tarafından işgal edilmesinin ardından Cumhuriyetçilerin bir bölümü işbirlikçi Vichy rejimi tarafından Nazilere teslim edilecek ve hayatları da genellikle bir toplama kampında sona erecekti. Çok sayıda Cumhuriyetçi Fransa’dan İngiltere ve ABD’ye kaçmak zorunda kalmıştı.

İkinci önemli örnek; Almanya’da komünistlerden sosyal demokratlara ve genel olarak faşizme karşı olan herkese kadar uzanan büyük sürgündür. Nazilerin mücadeleyi sokakta ve sandıkta kazanması sürecinde ülkeden büyük bir göç yaşandı. Sadece komünistler ve sosyal demokratlar değil, Yahudi kökenli olanlar da ülkeyi terk ettiler. Gidemeyenleri toplama kampları bekliyordu.

20. yüzyılın önemli düşünürlerinden birisi olan Walter Benjamin, Fransa’ya kaçar ama bu ülkenin güneyinde sıkışıp kalır, başka yere gidemez. Yakalanacağını anlayınca intihar eder.

Ayaklanmalarla sarsılan 19. yüzyıl Avrupasında da bir ülkeden ötekine gitmek zorunda kalan sürgünler az değildir. Karl Marx bunlardan birisidir. Prusya’da Rheinischen Zeitung’daki yazıları nedeniyle ülkeyi terk etmek zorunda kalır ve Ekim 1843’te eşiyle birlikte Paris’e gider. Şubat 1845’te Prusya hükümetine karşı yazıları nedeniyle bu ülkeden atılır ve o yılların sürgün başkenti sayılan Brüksel’e gider. Aralık 1845’te Prusya vatandaşlığından çıkarılır ve hayatının sonuna kadar vatansız olarak yaşar. 1848 devriminin ardından Brüksel’de tutuklanır ve yeniden Fransa’ya gönderilir. Sonunda İngiltere’ye gitmek zorunda kalacaktır. Kutsal Aile, Engels’le birlikte yazılan Komünist Manifesto bu dönemin ürünleridir.

Lenin ile Bolşevik ve Menşeviklerin bir bölümünün 1905 devriminin yenilgisinin ardından yaklaşık on yıl Avrupa ülkelerinde sürgünde yaşamak zorunda kaldıkları biliniyor.

Rejime muhalif olanların sürgünü Osmanlı’nın son döneminde yaygındı. Abdülhamit muhaliflerini öldürmek yerine onlara ya devlet memuru yaparak satın alır ya da sürgüne gönderirdi. O yılların bilinen sürgün yeri Paris’ti.

Ahmet Rıza İttihat ve Terakki’nin bir kanadının yayın organı olan Meşveret’i 1895’ten başlayarak Paris’te Fransızca-Türkçe olarak çıkaracaktı.

Paris, 12 Eylül sürgünleri için sürgünün acı ve sıkıntılarının en fazla yaşandığı kent olacaktır. Kolayca iltica alınabilecek tek ülke Fransa ve kent de Paris idi. Burada iltica başvurusu yapılıyor, iltica hakkı –bu hak iltica pasaportuyla simgeleniyordu- alınıyor ve buradan da genellikle Almanya’ya gidiliyordu.

Bülent Ulusu Hükümeti de bunu engellemek için peşpeşe Uluslar arası Yakalama Emri (Kırmızı Bülten) yayınlıyor ve bu bültende adı bulunanlar Paris’ten trenle 1980’li yıllarda Almanya’daki Türkiyeli devrimci hareketin merkezi olan Köln’e gelirken Aachen sınır kapısında yakalanıyor, bir süre gözaltında kalıyor ve sonra Fransa’ya geri gönderiliyordu.

Kohl hükümeti aynı konumda olan ve sürgünde yaşayan Yılmaz Güney’e haber göndererek Almanya’ya gelmemesini, aksi durumda tutuklanacağını iletiyordu.

Çok sayıda Türkiyeli sanatçı sürgüne gitmek zorunda kalmıştı. 12 Eylül mahkemelerinden uygun bir suç uydurularak yıllarca hapis yatmak işten bile değildi. Bu sanatçılar sürgünlük yıllarında faşizme karşı muhalefet için büyük çaba harcadılar. Bu nedenle bir bölümü vatandaşlıktan çıkarılacaktı. Aralarından Cem Karaca gibi zamanın hükümeti (ANAP) ile anlaşarak dönenler çıkacağı gibi, Yılmaz Güney’in yanı sıra Sümeyra da sürgünde hayatını kaybedecekti.

1990’lı yılların başlarında TCK’daki 141. ve 142. maddelerin kaldırılmasıyla sürgünde bulunanların bir bölümünün ülkeye dönmeleri mümkün oldu. 146/1 veya 125. maddeden yargılananlar ise kalmak zorunda kaldılar. Dönenlerin bir bölümü solda mücadelesini sürdürürken önemli bir bölümünün ne yaptığını bir daha duyan olmadı. Başka bir deyişle, sürgündeyken devrimciliği şu veya bu şekilde sürdüren kişinin ülkeye dönünce aynı şekilde devam edeceği söylenemez. Bunun nedenlerinden bir tanesi de, dönenlerin yaklaşık on yıllık bir aradan sonra gördükleri insanların kafalarında yaşattıklarından oldukça farklı olmasıdır. Sürgünde yaşayanlar ülkeyi ve oradaki devrimci insanları bıraktıkları gibi kalmış sanıyorlardı ama büyük değişiklik yaşanmıştı. Sürgündeki zaman boyunca kafalarında büyük değer biçtikleri insanların durumunun sandıklarından hayli farklı olduğunu gördüler ve arkalarına bakmadan gittiler.

Bunun tersi de doğrudur. Sözüm ona demokrasiye geçilmişti ama ülkedeki baskılar sürüyordu ve bu da sürekli olarak ülkeyi terk etmek zorunda kalan insanların sayısında kendisini gösteriyordu. Orada iken devrimci olup da Avrupa sürgününde birkaç yıl içinde bırakalım devrimciliği insan olmak özelliklerini bile kaybeden merkez komitesi üyelerini gördük.

Çürüyen çürüyor, bırakan bırakıyor ve bunun yaşanılan coğrafyayla ilgisi bulunmuyor.

Konuyla ilgili önceki yazıda ülke dışına –büyük çoğunluğu örgütünden izin alarak- çıkanları korkaklıkla, kaçkınlıkla suçlayanların devrimci hareketin sadece bir bölümünde bulunduğunu belirtmiştim. Genele yayılmış böyle bir anlayış yoktu.

Burada şu sorulabilir: neye dayanarak böyle bir belirleme yapılıyordu?

TKP’nin 1974 öncesindeki konumuyla ilgili olarak Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli tarafından yapılan belirlemelerin –mülteci sol gibi- yanlış bir şekilde başka bir alana aktarılmasının etkili olduğunu sanıyorum.

12 Eylül sonrasında ülke dışına çıkmak zorunda kalanların sayısı 1974 öncesi TKP’siyle karşılaştırılamayacak kadar fazlaydı. Ek olarak, bu insanların örgütün merkezi olmak gibi bir iddiası da bulunmuyordu. Yapılan benzetme tümüyle yanlış olduğu gibi, solun tarihindeki mültecilik olgusunun önemini de anlamamıştı. TKP’nin örgütlenmesinde mülteciliğin ve ülke dışının büyük önemi vardı. Leipzig’deki Bizim Radyo mültecilikle kurulmuş bir radyoydu. Örgüt 1960’lı yıllarda özellikle Batı Almanya’daki Türkiyeli işçiler arasında önemli çalışma yürütmüştü. Bunları hiçe sayıp, bir dönemde ve az sayıda kişi arasında gerçekleşen örgüt içi kavgayı, “mülteci sol” terimi çerçevesinde çok farklı bir dönemi değerlendirmek için kullanmak yanlıştı.

1980’li ve sonrasındaki yıllarda mülteciliğin başka marifetleri de olacaktı.

Mülteciler arasından çok sayıda Kürt 1984 sonrasında Kürdistan’daki savaşa katılmak için gidecek ve hayatını kaybedecekti.

Yunanistan’daki Lavrion kampının sol örgütler tarafından nasıl kullanıldığı da biliniyor. Keza ülke dışındaki başka bir yerden, Suriye’den de özellikle 1980’li yıllarda ülkeye geçişler yaşanacaktı.

Sürgünlerin kendisi sürgünlükle ilgili gerçeklikle ilgisiz belirlemelerin solun bir kesiminde de olsa bulunmasına neden oldular denilebilir. Değişik örgütlerden çok sayıda arkadaş yaklaşık 30 yıl boyunca büyük çaba harcadı. Başarısızlık her zaman olabilir, büyük çaba harcamak mutlaka başarılı olmayı gerektirmez. Burada önemli olan başarı yarışına girmemektir. Sürgündekiler başarısızdı da ülkedekiler başarılı mıydı; ülkedeki durum ortada işte…

Böyle bir yönelime girmek doğru değildir. Türkiye Cumhuriyeti devleti bunu bizden çok önce anladı ve 1990’lı yıllardan başlayarak Avrupa ülkelerindeki örgütlenmesini yeniledi ve anlayış değişikliğine yöneldi. Orada mısın burada mısın tartışmasını bitirdi, oradakiyle nasıl birlikte çalışabilirim, anlayışına yöneldi. Yaklaşık 25 yıllık birikimin sonuçlarını TC’nin Avrupa ülkelerinde içsel bir güç haline gelmesiyle açık olarak görebiliyoruz. AKP ile Avrupa Birliği arasındaki ilişki gerginleşirse, AKP’nin Avrupa ülkelerindeki taraftarlarını sokaklara dökeceği günleri de göreceğiz.

HDP son seçimde Avrupa’dan alınan oylar sayesinde barajı aşıp TBMM’ye girebildi. Bu tür sonuçlar kısa sürede ortaya çıkmaz, birikim sonucudur ve keşke değişik alanlarda daha fazlası biriktirilebilseydi…

Avrupa sürgünleri kendilerini sürekli olarak engellediler; itiraz etmediler, sürekli uymaya çalıştılar ve sonuçta da hiç iyi bir yere ulaşmadılar. Bunun sorumluluğunu sadece Avrupa ülkeleri gibi bilmedikleri bir alana uzaktan kural dikte ettirenlere yüklemek doğru değildir; herkesin kendisindeki sorumluluğu da görebilmesi gerekir.

Sürgünlük sürgünlerin büyük çoğunluğu için halen yabancı bir terim durumundadır. Sürgünler yeni yeni konumlarının farkına varıyor ve bunu kabul ediyor. Karşımızdaki en önemli sorun, sürgünü sürgüne anlatmaktır. Bu daha önce denenmedi değil ama sürgünlerin büyük bölümü sürgün olduğunu kabul etmiyordu. Dahası çok sayıda göçmen işçinin göçmen olduğunu bile reddediyordu.

Göçmen, mülteci, sürgün kelimelerinin hakaret olarak görüldüğü acayip günler yaşadık. Kendi konumu çerçevesinde mücadele etmek yerine, konumunu sürekli reddeden insanlara neyi ne kadar anlatabilirdiniz?

12 Eylül’ün üzerinden 36 yıl gibi uzun bir zaman geçti.

“Devrimcilik sadece ülkede yapılır, burada yapılmaz” diyen ve bunu hiçbir şey yapmamanın gerekçesi olarak kullanan insanların sonunda çürüdüklerini görmek için yaklaşık 25 yılın geçmesi gerekti.

Çok sayıda sürgün dil öğrenmeyi reddetmesinin bedelini kötü ödedi. Aradan yıllar geçtikten sonra öğrenmek gerektiğini kavrayanlar, önce yanlış öğrendikleri dilden –bir çeşit sokak dilinden- kurtulmak sorunuyla karşılaştılar.

Bu kadar büyük çabanın ve ödenen büyük bedellerin sonucu daha iyi olmalıydı. Yine kaybedilebilirdi ama daha iyi kaybedilebilirdi.

Sürgünü sürgüne anlatmak için hayli geç oldu, ama başka çaresi de bulunmuyor. Şimdi kulaklar daha açık en azından...

Son Güncelleme: Çarşamba, 04 Mayıs 2016 20:21