Şuanda 83 konuk çevrimiçi
BugünBugün1411
DünDün2294
Bu haftaBu hafta7383
Bu ayBu ay41120
ToplamToplam10157675
Sosyalist demokrasi mi dediniz! PDF Yazdır e-Posta


 

 

Sosyalist demokrasi ve tabandan örgütlenme konusu reel sosyalist sistemin dağılmasının ardından güncellik kazandı. Hemen bir açıklama bulunması gerekiyordu ve “sosyalist demokrasi yoktu, bu nedenle böyle oldu” saptaması da görünürde bir açıklama getiriyordu.

Bu konu tartışılmaya başlandığı günlerin ardından –Glasnost ve Perestroyka gündeme geldiğinde başlamıştı, daha sonra yoğunlaştı- tersini savundum. Reel sosyalizm yapabildiği bütün iyi şeyleri merkeziyetçilik sayesinde yapmıştır. Aşırıya da kaçılmıştır, bazen saçmalık düzeyinde yanlışlar da yapılmıştır ama dünya çapında emperyalizme karşı alternatif olabilmek, hızlı kalkınma, sömürge kurtuluş savaşlarına büyük destek vd. gibi 20. yüzyıl tarihinde önemli yer tutan uygulamaların tamamı merkeziyetçilik sayesinde hayata geçmiştir.

Katı merkeziyetçilik denildiğinde genel sekreterin “dediğim dedik” uygulamalarını anlamayın. Bu gibi uygulamalar bizde olmuştur ama SSCB ve diğer sosyalist ülkelerde bu kadar keyfilik yoktu. Politik Büro toplanırdı, merkez komitesi toplantı yapıp kararlar alırdı, sık sık diğer parti organlarında tartışmalar olurdu ama partide açık bir merkeziyetçilik de vardı.

Mesela Kruşçev, Politik Büro kararıyla görevden alınmıştır. Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde yine aynı şekilde Walter Ulbricht genel sekreterlik görevinden ayrılmak zorunda kalmıştı. Bunlar doğru ya da yanlış bulunabilir ama açık olan bir kere genel sekreter olanın her zaman ömür boyu orada kalamadığıdır.

Buna karşılık Gorbaçov’dan önce SBKP Genel sekreteri olan –adını yanlış hatırlamıyorsam- Çernenko, yakında öleceği bilinmesine rağmen kıdem gereği kısa süreli olarak bu göreve gelmişti.

SSCB önemli konularda çok tartışmalı bir süreç yaşasaydı kısa sürede yarı feodal bir ülkeden sosyalist modernleşme yoluyla sanayi ülkesine dönüşemezdi.

Tartışma aynı zamanda yavaşlık demektir.

Eğitim düzeyinin düşük, nüfusun büyük bölümünün köylü olduğu koşullarda insanların tartışmalarla doğruyu nasıl bulacakları da ayrı bir konudur.

Tartışma gereklidir, iyidir ama tartışanların konu hakkında yeterli bilgi ve tecrübeye sahip olmaları durumunda bu iyilikten söz edilebilir. Aksi durumda sürekli toplantı yaparsınız ve yanlış kararlar da alabilirsiniz.

Bu durumu sosyalist hareketin “sosyalist demokrasi” tecrübesinde görmek de mümkündür.

Almanya’daki Türkiye sosyalist hareketinde “taban demokrasisi”, “meclis örgütlenmesi” anlayışı 12 Eylül’den hemen sonra başladı denilebilir. O dönem Yeşiller’in savunduğu bu anlayış kısa sürede Devrimci Yol (Avrupa’daki adıyla Devrimci İşçi) tarafından da benimsendi. Aradan geçen 30-35 yılda ise yapılan çok miktarda toplantının olumlu sonuçlarını pratikte göremedik.

Benzer bir durum ÖDP deneyinde de yaşandı.

Somut bir örnek vereyim, daha iyi olur:

Yazın Dergisi 1982 Eylül’ünden itibaren (başlangıçtaki adı Direniş idi, 1985’te 12. sayıdan başlayarak Yazın oldu) 27 yıl yayınlandı. Bu sürenin 12 yılında Türkiye’de de çıktı.

12 Eylül’den sonra Avrupa ülkelerine gelmek zorunda kalmış Türkiyeli aydın, şair ve yazarların, ek olarak Almanya’daki ikinci işçi kuşağı öykücülerinin yapıtlarının yayınlandığı, önemli bir işlev gören bir dergi oldu.

1991’den başlayarak Türkiye’den yazarlara da sayfalarında yer vermeye başladı.

1991 sonrasında birkaç yıl ülkedeki devlet kütüphanelerinin yarıya yakını dergiye aboneydi.

Üç aylık olarak başlayan, ardından yılda 5 kere yayınlanan dergiye her sayı yazıların toplanması, dizilmesi (1980 ve 1990’lı yıllarda internet yoktu), sayfaların filmlerinin çıkarılması, basılması, abonelere ve dağıtan arkadaşlarla bazı gazete bayilerine postalanması işleri vardı. Dergi Türkiye’de de çıktığında buna filmlerin postalanması, orada basılması, dağıtılması ve Avrupa’da verilen adreslere postalanması işini de eklemek gerekir.

Bütün bu işleri Almanya’da iki kişi -1996 sonrasında üç oldu- Türkiye’de ise bir kişi yapıyordu. Toplam en fazla dört kişiydik.

Buna Almanya’da dergiyi elden dağıtan ve böylece dergiye önemli ekonomik katkı yapan birkaç arkadaşı da eklemek gerekir.

Hepsini toplayın en fazla 7 kişidir.

Dergi 2009’da yayınına son verdi ama yaptığı iş hala hatırlanır.

Yazın’dan Seçmeler adlı bir kitap da derginin 25. yılında yayınlanmıştı.

Örgütlü sosyalistler arasında derginin okuru azdı. Genelde sol çevre okurdu ama örgütlü kesim ilgi göstermezdi.

Köln garındaki bayide her sayı 50-60 kadar satılıyordu. Kimler alıyordu bilmiyoruz ama gelen mektuplardan anlayabildiğimiz kadarıyla sol ama örgütsüz insanlardı.

Normal karşılamak gerekir; sosyalistlerin o yıllarda “burada bir şey yapılmaz” iddiası vardı. Sadece para toplanır ve ülkeden gelen yayınlar satılabilirdi, o kadar…

Bu anlayışın dışında bir şey yapılınca hoşlanmıyorlardı.

Yılını tam hatırlamıyorum ama 1990’lı yılların ortalarıydı sanıyorum, yeni bir dergi çıkarılacağının duyurusunu ve toplantısına daveti elime geçti.

Yeni Zamanlar adıyla bir dergi yayınlanacaktı. Duyduğum kadarıyla Yazın’a benzeyecekti ve hatta daha iyi olacaktı. Hannover’de bir dönem Almanya’da Devrimci İşçi’nin sorumlusu olan İbrahim Sevimli ve bir bölüm arkadaşı tarafından çıkarılması planlanıyordu.

İyi karşıladım. Almanya’nın değişik bölgelerinde 1980’li yıllarda yayınlanan kültür-sanat dergileri teker teker kapanmış, tek kalmıştık. Okur ilgisinde düşme vardı. Yayınlanan dergi sayısı artarsa bu genişlemeden biz de yararlanırdık.

Daha iyi olmaya gelince, hiç endişem yoktu; olabiliyorsan ol tabii…

Hannover’e gittim ve toplantının yapılacağı yere girince geldiğime pişman oldum.

Yaklaşık 20 kişi vardı. Bu kadar sayıyla iyi bir dergi yayınlanmazdı.

Bilinen anlayış: taban demokrasisi, katılımcılık olunca işin daha iyi yapılacağı sanılıyordu.

Dergiye yazı yazmayı kabul ettim, ama toplantıda konuşmadım.

Kimsenin dergicilikten anlamadığı belli oluyordu. Daha kötüsü anlamadıklarının farkında da değillerdi. İnsan bir işten anlamıyorsa, öğrenebilir ama önce anlamadığını kabul etmesi gerekir. Zaten bildiğinizi sanıyorsanız, öğrenmenize gerek de yoktur.

Derginin kendisini finanse etmesi gerekiyordu ve bunun hesabı şöyle yapılıyordu:

500 baskı, her birinin fiyatı şu kadar, hepsi satılırsa şu kadar para gelir.

Olacak şey değil!

Basılanın yüzde ellisinin parası dönüyorsa bu iyi bir rakamdır, hesap da böyle yapılır.

Bu dergi fazla gitmez, belli.

Hesap böyle yapılınca derginin karton kapakla çıkmasına da karar verildi hatırladığım kadarıyla… Maliyet iyice artıyordu.

İlk iki sayısına yazı yazdım, üç ya da dört sayı çıkabildi. Elime geçen son sayısında o kadar çok tashih hatası vardı ki, okumak mümkün değildi. Belli ki işi yapanlar ciddiye almamıştı.

Bir dergi, Yazın, oligarşik bir örgütlenme, taban demokrasisi falan yok, ama yapanlar işten anlıyor. Biz de kendi aramızda doğal olarak konuşup tartışıyorduk ama az kişiydik.

Diğer dergi taban demokrasisi uygulayan, katılımcılığı esas alan bir dergiydi ama 20 kişi içinde anlayabildiğim kadarıyla bu işten anlayan bulunmuyordu.

İş yaptığınız alan hakkında doğru dürüst bilgi ve sürekli edinilen tecrübeye sahip değilseniz, ister 20 isterseniz 200 kişi olun; sonuç değişmeyecektir.

Bunu taban örgütlenmesi, katılımcılık gibi kavramlardan çok şey bekleyenler için belirtiyorum.

Katılımcılık ama katılanlar yaşadıkları alan hakkında ya da yapmak istedikleri iş hakkında yeterli bilgi ve tecrübeye sahip değillerse, sonuçta ne olacağı bellidir.

Bilgisi olan herkes katılsın ama bir Avrupa ülkesinde 20-30 yılı geride bıraktıktan sonra hala “göçmenlik nedir?” konusunu tartışan kişiyi ben dinlemem.

İddiası varsa buyursun yapsın, ne yapılabildiğini de yeterince gördük bugüne kadar…

Bu kadar emek, bu kadar zaman harcanıyor; yazıktır, diyeceğim ama aynı şeyler kendini sürekli tekrar ediyor.

Büyük laflar konuşup küçük işler yapmanın cazibesi bu kadar yüksekse, ne denilebilir ki!

Biz her zaman öğrenmeye açık olalım, anladığımız işlerde iddia taşıyalım ve başaralım!

Başarı, küçük bile olsa bu ortamda çok önemlidir.