Şuanda 255 konuk çevrimiçi
BugünBugün567
DünDün2294
Bu haftaBu hafta6539
Bu ayBu ay40276
ToplamToplam10156831
Ölüm orucu PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Pazartesi, 06 Nisan 2020 10:49


Birkaç saptama:

Ölüm orucuna “insan hayatı kutsaldır” temelinde karşı çıkmayı doğru bulmuyorum. Çatışma içeren politik eylemlerde ve savaşlarda insanlar hayatını kaybeder, sayının az olması istenir ama sonuçta bir bölüm insan ölür. İnsanlık tarihinin başından beri bu böyledir, hoşumuza gitmeyebilir ama böyledir.

İkincisi olarak; ölüm orucuna giren insanların kendi iradeleriyle karar verdiklerini düşünüyorum. Yaptıkları doğru bulunmayabilir, yanlış olduğu tabii ki söylenebilir ama insanları örgütlerin kuklası gören anlayış doğru değildir.

İnsanlar örgüt kararına uyarak ölüm orucuna başlasa bile, bu kendi sorumluluklarını azaltmaz. Bireyin ciddi bir sorumluluğu vardır. Doğru karar da verebilir yanlış karar da verebilir ve bireyin sorumluluğu örgütün verdiği karara uymakla ortadan kalkmaz.

Savaşlarda askerler savaş hukukuna aykırı bir iş yaptıklarında genellikle sorumlu tutulmazlar, kararı veren komutan sorumludur; askerin emri yerine getirmekten başka çaresi yoktur. Sol politik örgütlerde ise aynısı geçerli değildir. Tamam, şu veya bu karara uymamak, vahim bir yanlışa karşı çıkıp alınan kararı yerine getirmemenin bazen ağır sonuçları olur. Ağır sonucu göze alıp karara direnmek de bireyin sorumluluğundadır. Şu veya bu örgütteki bireyleri “emir demiri keser” anlayışıyla değerlendirirsek, ölüm orucu yapmasalar bile ortada sakat bir kişilik var demektir.

Üçüncüsü; politik mücadelede eylemler başarı şansı hesaplanarak gerçekleştirilir. Bazı eylemler boşa gidebilir, gereksiz insan kaybı olabilir; beklenmedik bir durum ortaya çıkmıştır ya da yanlış hesap yapılmıştır. Başarı şansı çok az olan eylemde ise ısrar edilmez.

Ölüm orucu da içinde bulunduğumuz şartlarda bu kategoriye girer. Hücre tipi hapishanelere karşı kitlesel ölüm orucu yapıldı, yüzden fazla insan hayatını kaybetti, sayısını bilmediği kadar çok insan halen ağır sağlık sorunlarıyla karşı karşıyadır ve başarı kazanılamamıştır. Eylem sırasında başarı kazanmanın imkanları ortaya çıkmadı değil, çıkmıştı ama değerlendirilemedi.

Sonraki bu kadar kitlesel olmayan ölüm oruçlarında da kayda değer başarı kazanılamamıştır.

Bu durumda bu eylemde ısrar etmenin anlamı yoktur. Şartlar değişir, ciddi başarı şansı ortaya çıkar, o zaman durum yeniden değerlendirilir.

Hele de Corona salgınının bulunduğu, toplum hayatın değişik yönlerden ciddi olarak kısıtlandığı bir ortamda bu tür eylemlerin kamuoyu yaratması ve başarı şansı iyice düşüktür.

Dördüncüsü; hapishanelerde sık rastlanan bir anlayış vardır: tutsak olduğunu unutup, karşı taraf ödün verirse üzerine gitmek ve elde edileni de kaybetmek… Veya ulaşılması mümkün olanı da kaçırmak…

Bu anlayış pek değişmedi. Bunu 1979’da Selimiye Askeri Cezaevi’nde yaşamıştım. O günün hapishaneleriyle bugünkülerdeki durum tabii ki karşılaştırılamaz ama anlayış öz olarak aynıdır.

Bir sabah aniden sert bir aramayla karşılaştık. Arama yapılan koğuş direnince karşı taraf ne yapacağını bilemedi, kapılar kapandı, çok sayıda asker başlarında bir subayla içerde kaldı. Hemen kapı mazgalına gittim. Örgüt adı vermeyeyim, yüksek rütbeli bir subayla bazı örgüt temsilcileri pazarlık yapıyordu. Subay öne sürülen istekleri kabul etmişti, artık arama yapılmayacaktı, birkaç küçük isteğe de itirazı yoktu ama arkadaşlar talepleri sürekli büyütüyorlardı. İki yıldır içerde olduğum için “eski” sayılıyordum, birisini kenara çektim: “Bak, dedim, içerdeki asker rehine sayısı bizden fazla, duruma henüz uyanmadılar, kabul edelim.” Baktı, biz 200 kişiyiz, askerler 220 kişi… Bırakın dışarıya karşı savunmayı, içerdekilerle baş etmemiz bile zor…

Neyse ki aklıselim çabuk galip geldi de itirazlar bitti, askerler çıktı, taleplerimiz de kabul edilmişti.

Tersi olsaydı ne olurdu bilemiyorum. Sadece birileri kaybetmeyecek ki, hepimiz kaybedeceğiz. O zaman diğer koğuşlara durumu açıklayıp kendini devrimci başkalarını reformist sanan tiplere karşı harekete geçmek gerekecekti ve bu durumda yine hepimiz kaybedecektik. Sen dayatma yapıyorsan, başkasına da aynı hakkı verirsin.

Neyse ki, olmadı. Hatayı zamanında anlayıp düzeltmek de marifettir.

Beşincisi; diyelim bir örgüt ağır darbe yemiş, militanları da önemli oranda hapishaneye girmiştir. Olabilir tabii… Bu durumda içerde yapılacak keskin eylemlerle dışarıdakilere ve kamuoyuna mesaj vermek sık kullanılan bir yöntemdir. Bu eylemlere karşı çıkanlar küçük burjuvalık, reformistlikle suçlanırlar ve normaldir. “Bizim gerçek niyetimiz bu aslında” denilmesini beklememek gerekir.

Yapan yapsın, denilebilir; zararı sadece kendilerine gelecekse tabii ki yapsınlar, en fazla fikrinizi söylersiniz, o kadar… Ama herkes zarar görecekse, bu durumda işin rengi değişir.

Değişik gazetelerde kitlesel ölüm orucuna katılan ve ölüm sınırına geldiğinde tahliye edilen, daha sonra halen sağlık sorunları bulunmakla birlikte kendini toparlayanlarla söyleşiler yayınlandı. Hepsi belli bir örgütün sekter tutumunu eleştiriyordu ama kendi tutumlarının değerlendirmesini yapmıyorlardı. Neden karşı çıkmadınız, neden katıldınız; istenilen de zaten eyleme başkalarını da sürüklemek değil miydi?

Hele bazı örgütler en iyi kadrolarını bu eylemde kaybettiler…

Bu konuda ne soru var, ne de cevap…

Yazının başına dönersek; insan hayatını ortaya koyan bir eylem her durumda yanlıştır denilemez. Şartlara göre değerlendirilmelidir. Şartlar uygun gibi görünüyorsa, örgüt kararına bile gerek yok, çok sayıda insan böyle bir eyleme coşkuyla girer. Tabii yanlış değerlendirme de yapılmış olabilir, bir bölüm insan daha sonra bırakabilir; bunlar olabilir, ama bu başka bir durumdur.

Önemli olan sadece bizim değil karşı tarafın da öğrendiğini unutmamak, eylem şartlarını sürekli ini analiz etmek ve verilmesi muhtemel ödünleri iyi değerlendirmektir.