Şuanda 19 konuk çevrimiçi
BugünBugün234
DünDün2115
Bu haftaBu hafta3710
Bu ayBu ay44825
ToplamToplam10255167
Elveda insanlık!.. PDF Yazdır e-Posta


Engin Erkiner merhaba,

 

Yüksel Eriş blogu beş aylık oldu. Ziyaretçi sayısı 7.800’ü geçti. Bunun 2.400’ü  www.enginerkiner.org  üzerinden gelmiş. Diğerleri de onlardan duymuş gelmiş. Yüksel Eriş blogunun ziyaretçi sayısı, ilginin artarak devam ettiğini gösteriyor. Mihrac’ın bana niçin saldırdığını açıklıyor.

 

Birçok konuda farklı ve hatta karşıt görüşte olmamıza rağmen, ikimiz birlikte, Yüksel Eriş’i Mihrac’ın ve Rıza’nın sığınma yeri olmaktan çıkardık. Eksiği yanlışı bir yana, Yüksel Eriş kitabını yazdık. İşte bu başarıdan ötürü, bir de ayrılık yazısı yazmak istedim. Bu yazı gereğinden çok acılı biberli zehirli olabilir. Yayınlarsan, son dileğimi gerçekleştirmiş olursun. Yayınlamazsan, sebebini anlarım. Kırılmam gücenmem küsmem. Sen doğru olanı yaparsın.

 

Engin Erkiner site okuyucuları, eski günlerde yapılan işleri ve yanlışları öğrenmek ister. Vatanı milleti kurtarmak isterken yitirilmiş değerleri merak eder. Mihrac’ın hain hırsız arsız yüzsüz katil casus pislik olduğunu bilir. Daha önemlisi, Mirocuk olmadığına inanır. Yazarları da öyledir.

 

Altı ay öncesine kadar beni kimse tanımazdı. Övgü alkış şan şöhret meraklısı değilim. Dünya malında gözüm yok. Ahiret kaygım korkum yok. Oğlum karım kızım baldızım dostum düşmanım yok. Mihrac’ı nüfustan saymıyorum. Hain hırsız arsız yüzsüz katil casus pislik ve çakma soytarı olduğunu biliyorum. Yüksel Eriş blogunu hazırlıyorum. Miro Masalı’nı yazıyorum. Siyasetle ilgilenmiyorum.

 

Resim dersinin ilköğretim programından çıkarıldığını öğrenir öğrenmez bunun bir anlamı vardır diye düşündüm. Vardığım sonuç, beni program üretmeye zorladı. Bir dizi Resim Yapmayı Öğreten Boyama Kitabı hazırladım. Başka çaresi kalmayınca kredi kartından borç alarak kendim bastırdım. Hiç değilse yarısı satılır sanıyordum, bir takım bile satamadım. Kredi kartı borcu batağına battım.

 

Yüksel Eriş’in kardeşi Hüseyin’le 6 Mayıs günü Dolmabahçe‘de buluştuk. Ekonomik bakımdan aynı durumdaydık. Birlikte çıkış yolu aradık. Benim boyama kitaplarını satmaktan başka yol bulamadık. Mihrac Ural’ın kardeşi Mihriban ve Adnan Kerimoğlu üzerinden Hüseyin’e ulaştığı bilgisini değerlendirdik. Mihrac’ın Hüseyin’i Engin Erkiner’e karşı kullanmak istediğini gördük ve bu kavganın bizi ilgilendirmediğini düşündük. Buna rağmen, belki benim boyama kitapları satılır diye, Hüseyin’in Hatay’a davet edilmesine olumlu yanıt verdik. Mihrac konu ile bizzat ilgilendi. Benim de Hüseyin’le birlikte Hatay’a gelmem için ısrar etti. Gidiş geliş uçak biletini hemen göndereceğini ve 800 takım kitabın alınması satılması için derhal emir vereceğini yazılı olarak teklif etti. Ben bu teklifi kabul etmedim. Hüseyin’le birlikte Hatay’a gitmedim. Bir takım Boyama Kitabı gönderdim.

 

Hatay’da benim boyama kitaplarımı satmadılar. Hüseyin’i Ferhat Tunç ile birlikte Zeki Ural’ın evinde kahvaltı masasına oturtmayı başardılar. Enseden çekilmiş fotoğrafını internete koydular. Ferhat Tunç’la birlikte Zeki Ural’ın yanında Hüseyin Eriş’in fotoğrafını çektiler. “Yüksel Eriş’ten Hüseyin Eriş’e…” diye cazgırlık yaptılar. Canım daraldı, kolları sıvadım,  http://yukseleris.blogspot.com  blogu yayına girdi. Yüksel Eriş blogu duyurusunu Engin Erkiner yaptı. Mihrac Ural ile karşı karşıya geldim. Hüseyin Eriş’i Mihrac’ın ağzından aldım.

 

Otuz kırk yıl önce biz böyle değildik. Arkadaşlık yoldaşlık dostluk yardımlaşma dayanışma gibi bazı şeyler bilirdik. Birbirimizi severdik. Devrimci olana güvenirdik. Dünya malına değer vermezdik. “Sensiz dünya malı n’eyleyim, dostum dostum!..” türküsünü söylerdik.  Kendimiz için bir şey istemezdik. Hep birlikte güneşi zaptetmeye giderdik. Yarin yanağından gayrı her şeyimizi paylaşırdık. Dünya dönmüş, devran değişmiş, Mirocuklar yetişmiş, Miro malı marabayı götürmüş. Ben bunu görmemişim.

 

Yüksel Eriş 1976 ilkbaharında “Biraz paraya ihtiyacımız var!..” dedi. “Benim de paraya ihtiyacım var, olsaydı verirdim, vallah billah!..” demedim. Kardeşimin bana yılbaşında getirdiği televizyonu Dinar’da 3.000.- liraya sattım. Paranın tamamını Yüksel’e verdim.

 

1976’nın ilkbaharında Dinar Hükümet Tabibi’nden aldığı 20 günlük raporun yarısının geçersiz olduğu gerkçesiyle Yüksel’i müstafi saydılar. Dört ay sonra beni de çalışırken devamsızlıktan müstafi saydılar. Dinar Afyon Ankara İstanbul arasında döndüm dolaştım. Müstafi sayıldığım için maaş alamadım. Yol parası bulamaz oldum. İstanbul’da üç gün aç kaldım. Dördüncü gün, Yüksel Eriş’in annesine babasına gittim. Evlerinde ceplerinde ne varsa hepsini paylaştık.

 

İşte böyle bir ortamda, Yüksel Eriş’in Trabzon’da öldüğünü öğrendik. Ablası ve amcası Yüksel’i aldı geldi. Patlama, 21 Ocak 1977 günü gece yarısından az önce olmuş. Yüksel patlamadan beş saat sonra, 22 ocak 1977’de sabaha karşı ölmüş. 26 Ocak 1977 günü Feriköy Mezarlığı’nda toprağa verdik. Benden başka arkadaşı yoldaşı dostu orada yoktu.

 

İki hafta sonra, 07 Şubat 1977’de ben akciğer kanaması geçirdim. Validebağı Öğretmenler Hastanesi’nin Acil Servisi’ne gittim. İlk müdahaleden sonra, hastaneye yatırılmam için, Hasta Sevk Kâğıdı istediler. Babamı gönderdim, müstafi sayıldığım için vermemişler. Acil Servis’ten çıktım. Eyüp İlköğretim’e gittim. Ne halde olduğumu bilmiyorum. Beni görür görmez oturttular. Daha ben bir şey söylemeden Hasta Sevk Kâğıdı’nı hazırladılar. Üstüm başım kanlar içinde Acil Servis’e ulaştım. Ertesi gün hastaneye yatırıldım.

 

Hastane’de beni üç kişilik bir odaya koydular. Diğer iki hastadan biri, Trabzonlu’ymuş. İstanbul Halk Evleri İl Koordinasyon Kurulu Başkanı’ymış. Adını sordum, Şefik Asan’mış. İşte bu Şefik Asan, Sakarya Savaşı gibi 22 gün 22 gece, gözünü benden ayırmadı. Ben öldüm öldüm dirildim, o bırakmadı. Her gece defalarca limonata yaptı içirdi. Tabak tabak buz yedirdi. Kaşık kaşık bal verdi. Ağzımı açsam, mandalina portakal muz koydu. Gözümü kapatsam, “Uyudun mu?..” diye sordu. Sağa sola dönsem, “Bir şey mi oldu?..” dedi. Ben daha “Öhhöö!..” der demez, kanama kabını yetiştirdi. Benim kanamalar kesildikten bir hafta sonra taburcu oldu gitti. Zatürre başlangıcı olduğu için oradaymış.

 

Azcık canlandıkça, hikâyemin özünü özetini anlattım. Aile boyu perişan olduğumuz belliydi. Yüksel’in annesi babası ablası da ziyaretime geldi. Almanya’dan Hatice Güler geldi, Beşiktaş’tan kimse gelmedi. Arkadaşlık yoldaşlık dostluk zor günde belli olurmuş.

 

İki hafta sonra, Şefik Asan benim için eşofman almış. Bir miktar da para verdi, “Yardımlaşma!..” imiş. Babam “Bu para beni Ankara’ya götürür!..” dedi. İşte o para ile Ankara’ya gitti ve hakkımdaki müstafilik kararını kaldırttı. Öğretmenliğim devam etti. 28 Şubat 1977’de birikmiş altı aylık maaşımı birden aldım. Bir gün sonra, Mart maaşımı aldım. Lodos bitti, poyraz başladı. Her bakımdan rahatladım. Kanama kesildi.

 

Şefik Asan’ın varlığı ve yaptığı “Yardımlaşma!..” olmasaydı, hayatımın akışı değişirdi.

 

THKP-C İddianamesi’nde Perşembe’de kimlerden oluştuğu bilinmeyen bir grubun varlığından söz ediliyor. Ayıptır söylemesi, işte o grup benim. Ertan Saruhan ahbap çavuş ilişkisi içine girmezdi, ben de girmedim. Terzi Fikri ve Avukat Şener Şadi ötseydi, ben de yanardım. Ötmediler, yanmadım. Dikkatli oldum, tohumluk olmadım.

 

Yüksel Eriş’le bildiklerimizi sevdiklerimizi paramızı pulumuzu her şeyimizi paylaştığımı yazdım. Yüksel Eriş’in kardeşi Hüseyin Eriş’e kurulan tuzağı gördüğüm için, Engin Erkiner sitesinde yazdığım “Bir Soru” başlıklı yazı ile Mihrac’ı uyardım. Hüseyin’e yanlış yapma, yoksa beni de karşında bulursun, dedim. Ne dediğimi anlamadı.

 

O yüzden, bir de şu çakma soytarıyı alıcı gözüyle göreyim, dedim. Eğlencelik olsun diye, Miro Masalı’nı yazdım. Miro Masalı bildiğimiz kızlardan değildir. Soran sorgulayan uyaran uyandıran uyanık insanlar için yazılmıştır. Masal yazarı Yeşilırmak’la Kızılırmak’ı karıştırmışsa, “Malabadi Köprüsü’nden Fırat Irmağı’na atladı!..” demişse ve okuyucu da bunu yemişse, “Afiyet olsun!..” demekten başka söylenecek söz yoktur. Yalanı yanlışı yedikten sonra hiçbir şey yapamazsın. Koyun keçi et süt kıl yün hesabı yapan bir puşta yem olur gidersin. Miro olamazsan, Mirocuk olursun.

 

Günay Karaca’nın yalan söylemektense suçlanmış olmayı tercih ettiğini otuz yıl sonra anladım. 1979’un yaz aylarında evime getirdiği Ali Fuat Çiler’e yanlış bilgi vererek hayatımı kurtardığını gördüm. Günay Karaca ve 81 Arkadaşı blogunu hazırladım. Günay’ın yüzüne karşı söylediğim herşeyi olduğu gibi yazdım. Ali Fuat’ın adını yazdığımda, yargısız infaz timlerini evime gönderenin Mihrac olduğunu biliyordum. Bilmediğim, bunu nasıl becerdiğiydi. Hanefi Avcı bu konuda Mihrac’ı ele verdi. Al gülüm, ver gülüm, hikâyesi.

 

1979 yazında Günay Karaca ve Haydar Yılmaz’la birlikte evime gelen kişinin kim olduğunu bilmiyordum. Altı ay sonra, Gayrettepe’de sorgulanırken bu kişinin kim olduğu hakkında bana hiçbir soru sormadılar. Tutuklanmak için çıkarıldığım Askeri Mahkeme’de ve daha sonra ifade verdiğim Askeri Savcılık’ta yine bu kişi ile ilgili olarak hiçbir soru sormadılar. Ben de bu ilgisizlik yüzünden, o kişinin içimize sokulmuş ajan olduğunu düşündüm. Günay Karaca ile asıl ayrıştığım yer burasıydı. Ama ben bunu öne çıkarmadım. Tartışmayı “yukarıdan aşağıya, örgüt yönetiminden sempatizana çözülme” ve “maşa kullanma taktiği” ile sınırladım. Ne dersin Ali Fuat, niçin seni benden sormadılar? Sen de o zaman görevli miydin? Günay benim Karslı Kürt olduğumu iddia ederek, niçin sana yanlış bilgi verdi?

 

Otuz yıl sonra, Ali Sönmez’in Sağmalcılar’dan kaçmadığını, kaçırıldığını yazdım. Yatağının altında sakladığı paranın kaynağını sordum. Aslan kaplan dürüst devrimci numarası yapmasın. Hapiste 62.000 lira parayı nasıl biriktirdiğini açıklasın. Makarna yiyerek biriktirdim desin. İsterse örgüt parası olduğunu iddia etsin.

 

Ali Sönmez, bak ben yine hesap soruyorum, sen niçin kancık köpek gibi kaçıyorsun Selimiye’de bana elimi yüzümü yıkamak için sabun vermedin, seni kaçıranın kim olduğunu biiyor musun? Ölüleri dirileri örgütü Mihrac’a kaç kuruşa sattın, söyler misin? Mihrac’a karşı sesin soluğun çıkmıyor, Mihrac’dan gebe misin?

 

1993 ilkbaharında yargısız infaz timleri kapımı çaldığında, Günay Karaca’nın Mihrac Ural sandığım kişiye yanlış bilgi vermesi nedeniyle kefeni yırttım. Mihrac Ural’ı o yüzden yakın takibe aldım. Ayrı Varlık blogunu yayına girer girmez fark ettim. Oradaki fotoğrafın Mihrac olup olmadığını araştırdım. Tanıyanlar bilenler, “Mihrac’ın fotoğrafı!..” dediler. Mihrac’ın günahını almış olduğuma inandım. Daha sonra, bu konu güncelleştiğinde konuyu yeniden araştırdım. Bu defa, Ali Fuat Çiler’i fotoğrafından teşhis ettim. Fotoğrafı üç kişiye doğrulattım. Söylenecek ne varsa hepsini açıkça yazdım. Günay’ı Mihrac’a bırakmadım.

 

Yani bu güne kadar yapabileceğim ne varsa, hepsini yaptım. Ertan Saruhan’dan Yüksel Eriş’e ve Yüksel Eriş’ten Günay Karaca’ya köprü oldum. Aklımın erdiği ve gücümün yettiği kadar devrimci olmaya uğraştım. Bu üç arkadaşımın gölgesinden yararlanmadım, üçünün de ışığından yararlandım. Sağa sola savrulup gitmedim. Kendimi yitirmedim. Her şeye rağmen iyi insan olduğuma inandım.

 

İyi insan olmanın gereğini yaptım. 12 Mart 1971’de balyoz darbeleri devam ederken “Bu memlekette Kürt vardır!..” diyebildim. 1975’te Apo’un yüzüne karşı, Kürt devrimciler Türk devrimcilerden ayrılırsa önünde sonunda karşı karşıya geliriz, dedim. Apo’ya söylediklerim aynen gerçekleşti. Karşı karşıya gelmiş gibiyiz.

 

Çoğaldık yığınsallaştık başardık falan filan diyorlar. Fena halde yanılıyorlar. Sosyalizm için yola çıkan Kürtler, feodal ağa tefeci bezirgân takımıyla barıştı mı, barışmadı mı? Demokratik emperyalizm yalanı attı mı, atmadı mı? Otuz beş yıldır patinaj yaptı mı, yapmadı mı? Beni ırkçı ayırımcı olmakla suçladı mı, suçlamadı mı?

 

Kürt Özgürlük Savaşçısı olmak yetmiyor. Alevi Köken edebiyatı yapıyor. Doğaldır ki, Hazreti Ali’den öteye kafası basmıyor. Alevilik’in Alicilik olmadığını anlamıyor. Dört bin yıl önce, Anadolu’a Ale Bayramı olduğunu bilmiyor. Ale sözcüğünün yakıcılık anlamına geldiğini kabul etmiyor. Her şeyin 1071’de veya 571’de başladığını sanıyor. Sürüler içinde sürmeli koyun, turnalar içinde telli turna oluyor. Hü medet ya Ali, Hüseyin aşkına,  falan filan diyor. Uçmak serbest, uç uçabildiğin kadar!

 

Hayal kurmak güzeldir. Haydi hayal kuralım. Kürt Özgürlük Savaşçısı ve Hazreti Ali’nin yoldaşı ve dahi eski marksist-leninist Apocular başardı. “Free Kurdistan” kuruldu. Dört beş parça Kürdistan birleştirildi. Apo işte bu Birleşik Özgür Kürdistan’ın Devlet Başkanı oldu. Komşularıyla iyi ilişkiler kurdu. Mucize gerçekleşti. Yaramaz çocuklardan biri, mesela bu satırarın yazarı, “Bu devletin egemen sınıfı kim olacak?..” diye sorarsa, rüya bitmez mi?

 

İşçi sınıfı yok, burjuva sınıfı yok, sosyalizm hedefi yok, üç beş aşiretten demokratik devlet olur mu? Ahmet Türk’ün Atatürk’ten hangi üstün özelliği vardır ki, demokratik alternatif olsun.

 

İşgalcidir diye, beş bin mehmetçik öldürdün, emperyalizme siyonizme karşı ne yaptın? Türkler işgalcidir de, emperyalistler siyonistler ev sahibi midir? Kürtler Türkler darda zorda kaldıkça birleşiyor bütünleşiyor, görmüyor musun? Kürtler niçin önerdiğin “Free Kürdistan”a gitmiyor da, İstanbul’a İzmir’e Edirne’ye Samsun’a gidiyor, anlamıyor musun? MİT MOSSAD CIA ile arkadaş yoldaş olanın gideceği yeri bilmiyor musun?

 

Bir bölük angut, Türk adının anlamını bilmiyor, Türkçülük yapıyor. Bir bölük ördek, Kürt adının anlamını bilmiyor, Kürtçülük yapıyor. Türk adının anlamını açıkladım. Kürt adının anlamı için kaynak gösterdim. İkisi de kabul etmiyor.

 

Beş bin yıl önce çömlekçi çarkı dönmeye başlayınca, toplumun sınıflara ayrıştığını gözden kaçırıyor. Ne köleden yana oluyor, ne köleciye karşı çıkıyor. Bu belirsizliğin köleciden yana olmak olduğunu söylediğim için, ikisi de bana kızıyor.

 

Kavim kabile soy boy ırk demiyor. Bu beş sözcüğün yerine bir tek “etnik” sözcüğünü kullanıyor. Toplumun sınıflara ayrıştığını, köle ile kölecinin sürekli çatıştığını gözden kaçırıyor. Köleciden yana tavır alıyor. Beş bin yıl önce çöplüğe atılmış kavramlara dört elle sarılıyor. Etnik köken farkı edebiyatı yapıyor. Irkçılık ayırımcılık yapmayı devrimcilik sanıyor.

 

Türkler bir kavim kabile soy boy ırk değildir. Kürtler de bir kavim kabile ırk soy boy ırk değildir. Türk ve Kürt adının anlamını açıklamaya “etnik” kavramı yetmez. Beş bin yıllık toplumsal ayrışmayı çatışmayı kavramları adları açıklamak için bilgi gerekir. Ben o bilginin özünü özetini yazdım. Kimse doğru bilgi istemiyor.

 

Yani ben ne yaptığımın yapmadığımın bilincindeyim. Kırk elli yılda öğrendiğim bilginin özünü özetini yazdım. Resim Yapmayı Öğreten Boyama Kitabı 1-2-3-4 ‘ün içine dışına koydum. Yaptığım çalışmayı gördüğü halde anlamayan devrimci insanların çokluğuna şaşırdım.

 

Yedi yaşındaki çocuğun anladığını, eşşek kadar büyükler anlamadı. İpe un sermek için, alışılmış olan her türlü yalana yanlışa sarıldı. Beni paragöz olmakla suçladı. Kazanacağım parayı pulu hesapladı. Gördüğü paranın ışıltısı gözlerini kamaştırdı. Beni de öyle sandı.

 

İşte bu Resim Yapmayı Öğreten Boyama Kitabı dizisi bin takım basıldı. Baskıyı yapan matbaa, 50 takım eksik olmasın, 150 takım fazla olsun demiş, 1150 takım basmış. 350 takımını parasız dağıttım. İbrahim Yalçın’a 200 avro karşılığı on takım ve Erkan Ulaşan’a 100 lira karşılığı üç takım Boyama Kitabı sattım. Bunun dışında, hiç kimseye bir takım kitap bile satamadım. Herkesin cebinde akrep varmış. Yardımlaşma dayanışma arkadaşlık dostluk mazide kalmış. Eski çamlar bardak olmuş. Yani tek kelimeyle, battım!..

 

Engin Erkiner kendi sitesinde 14 Mayıs 2010 günü yayınladığı “bir blog” başlıklı yazıda, otuz yıldır hiç görmediği konuşmadığı yazışmadığı bir kişiden söz etti. Daha önemlisi, o kişi için “herhangi bir pisliğe bulaşmamıştır” dedi. Adam olana bu söz yeter. O kişinin kim olduğunu öğrenmek için,  http://deftercikler.blogspot.com  adresini ziyaret ediniz. Aynı sayfada, Bilge Umar’ın söylediği sözü okuyunuz ve kaç kitap yazdığına bakınız.

 

Görülen o ki, yılbaşından itibaren hiçbir fatura ödemesi yapamayacağım. Elektriğim suyum internetim telefonum ve doğalgazım kesilecek. Bunlar olmadan nasıl yaşanırsa, öyle yaşayacağım. İnternet bağlantım olmayacak. Telefon kullanmayacağım. Yine de yalana yanlışa teslim olmayacağım. Ertan’ın Yüksel’in Günay’ın arkadaşı teslim olur diyen varsa, gelsin baksın evime. Teslim olduğumun belirtisini görürse, tükürsün yüzüme.

 

Söyleyeceklerimin hepsi budur. Çocuğumuz resim yapmayı öğrenmese de olur. Eğitimin gereği yoktur. Benden bir takım Resim Yapmayı Öğreten Boyama Kitabı almadığınızdan, ne kadar uyanık devrimci olduğunuz görülmüştür. Görünen köy kılavuz istemez. Yolunuz açık, kısmetiniz bol olsun!..

 

 

Benim notum: Daha önce de yazmıştım, bu sitede yazanların üzerinde birleştikleri tek nokta, örgüt tarihindeki pislikleri ve bunların temel kaynağı olan bir haini –Mihrac Ural’ı- ortaya çıkarmaktır. Bu amaca büyük oranda ulaşılmıştır. Bu amaca doğru yürürken kimin hangi konuda ne düşündüğü ile ilgilenmedim. Görüş ayrılıklarımın az olduğu arkadaşlar vardır, fazla olduğu arkadaşlar vardır. Bu, başka bir platformun meselesidir.

Mesela Cahit ile PKK ve Ermeni soykırımı konusunda farklı düşünüyoruz. Bunu ikimiz de biliyoruz. Bunu ifade de ettik. Başka arkadaşlarla başka konularda farklılıklarım olabilir. Hiç sorun değil… Her şeyi birbirine karıştırmayan ve farklılıklarla birlikte yaşamasını bilen birisiyim.

41 yıla yaklaşan politik yaşamım bana insan kalitesinin politik düşünceden önce geldiğini öğretti, hem de iyi öğretti.

Karşınızdakinde kişilik diye bir şey yoksa, aynı görüşü savunsanız bile ne yazar…

Bu sitede az veya çok yer alan bütün arkadaşlar sağlam bir kişiliğe sahipler ve bunu gösterdiler.

Cahit’e tek söyleyeceğim, insanları eleştirirken, kendisini de ihmal etmemesidir.

Resimden anlayan birisi değilim. Resim bilgisi iyi olan bir insana, “Sen Picasso kadar güzel güvercin çizemiyorsun” diyecek kadar salak da değilim…

O kitap en azından birkaç yüz tane daha satılırdı.

Bir sürü insana “dayanışma olarak alın” derdik ve alırlardı.

Kitap, güzel bir kitap…

Bir resim kitabında PKK aleyhinde yazmanın ne gereği vardı?

Konu bu değil ki…

Aynı şekilde, PKK lehine yazılsa da yanlış olurdu, zira konu bu değil…

Keşke böyle bir şey yapmasaydın…

Kitabın değeri azalmazdı.

Ve kitap ne kadar satılıyor, o zaman görürdük…

Keşke böyle yapmasaydın…