Şuanda 66 konuk çevrimiçi
BugünBugün209
DünDün2801
Bu haftaBu hafta6730
Bu ayBu ay27732
ToplamToplam10189786
Politik psikoloji PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Çarşamba, 30 Temmuz 2014 18:04


            Toplumsal mücadeleler tarihinde 20. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren bazen yüksek bazen de duyulamayacak kadar hafif ama sürekli olarak sorulan bir soru vardır: emekçiler ve genel olarak insanlar kendi çıkarlarını temsil etmeyen ve hatta o çıkarlara ters önderlerin, partilerin peşinden nasıl gidiyorlar? Savundukları örgütlerin felaketli politikalarının sonuçları ortaya çıktığında bile onları neden terk etmiyorlar ve kendilerini ikna etmek için neden gerçek dışı anlatılara sarılıyorlar?

            Politik felsefenin temel konularından birisi olan bu soru ilk olarak Spinoza ardından da Nazi deneyiminden hareketle Wilhel Reich tarafından sorulmuştur.

            20. yüzyılın bu konudaki en büyük deneyimi Almanya’da Nazilerin iktidara gelmesi ve sonuna kadar (1945) halkın desteğine sahip olmalarıdır. Nazi terörü ve sosyal demokratlarla komünistlerin yaptıkları hatalar vardı, ama bu durum Avrupa’nın önde gelen halklarından birisinin, 20. yüzyıl başlarında doğa bilimlerinde (Einstein, Heisenberg), toplum bilimlerinde (Max Weber), felsefede (Heidegger) ve sanatta (Brecht) önemli isimlerin yetiştiği Alman toplumunun Hitler ve NSDAP’ye (Almanya Ulusal Sosyalist İşçi Partisi) sonuna kadar bağlı kalmasını açıklamaz.

            Nazi dönemi öncesi ve iktidarıyla ilgili olarak geniş bilgi vardı. NSDAP’nin tabandan başlayarak örgütlenmesi, çok sayıda aydını etkilemesi, 1920’li yıllarda SBKP’den sonra en fazla üyeye sahip olan Almanya Komünist Partisi’ni sandıkta ve sokakta yenmesi, sosyal demokrasi ve komünist partisi seçmeni olan çok sayıda işçinin bu partiye oy vermesi söz konusuydu. Başka bir deyişle bilgi ya da cevap vardı, ama buna uygun soru yoktu. Soru, cevabın nerede aranacağını belirler ve asıl sorudan kaçmanın tipik yolu da başka sorular sormaktır. Nasıl cevap istiyorsanız buna uygun soru sorabilirsiniz. Konuyla ilgili bilgiyi incelerken bunun uygun bulmadığınız bölümünü geri plana atar ve kalandan da uygun soru çıkarabilirsiniz.

            Nazilerin terör ve provokasyonlarıyla, sosyal demokratlarla komünistlerin anlaşamaması NSDAP’ye iktidar yolunu açmıştı. Muhalefet arasında anlaşabilseydi, Naziler iktidara gelemezdi. Solun resmi açıklaması böyleydi.

            Nazi iktidarı öncesi döneme ait dikkati çekmeyen bir bilgi daha vardı: 1929’da Horkheimer ve Fromm fabrikalarda söyleşi temeline dayalı bir araştırma yapmışlardı. Bu sosyolojik araştırmanın sonuçlarına göre; Alman işçi sınıfında otorite özlemi vardı ve Hitler’i desteklemeye yatkındı.

            Terör ve muhalefetin hataları gibi etkenler bu yatkınlığı güçlendirecekti.

            Burada doğru soru şuydu: Alman işçi sınıfı (ve halkı) bu duruma nasıl gelmişti?

            Nazilerin iktidarı öncesinde böyle bir soru sorulmadı çünkü sınıf analizine uymuyordu. Bir cephede tekelci burjuvazi ve desteklediği NSDAP, karşı tarafta ise işçiler,  emekçiler ve onların örgütleri vardı.  NSDAP’nin halkın bilinçaltına seslenmesi gibi saptamalar sınıf teorisine uymazdı, bu nedenle üzerinde durulmadı.

            Savaş sonrası yıllarda da sorudan kaçış sürdü. Alman halkının NSDAP’yi sonuna kadar desteklemesi, ülke içinde önemli bir muhalefetin görülmemesi; Hitler’in karizması, NSDAP kadrolarının yetkinliği ve muhaliflere karşı uygulanan terörle açıklanmaya çalışıldı. Bu açıklama, savaş öncesi sonuçsuz açıklamaların devamıydı ve açıklama bir noktaya gelip duruyor, konu üzerinde çalışanlar için inandırıcı sonuçlar ortaya çıkmıyordu.

            Adorno, savaş sonrasındaki yıllarda önemli bir belirleme yaparak, “yanlış yere bakıldığını” söyler. Araştırmacıların dikkatini yöneltmesi gereken Hitler ve partisi değil, Alman halkıydı. Bu halk Nazilerin söylemine inanacak ve onları sonuna kadar destekleyecek duruma nasıl gelmişti? Cevaplandırılması gereken soru buydu.

            Bu saptamanın ardından psikolojiyle politikanın bağlantıları konusunda eskiden beri varolan araştırmalar önem kazandı ve bunlara yenileri eklendi.

            Asıl sorudan kaçış Almanya’da Naziler öncesi ve sonrası döneme özgü değildir ve değişik toplumlarda da görülür. Psikoloji psikolog ile hastası arasındaki ilişkiyle sınırlandırıldığında; kitle psikolojisi, kitlenin bilinçaltı gibi faktörler bilinmediğinde ve biraz bilinse bile toplumsal mücadeleyle ilişkisi kurulamadığında asıl soruya bir türlü yaklaşamamak normaldir. Sürekli olarak yanlış yere bakılır ve cevap vardır ama buna uygun soru üretilemez.

            Konuya Almanya tarihinden örneklerle, psikanalizin bireyle sınırlı olmadığı, toplumsal olayları açıklamakta ve öngörmekte de kullanılabileceğini belirterek başlamak gerekir.

 

            AİLEDEN TOPLUMA OTORİTE

 

            “Massenpsychologie und Ich-Analyse” (1) (Kitle Psikolojisi ve Benlik Analizi) adlı makalesinde Freud, Hitler’in halk üzerindeki büyük etkisinin nasıl oluştuğunu inceler. Psikanaliz burada birey bazından ayrılarak kitle psikolojisine yönelir.

            Freud’a göre Alman halkı Hitler’i kendi ideal Ben’inin yerine koymaktadır. Ailede çocuğun ilk ideal Ben’i babadır ve ilk yaşanılan otorite de baba otoritesidir. Çocuğun büyüyüp aileden ayrılmasının ardından otorite merkezi de değişir: devlet, Tanrı ve bazen da toplumsal bir önder olur. Hitler, Alman halkının psikolojisinde babanın yerini almıştır.

            Bu saptama savaş sonrasındaki yıllarda NSDAP’yi inceleyen değişik sosyal psikologlarca da paylaşılır. Bunlardan birisi olan Hans Dieter König, Nazilerin ünlü propaganda filmindeki -Triumpf des Willen (Arzunun Zaferi)- bazı sahnelere dikkat çeker. Bu sahnelerde çok sayıda kadın küçük çocuğunu Hitler’e uzatmaktadır. Hitler bir çeşit “kolektif baba”dır.

            Nazilerin insanların ilk sosyalizasyonu (ailede sosyalizasyon) sırasında bilinçaltına yerleşmiş baba otoritesini bilinçli olarak kullanıyorlardı denilemez. Deneme-yanılma ve etkiyi ölçme yoluyla sonuca ulaşmışlardı. Kafalarında o yıllardaki Marksistler gibi psikanalizi reddeden bir anlayış yoktu ve bilinçsiz olarak da olsa etkili olduğunu gördükleri yöntemleri uyguluyorlardı.

            Paul Federn 1919’da yazdığı “Devrimin Psikolojisi: Babasız Toplum” (2) yazısında NSDAP iktidarından yıllar önce önemli tespitlerde bulunarak, ailedeki otorite ile devlet otoritesi arasındaki paralelliğe dikkat çeker. Çocuğun bilinçaltındaki baba otoritesi sonraki yıllarda farklı kurumların partilerin ve devletin otoritesine dönüşmektedir.

            Konunun öneminin daha iyi anlaşılabilmesi için kronolojik değil tarihler arasında ileriye ve geriye sıçramalı bir anlatım daha uygun olacaktır.

            Almanya 68’inin önemli özelliklerinden bir tanesi kuşak çatışmasıdır. Nazi döneminin açık olarak ilk kez sorgulanmaya başladığı Almanya 68’inde babalarının Nazi olduğunu öğrenen gençler bu duruma şiddetle karşı çıkarlar. Nazi döneminin etkilerinin kafada yıkılması; sevilen, sayılan ve otoriter baba anlayışının yıkılmasıyla birlikte gider.

            Buradan Hannah Arendt’i çok şaşırtan bir yargılamaya geçilebilir.

Adolf  Eichmann kaçırılarak getirildiği Telaviv’de yargılanmaktadır ve Arendt de gazeteci olarak davayı izlemektedir. Yahudi soykırımının önemli isimlerinden olan Eichmann’ın mahkemedeki tutumu Arendt’i şaşırtır. Arendt bir kitle katliamcısıyla karşılaşmayı beklerken, normal bir kişiyle karşılaşmıştır ve bu kişi neden suçlu bulunduğunu anlayamamaktadır. O kendisine verilen emirleri yerine getirmiştir, başka bir deyişle babasının sözünü dinleyen çocuk gibi söylenenleri yapmıştır. (3)

Paul Federn, 1919’da yukarıda anılan yazısında otoriter aile ile tarih boyunca Sovyet ya da şura tipi örgütlenmenin başarısızlığı arasında bağlantı kurar. Bütün önemli halk hareketlerinde başlangıçta şura tipi örgütlenme ortaya çıkmakla birlikte uzun yaşayamamıştır. Bunun önemli bir nedeni, halk hareketinin bastırılması ve şuraların dağıtılması ise; bir başka önemli nedeni de, buna yeterince sahip çıkılmamasıdır. Kurucu olanlar bir süre sonra bu örgütlenme tipinden uzaklaşmaya başlarlar.

Otoriter ailede büyüyen insanların bilinçaltına otoriterlik özlemi yerleşmiş durumdadır ve şura tipi örgütlenme de bu özleme terstir. Bu tür örgütlenme uyan değil kendi görüşünü savunabilen, bir başkasının emirlerine itaat edeni değil itiraz edebilen insanı gerekli kılar. Şura tipi örgütlenme –ki halkın kendi kendisini yönetmesini esas alır- gelişmiş bir kişiliği gerektirir ve bu nedenle de tarih boyunca başarılı olamamıştır.

Federn toplumsal demokratikleşme ile ailede demokratikleşmenin yakın ilgisi üzerinde durur. Ailede demokratikleşmeye dayanmayan bir toplumsal demokratikleşme güdüktür ve sürekli olarak ciddi bir otoriterleşme eğilimini içinde barındıracaktır.

Bu görüşü Almanya’da günümüze ilişkin bir örnekle de sınamak mümkündür.

Almanya sol hareketinde toplanma, her şeyi açıkça tartışma ve karar alma özelliği yaygındır. Yıllardan beri lider sultasından bıkmış olan Türkiye solu da 30 yıl öncesinden başlayarak benzeri bir uygulamaya yöneldi, ama başarı oranı oldukça düşük kaldı. Bir arada duramamak, basit nedenlerle parçalanmak ve otorite kurma eğilimleri sürekli olarak ortaya çıktı. Yapılan aynıdır ama yapan insanlar farklıdır. Ortaya çıkan büyük farklılığın  açıklanmasında iki toplumdaki farklı aile yapıları önem kazanır. Türkiye solunun insanlarında güçlü bir otoriter eğilim vardır. Almanya’da 1968 ve sonrasında otoriter aile ile ciddi bir hesaplaşma yapılamadığı için, bu otoriterlik kişiyi değişik şekillerde hayatı boyunca etkileyecektir.

 

POLİTİKA VE PSİKANALİZ

 

Erich Fromm 1931 yılında yazdığı Politik und Psychoanalyse (Politika ve Psikanaliz) (4) yazısında bilinçaltı ile rasyonel olmayan davranış arasında yakın bağlantı kurar. Almanya gibi aydınlanmayı yaşamış, çok sayıda bilim insanı yetiştirmiş, işçi sınıfının örgütlü olduğu bir ülkede NSDAP gibi bir örgüt nasıl çok sayıda taraftar bulabilir? Rasyonel olarak bunu açıklayabilmek mümkün değildir. Ekonomik kriz koşullarında işçilerin ve emekçi halkın sola yönelmesi gerekirken, sağa yönelmektedir. Üstelik Almanya sosyalizmin tarihsel olarak güçlü olduğu bir ülkedir, buna rağmen böyle olmaktadır.

Fromm bunun nedenini bilinçaltında bulur. Fromm’a göre her toplumun sadece ekonomik ve politik değil, psikolojik bir temeli de vardır ve psikoanaliz aracılığıyla kitlenin beklenen davranışı göstermemesinin nedenleri anlaşılabilir. Fromm bu çözümlemenin politikaya yön gösterebileceği düşüncesindedir. Psikoanaliz politikanın yerini tutamaz ama toplumda ne olduğunun daha boyutlu anlaşılmasını sağlayabilir.

Wilhelm Reich 1934’te yazdığı “Zur Anwendung der Psychoanalyse in der Geschichtsforschung” (Tarih Araştırmasında Psikoanalizin Kullanımı) (5) adlı makalede politika ile psikanaliz arasındaki ilişkiyi grev örneğiyle açıklar. Grev sadece sosyolojik değil, aynı zamanda psikolojik bir temele sahiptir. İşçilerin greve gidebilmesi için sadece ekonomik zorluklar ve kötü çalışma şartları yeterli değildir; grevi yürütecek ve varsa eğer tehditleri karşılayacak bir psikolojiye de sahip olunması gerekmektedir.

Reich 1937’de yazdığı Der Widerspruch des Nationalsozialismus (Ulusal Sosyalizmin Çelişkileri) (6) adlı makalede politika ile psikoloji arasındaki ilişki konusunda daha somut konuşmaktadır. NSDAP iktidara gelmiştir ve ekonomik kriz koşullarındaki Almanya gibi bir ülkede bunu nasıl başardığı halen anlaşılamamış durumdadır.

Reich’a göre Almanya Komünist Partisi kadrolarına NSDAP’nin bilinen türden gerici bir parti olmadığını anlatmak neredeyse mümkün değildi. NSDAP’nin kitle temeli vardı, tabandan örgütlenerek yükseliyordu, yeni bir tür politik örgütlenmeydi ve bilinen kalıplara sığmıyordu. Komünistlerin teoride savunduklarının aksine yeniye kapalı olmaları, onu zor benimsemeleri NSDAP’nin gözlerinin önünde yükselişini ısrarla eski teorilerle açıklamaya çalışmalarında da kendisini gösterir. Alman komünistlerine göre ekonomik kriz ve yüksek işsizlik koşullarında NSDAP’nin başarılı olması mümkün değildi; ama oluyordu.

İşçi kitlesinin psikolojisinde önceden bilinmeyen değişikliklerin olmasından söz edildiğinde, Alman komünistleri bunu kendilerine hakaret olarak görüyordu. Tarihsel materyalizm vardı ve teorinin gereklerine göre kitlenin sola yönelmesi gerekiyordu.

NSDAP dünyanın en güçlü sosyal demokrasi hareketinin ve SBKP’den sonra en büyük komünist hareketin bulunduğu, çok sayıda sosyalist teorisyenin ve militanın emekleri sonucu oluşmuş büyük hareketi yıkıp geçti. Reich’a göre Hitler ekonomik programıyla kitleyi kazanmamıştı. Almanların Birinci Dünya Savaşını kaybetmesi ve ağır şartları olan Versay Antlaşmasını imzalamaları nedeniyle içinde bulundukları eziklik duygusunu kullanmış ve ırkçı propaganda ile Yahudileri hedef göstererek kitlede kendine güven ve üstünlük duygusunu yaratmıştı. Otoriter aileden kaynaklanan otoriter kişilik de bu başarının diğer bileşeniydi.

Hitler’in Kavgam adlı kitabı Alman halkına, “Ayağa kalk, sen bu duruma düşecek bir halk değilsin,” mesajını verir.  Bu kitap, yasak olmasına rağmen, Türkçeye çevrildi ve yayın hakkını elinde tutan Almanya’nın müdahalesine kadar da haftalarca en çok satan kitap oldu. Demek ki, “Sen üstün bir halksın” mesajına Türk halkının da ihtiyacı varmış. Bunun gerçek olup olmaması önemli değildir. Önemli olan, mesaja gerçekmiş duygusu verebilmek ve bunun sağlanması için de yol göstermektir. 

Bunun için Yahudileri ve ardından Slavları aşağı ırk olarak gösterip ortadan kaldırılmaları gerektiğini savunabilirsiniz. Ya da Osmanlı’yı överken yeniden onun gibi olmanın politikasını yaptığınıza halkı inandırabilirsiniz. Üstün bir halka ait olduğuna inanan insanların ekonomik kriz koşullarında bile sola değil de tersi yöne gitmesinin önemli nedenlerinden birisi budur.

Reich makalesinin sonunda o yıllarda yeni gelişmeye başlayan politik psikoloji için bazı sonuçlar çıkarır. Bu sonuçların çıkarılmasında kullanılan büyük kaynak Hitler’in iktidarı ele geçirmesidir. Almanya gibi bir ülkede olamaz gibi görüneni yapmıştır ve bunun açıklanması gerekir. Sonuçlardan sadece üç tanesini belirteceğim:

Birincisi: Toplumdaki objektif gelişme ile subjektif durumun birbirinden ayrılması gerekir. Her birinin kendi gelişme yasaları vardır.

İkincisi: Önder (Hitler’i kastediyor) kitlenin ortalama karakterini yansıtır ve onlar gibi çelişkili hareket eder.

Üçüncüsü: Ekonomi ve ideolojinin birbiriyle olan ilişkisi basit ve doğrudan değildir. İlki ikincisini belirleyebileceği gibi, ikincisi de ilkini belirleyebilir.

NSDAP ekonomik programı sayesinde değil, Alman halkının duygularına ve bilinçaltına hitap ederek iktidara gelmişti.

 

RAF ÖRNEĞİ

 

Rote Armee Fraktion (Kızıl Ordu Fraksiyonu) Almanya’da 1970’li ve 1980’li yıllarda yaptığı silahlı eylemlerle tanınan bir örgüt ve iki önemli özelliği bulunuyor:

Birincisi; küçük bir örgüt… Kadroları ve aktif sempatizanlarıyla birlikte birkaç yüz kişiden fazla değil…

İkincisi; küçük olmasına karşın dünya çapında tanınan ve Alman halkı içinde de –pasif anlamda da olsa- yaygın sempati toplamış bir örgüt…

RAF için dünyada bu kadar küçük olmasına karşın hakkında bu kadar çok şey yazılmış başka örgüt yoktur, denilir ve bu saptama doğrudur. Hakkında yazılan kitaplar, doktora çalışmaları, hapisteki militanlarıyla yapılan uzun söyleşiler, çevrilen filmler ve örgüt hakkında açılan sergiden söz edilebilir.

Benzeri örgütler İtalya ve Fransa’da da vardı.

İtalya’da Kızıl Tugaylar kitle tabanına sahipti ve Fransa’daki Doğrudan Eylem örgütü de dikkat çeken silahlı eylemler yapmıştı. Buna rağmen RAF’in farklı bir konumu vardı.

Birkaç sosyal psikolog hapisteki RAF militanlarıyla uzun konuşmalar yaptı, birlikte değerlendirmeler yapıldı. RAF’ın yayınladığı bildirilerde Almanya’daki rejimi faşist olarak nitelendirmesi üzerinde duruldu. RAF militanlarının yaptıkları silahlı eylemlerin “kendileri için de kurtuluş anlamına geldiği” saptaması önemle dikkate alındı ve şu sonuca varıldı:

RAF, 1930’lu yıllarda Alman halkının Nazilere karşı gösteremediği direnişin 40 yıl sonra ortaya çıkmış halidir. Almanya’da 1970’li yıllardaki rejim faşist değildi ama Nazi dönemine benzetilerek böyle nitelendiriliyordu. RAF militanları babalarının ve dedelerinin geçmişinden kopmak istedikleri için devletin ve sanayinin önemli kişilerine yönelik suikastlerini “kendileri için de kurtuluş” olarak görüyorlardı.

RAF konusunda uzun ve yoğun çaba sonucunda varılan bu sonuç, politik psikolojinin uygulamadaki büyük başarısıdır. RAF militanlarının kendileri de bu durumun farkında değildi. Kapitalist merkezlerde silahlı mücadele teorisini seçmişlerdi ama bu konuda onları yönlendiren önemli bilinçaltı faktörler vardı. Yaşadıkları toplumun önemli bir kesiminden nefret ediyorlardı. RAF’in kitle örgütlenmesine yanaşmaması ve eylemleriyle Üçüncü Dünya ülkelerindeki mücadeleye destek olduğunu savunması bu nedenledir denilebilir.

 

FREUD VE MARX

 

Tarihsel materyalizm ile Freud psikanalizini birleştirmek için geride kalan yüzyıl boyunca büyük çaba harcandı. Reich ve Fromm bu çabanın ilk isimleridir denilebilir. Onlara göre, tarihsel materyalizm toplumdaki iktidar ilişkisinin sadece ekonomik boyutunun incelenmesiyle sınırlıydı ve toplumdaki değişim bu çerçevede açıklanamazdı. Nazilerin iktidara gelmemesi için her neden vardı; ekonomik kriz ve örgütlü işçi hareketinin varlığına rağmen Naziler iktidara gelmişlerdi. Burada kitle psikolojisi, halkın bilinçaltı önem kazanıyordu.

Freud’un ve Marx’ın teorilerinin birleştirilmesinde başarılı olunduğu söylenemez. Bunun üç nedeni bulunduğu söylenebilir:

Birincisi; psikanaliz Freud ile sınırlı değildir. Sadece kişilerin değil grupların (aile küçük grup kategorisine girer) ve halkın da bilinçaltı vardır. Freud bilinçaltının ortaya çıkarılıp iyileştirilmesinden ve böylece de etkisinin silinmesinden söz ederken; C.G. Jung bilinçaltının bilinçle olan sürekli ilişkisinden ve kendisini sürekli yeniden üretmesinden söz eder. (7) Bireylerin, grupların ve halkın bilinçaltı sabit değildir, dönüşebilir.

Jung bilinçaltı konusunu Freud ile arasındaki temel anlaşmazlık noktası olarak belirtir.

İkincisi; psikolojiyle sosyolojinin birleştirilmesinin bir örneğini Frankfurt Okulu’nda görmek mümkündür. Ne ki, burada henüz grup ve toplum psikolojisi konuları yeterince yer almamaktadır. Toplumla kişi arasındaki fark, sayıdan ibarettir. Toplum psikolojisinin ve bilinçaltının bireyinkinden farklı olabileceği bu yıllarda yeterince ortaya çıkmamıştı.

Psikoloji ile sosyolojinin ilişkisi konusunda Frankfurt Okulu önemlidir ama buraya takılıp kalınmaması gerekir.

Üçüncüsü: Psikolojiyle sosyolojinin birleştirilmesi, bir teorinin ötekine eklenmesi demek değildir. Benzeri bir durum daha dar kapsamda Freud ile Marx’ın birleştirilmesi çabasında da görülür. İlkini ikincisine ya da ikincisini ilkine eklemeye çalıştığınızda tıkanma kaçınılmazdır. Burada ortaya çıkması gereken birinin ötekine eklenmesi değil, söz konusu bileşenleri de içeren yeni bir teoridir. Sorun bir teorinin eksiğini ötekiyle tamamlamak değil, öncekileri de içeren yeni bir teorinin oluşturulmasıdır.

Gilles Deleuze ile Felix Guattari’nin Anti-Ödipus’u bu konuda ortaya çıkan örneklerden birisi olarak gösterilebilir.

Toplum bilimlerinde doğa bilimlerinde olduğu gibi tek teori yoktur, her konuda birden fazla teori bulunmaktadır. Bu nedenle herhangi bir teorinin rakipsiz doğruluğundan söz edilemez, önemli olan doğruyu mümkün olduğu kadar fazla düzeyde içermesidir. Freud ile Marx’ın birleştirilmesinin mümkün olmaması ya da ancak ikisini de aşan yeni bir teoride birleştirilebilmeleri bu bağlamda düşünülmelidir.

 

BİZDE POLİTİK PSİKOLOJİ

 

Yazının başında toplumsal gelişmeleri incelerken yanlış yere bakmaktan söz edilmişti. Benzeri bir durum bizde de sürekli olarak görülür. Son örneği şöyledir:

“Bu kadar yolsuzluk ve keyfi yönetimin ardından AKP nasıl oldu da bu kadar oy alabildi?“ sorusuna, dikkati AKP’nin uygulamaları üzerinde yoğunlaştırarak cevap aramak, yanlış yere bakmaktır. Sanatçılar bu konuda daha duyarlı olabiliyor.

Murathan Mungan, 17 Nisan 2014’te Almanya’da yayımlanan FAZ (Frankfurter Allgemeine Zeitung)’un internet sayfasına verdiği söyleşide, Erdoğan’ın “halkın bilinçaltına iyi seslendiğini” belirtiyor.

Bu saptama önemli bir başlangıç olmakla birlikte geliştirilmesi gereklidir. Kişilerin değil büyük sayıların bilinçaltı var mıdır, varsa nasıl oluşur ve söz konusu olan halkın bilinçaltı somut özellikleri nelerdir? İktidar bu bilinçaltına nasıl hitap etmektedir ve bu hitap hangi sonuçları ortaya çıkarmaktadır?

Psikoloji bizde zayıf olmakla birlikte yok değil, ama bu konularla ilgilendiği söylenemez. Ek olarak, sol ile ilgisi de, görünürdeki bazı konulardadır. Psikolojinin önemli bileşeni bilinçaltını ve bunun soldaki çeşidini dikkate almaz. Burada sorun, psikolojinin bilinmesi ama politikaya dışarıdan bakıldığı için konuyla ilgili önemli soruların sorulamamasıdır.

Sol ile ilgili olarak önemli bir soru şu olabilir:

1974-80 döneminde solun önemli özelliklerinden bir tanesi sol içi şiddettir. Sadece MHP’lilerle ve devlet güçleriyle değil, sol örgütler arasındaki çatışmalarda da çok kişi hayatını kaybetmiştir. Neden böyle olmuştur sorusu sorulduğunda, ilk cevap, bir şiddet toplumu olan Türkiye toplumundan doğan solun kendisinin de kaçınılmaz olarak bu şiddeti bünyesinde yansıtacağıdır. Sol içi şiddetin olması değil, olmaması garip olurdu.

Bu cevap sadece başlangıç olabilir. Türkiye neden bir şiddet toplumudur? Bunun tarihsel ve bilinçaltı nedenleri neler olabilir? Bu durum açıklanabildiği zaman, buna karşı ne yapılabileceği de konuşulabilecek duruma gelir. Mesela kadına ve çocuğa karşı yaygın şiddetin tarihsel, toplumsal ve bilinçaltı nedenleri ortaya çıkarılmadan her yeni örnekte bu şiddeti lanetlemenin anlamı yoktur. (8)

Burada ciddi bir sorun ortaya çıkıyor: halka bakış, bu ve benzeri konulardaki sorunların kökenlerinin araştırılmasında önemli bir engeldir.

Yeniden Nazizm örneğine dönersek; NSDAP ve Hitler’in Alman halkını aldatarak, ona yalan söyleyerek iktidara geldiğini savunduğunuzda; hem konuyu sözde açıklamış olur ve hem de halkı aldatılan ve suçsuz bir konuma getirmiş olursunuz.

Gerçek ise böyle değildir. Alman halkı o günün koşullarında nazizmi istemiştir. Aldatılmadığı, bilinçli olarak seçtiği için de Hitler’i sonuna kadar desteklemiştir. Savaş sonrasında Almanlar için Tätervolk (suçlu halk) denilmesi bu nedenledir.

Bu aşamaya kolay gelinmedi ve 68’lilerin babaları ve dedeleriyle çatışması sadece yolu açmıştı. Bir dönem Alman halkının da Nazilerin kurbanları arasında olduğu ciddi olarak savunuldu. Alman halkının o dönemdeki sorumluluğunu araştırmalarıyla ortaya koyanlara iyi gözle bakılmadı ama gerçek yavaş da olsa yolunu açtı.

Gerçeği savunmak sadece sabır, yoğun çalışma, iyi bir zekanın yanı sıra cesaret de gerektirir.

 

KAYNAKLAR

 

1.      Sigmund Freud: Kulturtheoretische Schriften, Fischer Verlag, Frankfurt a.M., 1974.

2.      Paul Federn: Zur Psychologie der Revolution: Die vaterlose Gesellschaft in; Analytische Sozialpsychologie, Band 1, s: 65-87, Psychosozial Verlag, Giessen 2013.

3.      Hannah Arendt: Eichmann in Jerusalem, Piper Verlag, München, 2011.

4.      Erich Fromm: Politik und Psychoanalyse, in; Analytische Sozialpsychologie, Band 1, s: 150-157, Psychosozial Verlag, Giessen 2013.

5.      Wilhelm Reich: Zur Anwendung der Psychoanalyse in der Geschichtsforschung, agy., s. 181-195.

6.      agy., s. 243-256.

7.      C.G. Jung: Die Beziehungen zwischen dem ich und dem Unbewussten, dtv Verlag, München, 2013.

8.      Sol içi şiddet konusundaki bir araştırma www.yazinverlag.org adresinde okunabilir.

 

 

Bu yazı Düşünbil Dergisi’nin 41-42. sayısında yayınlandı. 27 yıl boyunca (1982-2009) Yazın ve Emek adlarında iki dergi çıkarmış bir insan olarak, kaliteli dergiciliğin nasıl bir dert olduğunu bilirim. Ekonomik sorun nedeniyle hemen her işi siz yapmak zorunda kalırsınız. Okur sayısı ise, bilindiği üzere, azdır. Okurları bu dergiye destek olmaya çağırıyorum. Ülkede yaşıyor iseniz dergiyi satın alabilirsiniz. Ülke dışında ise abone olabilirsiniz. Gerekli bilgiyi www.dusunbil.blogspot.com da bulabilirsiniz.