Şuanda 68 konuk çevrimiçi
BugünBugün986
DünDün2294
Bu haftaBu hafta6958
Bu ayBu ay40695
ToplamToplam10157250
Ağustos 1982 PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Perşembe, 21 Ağustos 2014 20:42


Aslında bu konuda yeterince yazmış olduğum için yeniden yazmayacaktım. Ama ne yapayım, yeniden bazı kişiler tarafından gündeme getirildi. “1982 yılında örgütten neden ayrıldın? Sen ayrılmasaydın örgüt bu hale gelmezdi” saptamaları…

İşin ilginç yönü, konunun dar bir çevre dışında kimseyi ilgilendirmemesidir.

Ben de bu yazıyı o dar çevre, eski arkadaşlar için yazıyorum zaten…

Devrimci hareket içinde başka insanlara sorun, bana da ifade ettikleri gibi, “iyi ki de ayrılmışsın” diyeceklerdir.

Tarih sürekli olarak yeniden yazılır. Bunun başlıca iki nedeni bulunuyor:

Birincisi: Eskiden bilinmeyen yeni olgular bulunur ve bunların ışığında bir dönemin yeniden değerlendirilmesi gerekir. (1976 yılında içimize Muhabarat ajanının girmiş olması böyle bir durumdur örnek vermek gerekirse…)

İkincisi: Olaylar birbirine farklı bağlanabilir ve böylece geçmişe yönelik farklı bir değerlendirme ortaya çıkar.

Tarih, geçmişin yeniden kurulmasıdır. Geçmişi yeniden kurmak için onu yaşamış olmak şart değildir, üstelik onu yaşayanlar yaşadıkları tarihi anlamamış da olabilirler. Çünkü tarihte tekil olayların anlaşılabilmesi ancak onların genel durumla bağının kurulabilmesiyle mümkündür. Bunu yapamazsanız, tek tek olaylar ve kişilerle sınırlı kalırsınız. Tarih sandığınız şey de şu zamanda şu oldu kronolojisinin ötesine geçmez.

Bunlar benim görüşlerim değil… Tarih nedir, konulu incelemeleri şöyle bir karıştırmak bile bu görüşleri öğrenmek için yeterlidir.

1982 Ağustos’una aradan 32 yıl geçtikten sonra yeniden baktığımda eskiden vardığım sonuçtan farklısına ulaşmıyorum: hayatımda verdiğim en akıllıca kararlardan bir tanesidir. Tam zamanında, ne erken ne de geç verilmiştir.

12 Eylül 1980 sonrasının ilk büyük ayrılığıdır.

Neden böyle bir karar verdiğimizgeçmişte uzunca anlatmıştım, tekrarlamak yerine birkaç maddede kısaca belirtmeye çalışacağım:

Birincisi: 1980 yılının sonlarında Adana ve ardından da Antakya’ya gidip orada bir süre kaldığım zaman içinde anlı şanlı Güney örgütlenmesinin büyük bir abartma olduğunu görmüştüm. 1980 sonunda örgütten geriye pek bir şey kalmamıştı. Orada burada insanlar vardı ama aralarında herhangi bir bağlantı ve az çok da olsa koordineli bir çalışma bulunmuyordu.

İkincisi: Suriye’de kısa kaldım (dört ay) ve fırsatını bulduğum anda gittim. Burada tam bir tecrit içindeydim. Tektim ama acayip çekiniyorlardı. “Hapisten kaçtı, başımıza bela oldu” sözü bu gerçeği kısaca ifade eder.

Arapça bilmiyordum, gerek olduğunda İngilizce bilen birisini bulup anlaşma işini öyle hallediyordum, ama göreceğimi görmüştüm: örgütün Arap kökenli kadrolarından bir bölümü Suriye polisiyle içli dışlıydı, hem de fazlasıyla… Bunu anlamak için Arapça bilmek gerekmiyordu.

Bu ülkede bir şey yapılamayacağına karar verdim. Yabancısı olduğunuz bir ülkede o ülkenin gizli ve açık polisini arkasına almış bir kesime karşı bir şey yapamazsınız.

Bir an önce git buradan, ayağını yere bas, sonrasına bakarız…

Paris’e gittim. 1981 yılının Haziran ayından 1982 yılının aynı ayına kadar, bir yıl içinde, ilk kez gördüğüm bu yabancı ülkede yapacağımı yapmıştım.

Üç sayı dergi çıkarmıştık (Tek Yol Devrim) ve bu dergi Almanya’da da basılıp dağıtılmıştı.

Atölye işgallerini, büyük tartışma toplantılarını saymıyorum. 1982 Ocak’ında Paris ev işgallerini gerçekleştirdik ve aylarca hem Türkçe hem de Fransızca basında konu olduk. 12 Eylül 1980 sonrasında solun büyük eylemlerinden bir tanesiydi.

Tek Yol Devrim dergisinin Paris Ev İşgalleri Özel sayısını bastık ve bunu Suriye’ye de göndererek orada da dağılmasını sağladık.

Ardından 1982 yılı Temmuz ayında Almanya örgütünü onların çağrısı üzerine ziyaret ettim. Lazkiyeli Muhabarat’ın öyle bir telaşlandı ki… Bu işin bitmiş olduğu görünüyordu artık… Almanya özellikle ekonomik kaynak yönünden önemli bir yerdi ve bu ülke daha önce resmen üzerinde çekirge sürüsü geçmiş gibi soyulmuştu.

İkinci bir kere daha gittim. Suriye’den gelen tehditlere aldırmıyordum çünkü ilişkilerimi yaratmıştım ve bulunulan alanda önemli bir gücün desteğine sahiptim. Bir yıl önce birkaç kişi olduğumuz Paris’te o günün koşullarında kitlesel hareketlerden birisi olmuştuk. Bunu yaparken Türkiye’deki örgüte herhangi bir referans vermem gerekmedi. Burası bambaşka bir alandı ve tabii ki geçmişin birikimini taşıyordum ama o geçmişle yetinerek bir şey olmazdı.

Beklediğim gibi karşı taraf saldırıya geçti ve büyük bir sürprizle karşılaştı.

Ayrılabileceğimi hiç düşünmemişlerdi. Sanıyorlardı ki, ne yaparlarsa yapsınlar sineye çekeceğim… O gün karşımızdaki esas soru ayrılıp ayrılmamak değildi. Ayrı örgüt mü kurmalıyız yoksa TKEP’e mi katılmalıyız? (Aramızda zaten ittifak vardı).

Benim açımdan Acilciler bitmişti. Sonraki yıllarda bunu daha da açık olarak gördüm. Bizim de bir parçası olduğumuz dünya silahlı mücadele hareketi değişik ülkelerde yenilmişti. Latin Amerika ülkeleri hakkında ayrıntılı bilgim olduğu gibi, orada neler olduğunu da İngilizce basından izleyebiliyordum.

Ayrı örgüt kurabilirdik. Bunun için yeterli sayımız ve imkanımız vardı ama neden dolayı kuracaktık?

1974 yılında Acilciler kurulurken farklı iddialarımız vardı. 1982 Ağustosunda ise soldaki bütün örgütlerden ayrı görüşlere sahip değildik.

Eskiden beri şuna sinir olurum: insanlar örgütlerinden ayrılırlar, ayrı örgüt kurarlar ve devrimci hareketin birliğinden söz ederler. Apayrı bir iddiaları da bulunmamasına karşın ayrı örgüt kurarlardı ve birlik isterlerdi.

Bu garip duruma düşmedim.

Fransa ve Almanya’da ayrılığın olduğu sıralarda Suriye’deki örgütten de bizden ayrı bir ayrılık olduğunu duyduk. Oradaki arkadaşlar başlangıçta eski silahlı propaganda görüşüne dönülmesinden yanaydılar. Daha önemlisi ise, ayrılığın önde gelen gerekçesiydi: örgüt Araplaştırılıyordu (siz bunu Muhabaratlaşmak olarak okuyun…)

Oradaki arkadaşlar ben gittikten sonraki bir yıl içinde olayların gidişatını doğal olarak daha açık görüyorlardı: 1982 yılında örgüt Suriye Muhabaratının uzantısı durumuna gelmişti ve buna karşı çıkan Arap ya da Türk herkes tasfiye ediliyordu.

Müntecep Kesici, Eylül öncesinde Antakya’nın bu önde gelen militanı, bu sürece karşı çıktığı için öldürülecekti.

Arapçayı iyi bilen bu arkadaşlar Suriye’de bir şey yapılamayacağını nasıl görmemişlerdir, o zaman da anlamamıştım…

Suriye’deki arkadaşlarla uzun bir telefon konuşmam oldu ve TKEP’e katılma kararımızı açık olarak ilettim. Onlar da daha sonra aynı yola girdiler ve Suriye’yi terk ettiler.

Onlara geçmişle uğraşmamalarını, yeni bir ortamda kendilerini yeniden üretmelerini, geride bıraktıklarımızın bu ayrılığın altından kalkamayacaklarını açık olarak söyledim. Geride kalan bütün kadroyu tanıyordum ve bunların iflah olması mümkün değildi. Nitekim de öyle oldu.

Bizim ardımızdan ikişerli üçerli çok sayıda kişi ayrıldı. Rakam yaklaşık 300 kişi olarak tahmin ediliyor. Bunların bir bölümü, solun diğer örgütlerinde olduğu gibi, dağıldı; bir bölümü ise değişik yerlerde faaliyetini sürdürdü.

Örgütün Muhabaratlaştırılmasını reddeden ve açtığımız yoldan gitmeye hazır epeyce insan varmış.

Burada şöyle bir soru sorulabilir: madem ki belirli bir kitle ve potansiyel olarak da daha büyük bir kitle vardı; ayrılma yerine Avrupa’da kendini merkez sanan Suriye’dekilere karşı bir mücadele cephesi açılamaz mıydı?

Hayır, açılamazdı. Bu mücadele o dönemde Avrupa’da yürütülmek zorundaydı, Suriye’de bir şey yapılamazdı. Acilcilerin büyük bölümü bambaşka bir alan olan Avrupa’da başarılı değildi, olamazdı. Bu bize özgü bir durum değildir. Devrimci örgütlerin çok sayıda militanı Avrupa ülkelerine gelmişti ve sudan çıkmış balığa döndüklerini görüyorduk.

Paris’te eylemlerin içinde yetişmiş bir kadromuz vardı. Bu kadroyu, bu ülkede silahlı politik mücadele yürütülemeyeceği konusunda evleri birlikte işgal ettiğimiz Action Direct’e karşı savunmuştum. Çok uğraşmışlar ve bu konuda bazı Türkiyeli silahlı mücadele gruplarının desteğini de almışlardı ama başarılı olamadılar, içimizden kimseyi ikna edemediler. Paris’te kalsaydım eğer bu arkadaşlarla yaşanılan yere yönelik ve Türkiye ile de ilgili önemli işler yapabilirdik. Ne ki, bu arkadaşlarla birlikte hiçbir ilgilerinin ve bilgilerinin bulunmadığı örgüt içi konularda mücadeleye giremezdim.

İki önemli nokta daha vardı:

Her zaman devrimci hareketin genel çıkarını ön planda tutmuş bir insan oldum. Apayrı görüşlerim varsa, bunları gerçekleştirmek için tabii ki ayrı bir yapıda yer alırım ya da kurulmasına yönelirim, ama yoksa neden böyle yapayım? Bilgimi ve yeteneklerimi karanlık işlerin döndüğü bir yapı içinde hapsetmek yerine daha geniş bir alanda değerlendirmek daha doğruydu.

Önümde büyük bir alanın açıldığını seziyordum. Neden bu alana girmeyip kendimi kısır ilişkilere hapsedeyim ki!

Paris’ten Almanya’ya giderken bu ülke hakkında hiç fikrim yoktu ama başarılı olacağıma emindim. Anadolu’da bir köye gitsem orada bir şey yapamam, ama burası benim alanımdı.

1982-2007 arasında kalan 25 yılda bu görüşlerim tümüyle doğrulandı.

Arkaya bakmadım. Ne Acilciler’in kurucularından olmayı, ne TDAS’ı yazmış olmayı, ne Paris’teki ev işgallerini konuşmadım. Bunları zaten çok sayıda insan biliyordu ve bunlara sığınılarak geleceğe yönelik bir şey yapılamazdı. Almanya’da tabii ki geçmişin birikimini de kullanarak kendimi yeniden üretmem gerekiyordu.

Hayır böyle yapamadın diye herhalde kimse iddia etmeyecektir.

20 yıldan fazla oluyor. Zürih’te Haydar Yılmaz’ın kardeşi Halis bana doğrudan söylemişti: Ayrılmasaydın bu örgüt de bu duruma düşmezdi.

Dikkatinizi çekerim, 1990’lı yılların başlarında bile –ne kadar varsa artık- örgütün pislik yuvası haline dönüştüğü görülüyordu.

Ona şöyle demiştim: “Kalsaydım, bu insanları bir şekilde hallederdim. Ama yüzde 70 oranında ben de biterdim, buna da değmezdi.”

O didişmenin içinde ben de büyük oranda biterdim ve yapabilmiş olduğum birçok şeyi de yapamazdım.

Tanınmış bir kişi olduğum için o pisliğin içinde kaldığımda ister istemez o pisliğe meşruiyet kazandıracaktım.

Orada kalmak daha kolay olurdu, çünkü sonuçta bildiğim bir alandı ve çapsız kişiler de bildiğim kişilerdi. Yeni girdiğim alan ise belirsiz ve zor bir alandı, büyük çaba harcamam gerekti ama yapabildim.

Bugünkü ben o alanın sonucu olan bir insanım. O pisliğin içinde kalsaydım, bugünkü benin üçte biri bile olmazdı.

Geçmiş sadece Acilciler değil, olaylara daha geniş bakın…

 

Sürecek…