Şuanda 45 konuk çevrimiçi
BugünBugün745
DünDün2294
Bu haftaBu hafta6717
Bu ayBu ay40454
ToplamToplam10157009
Türkiye'de siyasal kültürün resmi kaynakları PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Perşembe, 11 Eylül 2014 20:11


Taha Parla, İletişim Yayınları

(16 yıl önce yazılmış ama güncel bir kitap incelemesi).

 

   Bu başlık altındaki dizi, beş kitaptan olusuyor: Atatürk’ün Nutuk’u, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Kemalist Tek Parti İdeolojisi ve CHP’nin Altı Ok’u, Kemalist Rejim ve Reformlar, Belgeler. Burada, konumuz gereği, özellikle ilk iki kitap üzerinde duracağız.

   Türkiye’de siyasal kültürün oluşmasında cumhuriyetin ilk 30 yılının önemli yeri var. Bu yıllar, Atatürk olmadan ya da O’nun varlığı geri plana atılarak incelenemez. Atatürk; kişiliği, bakış açısı, çeşitli konulardaki tutumu ve görüşleriyle bugün 75 yaşına ulaşmış cumhuriyeti derinden etkilemiş bir kişidir. Bu kisiliğin çözümlenmesi gerekir. Bu çözümlemede en iyi biçimde, O’nun Nutuk’u ile söylev ve demeçlerinin incelemesiyle yapılabilir. Başlarken, bir noktayı belirtmem gerek: Kitapları, özellikle Nutuk’tan yapılan uzun alıntıları okurken, birkaç kez ne okuduğumdan kuşkuya düşüp, kitabın adına baktım. Hayır, Abdullah Öcalan’ın konuşmalarını içeren bir kitabı değil, Taha Parla’yı ve alıntılarını okuyordum. Söylem benzerliği inanılmaz boyuttaydı. Aslında biraz düşünüldüğünde, bunda şaşılacak yan olmadığı görülebilir: Aynı coğrafyada yaşayan ve farklı zamanlarda da olsa aynı sürecin –kimliğini kazanma mücadelesi- başında olan iki halka, Türklere ve Kürtlere yönelik söylemde büyük benzerlikler var. Bu paralelliğin taklitten değil, dönemlerin farklılığını da dikkate almak koşuluyla, halkların ve coğrafyanın benzerliğinden kaynaklandığı inancındayım.

   Kemalizm; eylemin teoriden önemli olduğu, buna bağlı olarak stratejiden çok taktik esneklik yanı ağır basan, her dönemde uygulanabilir ve çeşitli yanlara çekilebilir bir ideolojidir. Türkiye’nin politik yaşamında halen yoğun bir şekilde görülen ilkesizlik ve pragmatizm, en düzeyli ifadesini Kemalizmde bulur. Düzeylilik, Atatürk’ün yaptığı işe inanmasından gelmektedir. Atatürk, demagog değildir, ama birbiriyle çelişen görüşleri –kendisine göre durum öyle gerektirdiği için- ardarda, tutarlılık kaygısı duymadan savunabilen ve hayata geçirebilen bir insandır.

   Kemalizmin belirgin özellikleri; kişi kültü, eklektilik ve tutarlılık kaygısı taşımayan taktik ustalıktır. Özellikle son noktada Atatürk’ün bir deha olduğunu belirtmek gerekir.

   Bu kıvraklık, aynı zamanda derin olmamak anlamına gelir. Her durumda başarıya endekslenmek –ki Atatürk böyledir- ancak derinlik taşımamakla mümkündür. Atatürk’ün özellikle sosyal konularda derin bir bilgisi ve buna uygun bir akıl yürütmesi yoktur. Örneklerden genellemelere gitmek, küçük olaylardan büyük sonuçlar çıkarmak, derinliksiz taktikçiliğin tipik yöntemidir. Atatürk sık sık bu yöntemi kullanır. Nutuk’u okurken, bazı yerlerde, Kenan Evren’in çeşitli konuşmalarındaki mantığın aynısını görebilirsiniz. Örnekleyecek olursak:

   “Uygulamayı birtakım aşamalara ayırmak ve olaylardan yararlanarak milletin duygularını ve düşüncelerini hazırlamak ve kademe kadem yürüyerek hedefe ulaşmaya çalışmak gerekiyordu. Nitekim öyle olmuştur.“ (1. kitap, s. 32)

   Anadolu’ya saltanatı ve halifeliği kurtarmak için gidilir –Kürtlerle çeşitli vaadlerle anlaşılır, başta İngilizler olmak üzere müttefik devletlere karşı açık düşmanlık gösterilmez, yeni kurulan SSCB’den yardım alabilmek için sol görünülür; amaç düşmanı –o sırada Yunanlılar ve daha geri planda Ermenilerdir- olabildiğince azaltmak, her aşamada tek hedefe vurmaktır. Atatürk, durumunu sağlamlaştırdıkça ittifaklarından kopacaktır. TBMM dualarla açılmış, saltanata bağlılık gösterilmiştir, ama kısa süre sonra hilafet ve saltanat kaldırılacak, önceden sözü edilmeyen cumhuriyet ilan edilecektir.

   Benzer bir taktik 12 Eylül sonrasında uygulandı. Cunta, başlangıçta politik partileri kapatmadı. Hatta solun tümünü bile hedef almadı. Önce silahlı sol, sonra diğerleri, ardından burjuva partilerinin kapatılması, yeni anayasa vd. geldi. Her aşamada hedef olabildiğince küçültülerek, güncel hedef dışında kalanların desteğinin alınmasına en azından tarafsızlaştırılmasına dikkat edildi. Halk, rejimin yeniden örgütlenmesine yönelik düzenlemelerin yapılması için hazırlandı. Tek fark, cuntanın beş, Atatürk’ün tek adam olmasıdır. “…Nutuk sahibinin, doğru olduğunu yalnız kendisinin bildiği ve tek başına uygulamaya koyulduğu (Nutuk’un sayfalarında başkalarına danışma ve kollektif planlama temalarına rastlanmaz) bir projesi ve nihai hedefi vardır.“ (s. 35)

   “Eser, tek adamın eseridir, bir grubun değil. Karizmatik lider, eşitler arasında birinci, hatta iyilerin en iyisi ve üstünü değil, bir sürü geri insan, ya da en iyi olasılıkla bir bölüm iyi fakat yetersiz insan arasında tek, tam yeterli, üstün kişidir. Şefler yoktur, şef vardır; alt-şefler ancak şefin onlara yeterlilik sicili verdiği ölçüde ve koşullarda bu konuma hak kazanabilirler.“ (s.38)

   Türkiye politik tarihine baktığımızda, sadece sağ’ın değil, sol’un da benzer bir yapıya sahip olduğunu görürüz. Bu tarih, aynı zamanda liderlerin tarihidir. Değişik dönemlerde konumlarını korurlar, bazen politik olarak gerileseler bile, bir süre sonra eski konumlarını elde ederler. Süleyman Demirel, Türkiye’nin politik yaşamında 30 yıldan fazla zamandır en öndeki kişilerden biridir. Bülent Ecevit ve Necmettin Erbakan da böyledirler. Sonuncusunun aktif politik yaşamdan uzaklaştırılması, doğal bir süreçle değil, “cumhuriyetin koruyucu ve kollayıcıları“nın direktifiyle gerçekleşmiştir.

   Benzer bir durum devrimci/sosyalist solda vardır. Başlıca örgütlerle isimler özdeşleşmiştir. Bir kere yukarı çıkan ya da kurucu olduğu için o konumda olan, genellikle aynı yerde kalır. 12 Eylül dönemi sol’un bu özelliğini biraz değiştirmiştir, ama süreç –yaşanan büyük çalkantı ve başarısızlıklara karşın- yine de oldukça yavaş ilerlemektedir.

   Sağ’ın sol’un da bir başka önemli özelliği, eklektilik, taktikçilik, dar pratikçiliktir. Pragmatizm, bütün ülkelerde, Atatürkçülüğün ulaşmayı hedef seçtiği Batı’da da var. Ancak “kıvraklığın“ bu denli yoğun ve uzun sürenini bulmak zordur.

   Türkiye’de sağ’ın ilkesizliği biliniyor. Sadece Demirel’in politik yaşamını incelemek bile, bu konuda fazlasıyla örnek sağlar. Benzer bir durum –azçok ilkeli olması gereken- solda da var. 1980 öncesinde Türkiye solunda azçok kitlesel olan çeşitli örgütlerin yayınlarını yanyana dizin. Politik bir yapının, kısa sürede birbirinden bu kadar farklı şeyler savunmasına karşın, nasıl aynı kitleselliği koruduğuna anlayamazsınız, ancak hayret edersiniz. Bu ülkede, politikada azçok ilkeli olmak, kitlesel olamamakla özdeştir. Sağ’da da sol’da da aynı durum var.

   Türkiye’de özellikle 1990 sonrasında yoğun olarak ortaya çıkan “vitrincilik“, bir türlü yapmak ama başka türlü oluyormuş gibi göstermenin kökleri de Atatürk’tedir. Bu olgu bütün ülkelerde vardır, ama Türkiye’de özel olarak incelenmeyi gerektirecek kadar yoğundur.

   I.Meclis sonrasında Atatürk, milletvekillerini kendisi belirler:

   “Yeni seçimlere bilinen ilkelerimizi ilan ederek girdik. Görüşlerimizi kabul edip milletvekili olmak isteyen kişiler, önce, ilkeleri kabul ettiğini ve görüşte ortak olduğunu bana bildiriyorlardı. Adayları saptayacak ve zamanında Partimiz adına ben ilan edecektim.

   Bu tarzı gerekli görmüştüm. Çünkü yapılacak seçimlerde, milleti iğfal edecek, çeşitli emellerle milletvekili olmaya çalışacakların çok olduğunu biliyordum. Memleketin her tarafında, demeçlerim ve yol göstermelerim tam bir içtenlik ve güvenle karşılandı.

   Çünkü millet, ilan ettiğim ilkeleri, tümüyle benimsedi ve ilkelere hatta şahsıma muhalefet göstereceklerin, milletçe milletvekilliğine seçilmesine imkan kalmadığı anlaşıldı.“ (Nutuk, s. 728-29, bugünün Türkçesiyle aktarım c.1, s. 120)

   İfade gayet açık, ama “parlamento seçimleri“ yapılıyor, ülkede “demokrasi var. Atatürk, yapılanın bununla ilgisi olmamasına karşın, daima bu izlenimi vermeye özen göstermiştir.

   Kenan Evren, Atatürk değildir. Atatürk’ün aksine, Türkiye’nin yakın tarihinde olumlu hiçbir şey yapmamıştır. O’nun taklitçisidir. Evren’in hareket tarzına baktığınızda, Atatürk’ün kendisini olmasa bile silik bir gölgesini görebilirsiniz. “12 Eylül’den önce demokrasi yoktu, şimdi ülkeye demokrasi geldi“ anlayışı, Atatürk’te inanılmaz boyutlara varan vitrinciliğin, 1980 sonrasındaki tekrarıdir. Milletvekilleri tek kişi tarafından belirlenen ve seçtirilen bir Meclis’le “demokrasi“ olan bir ülkede, askeri darbe de “demokratikleşme“nin aracı olabilir. Üyeleri atanarak belirlenen “Danışma Meclisi“ ile Atatürk tarafından “seçilmiş“ meclislerin ilginç bir benzerliği vardır.

   Benzer bir durum din-politika ilişkisi için sözkonusudur. 12 Eylül darbesi sonrasında dinciliğin her çeşidine, o güne kadar olandan daha geniş olanaklar sağlandı. Bunu yapan da, cumhuriyet tarihinin Atatürk’ten beri görülmüş en Kemalist yönetimiydi. Daha sonra, dinin etkin bir politik güç olarak kullanılmasına karşı çıkıldı. “Yapan da onlar, karşı çıkan da onlar bu nasıl oluyor?“ demeyin. Benzer bir durum Atatürk’te var. Atatürk, dini politik amaçları için kullanmıştır, ama dinin politikaya karıştırılmasına –daha doğrusu başkaları tarafından da kullanılmasına- karşıdır. Askerlerin dine karşı tutumunu bu temelde değerlendirmek gerekir. Bugünün çelişkili gibi görünen birçok davranışının kaynağı Atatürk’tedir.

   Cumhuriyet’in kuruluşundaki özellikler 27 Mayıs 1960’ın, 12 Mart 1971’in, 12 Eylül 1980’in ve Milli Güvenlik Kurulu’nun olağanüstü yetkilere sahip olmasının önkoşullarını yaratmıştır. Aşağıdaki sözler Atatürk’ün 22. 11. 1931’de  Konya’da yaptığı konuşmadan alınmıştır:

   “Bütün tarih bize gösteriyor ki, milletler, yüksek hedeflerine vasil olmak istediği zaman, bu feveranları karşısında üniformalı çocuklarını bulmuşlardır. Tarihin bu umumiyeti içinde yüksek bir istisna bizim tarihimizde, Türk tarihinde görülür. Bilirsiniz ki, Türk milleti, ne vakit yükselmek için adım atmak istemişse; bu adımların önünde daima pişva olarak, daima yüksek milli ideali tahakkuk ettiren hareketin pişdarı olarak kendi kahraman çocuklarından mürekkep ordusunu görmüştür.“ (c.2, s. 169)

   Burada “kurtarıcı subaylar“ anlayışı açık olarak vardır. Aynı anlayış, 1970 öncesinde sol’da teorikleştirilmiş ifadesini Hikmet Kıvılcımlı’da, pratikte ise Mihri Belli’de bulacaktır.

   Orduya rejimi “koruma ve kollama“ görevi, en başta Atatürk tarafından verilmiştir. Taha Parla’nın Atatürk’ün savunduğu rejimi “sivil görünümlü askeri cumhuriyet“ olarak nitelemesi tümüyle doğrudur. 75 yaşına varan cumhuriyetimiz, herşeyden önce askeri bir cumhuriyettir.

   Taha Parla, iki kitabın başlarında şöyle yapıyor:

   “Bireysel psikolojiden tekrar sosyal psikolojiye dönersek, toplumun buhranlı bir döneminde, birçoklarının güven ve umut duygularını ve eylem iradesini yitirdikleri bir ortamda, karizmatik lider bu boşluğu doldurmakta, kollektif özgüveni tazelemekte, topluma kendi kendini tekrar beğenmesini telkin etmektedir. Bunu yapabilen lideri de toplum herhalde baştacı edecektir. Esas olarak defansif bir milliyetçilik olan Atatürk milliyetçiliğinin can alıcı noktası da galiba budur. ’Damarlarındaki asil kan’ı, ’ne mutlu Türküm diyene’yi, ’zeki ve çalışkan millet’i, ’öğün-çalış-güven’deki önce öğün sonra çalış sıralamasını, şovenizmden çok hep bu kollektif kimlik mimarlığı, kimlik ve özgüven tazelemesiyle açıklamak mümkündür.“ (s. 49)

   Kitap 1991’de yani SSCB dağıldıktan sonra basılmış. Atatürk milliyetçiliği, 1990’dan sonra defansif bir milliyetçilik değildir. “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk yurdu“ belirlemesi, herhalde böyle bir milliyetçiliğin ürünü olamaz. Şu belirleme yapılabilir: Cumhuriyet’in kurucusu ve kollayıcısı ordu, koskoca bir imparatorluğun kısa sürede nasıl dağıldığını, üç kıtaya yayılmış bir devletle karşılaştırıldığında küçücük sayılabilecek bir toprak parçasında yeni devletin –cumhuriyetin- büyük zorluklarla nasıl kurulduğunu hiç unutmadı. Atatürk büyük bir gerçekçi olduğu için defansif olmak, kendini Anadolu ve Rumeli’yle sınırlandırmak zorundaydı. O zamanki olanaklarla fazlasını istemek, eldekini de yitirmeyi birlikte getirirdi. İmparatorluk olmadan imparatorluk bilinci sürdü, fırsat çıktığı anda da bu bilinç kendini ortaya koydu.

   İmparatorluğu yeniden kurmanın kosulları yok, ama “üç kıtada at koşturan Osmanlı“nın yerini, etkisini geniş bir alana yayan Türkiye almak istiyor. Bunu Özal’ın ve birtakım maceracıların anlayışı olarak görmek yanlıştır. Türkiye sivil ve askeri gizli servisleriyle Afganistan’daki iç savaşta yer alıyor, Çin Halk Cumhuriyeti sınırları içindeki Uygurları ayaklanmaya teşvik ediyor, Azerbaycan’da darbe teşebbüsüne karışıyor, Balkanlar’daki yeni müslüman devletlerin subaylarını eğitiyor; hızla silahlanıyor, büyük bir silah endüstrisi kuruyor. Osmanlı gibi öncelikle askeri gücüne güveniyor.

   Bu anlayış, devletin ve silahlı kuvvetlerin anlayışıdır. Artık savunmacı bir milliyetçilikten söz edilemez.

   Taha Parla, ilk kitabın sonuç bölümünde şöyle diyor:

   “Asıl sorun Kemal/Atatürk değil, Kemalizm/Atatürkçülük’tür. Konunun kişisel boyutu değil; siyasal, sosyolojik, sosyal psikolojik boyutudur. Karizmatik-Bonapartist liderin kendisi değil, atacılığı ve otoriter liderciliği yaratan ve yaşatmayı sürdüren toplumsal koşullar ve siyasal kültürdür.“ (…)

   “Bir tarihsel kişiyi ve kadroyu, toplumsal ve siyasal koşulların içinde anlamak, olumlu yanlarıyla eksik ve tartışmalı yanlarını ayrıştırarak her birinin hakkını vermek başka bir şeydir; bir tarih döneminin kişilerini, ideoloji ve rejimini bütünüyle idealize ederek fetişleştirmek ve yeni kuşaklara hikâyenin tamamını anlatmamak başka bir şeydir.“ (s. 177)

   Cumhuriyet’in 75, Atatürk’ün ölümünün 60. yılında neden hâlâ böyle oluyor? Başlıca üç neden sıralanabilir:

   Birincisi; Ortadoğu liderliği denilen bir olgu var. Türkiye tipik bir Ortadoğu ülkesi değil, ama bölgenin güçlü izlerini de taşıyor. Kollektif iş yapmaktan hoşlanmayan mutlak önderlerin bölgesi Ortadoğu. Üç büyük dinin peygamberini çıkarmasının ve dinin sorgulanmaya karşı büyük bir direnç taşımasının bunda rolü vardır.

   İkincisi; Türkiye aydını ve genel olarak insanı Atatürk konusunda sürekli olarak baskı altında tutuldu. Bu baskıda devlet önemli pay sahibi, ama bunu sadece devlete bağlamak eksik kalır. Baskı bir süre sonra –gereksiz bölümleri de dahil- kurumlaştı ve yerleşti. Türkiye’de Atatürk’ten sözedilmeyen tören yok. Büyüklerinden vazgeçtik, her yıl neredeyse her ilin kurtuluşu kutlanır. Atatürk’ün Samsun’a çıkışı, Ankara’ya gelişi, Ankara’nın başkent oluşu, askeri zaferlerin yıldönümleri, önemli reformların anlam ve öneminin hatırlatılması, TBMM’nin açılması, cumhuriyetin ilanı, Atatürk’ün ölümü… Bu, istenildiği zaman uzatılabilecek bir liste. Bunlara baktığınız her yerde görebileceğiniz Atatürk büstlerini, rozetlerini de ekleyin. Atatürk’le bu kadar çevrilmiş insanların O’nun hakkında objektif düşünebilmeleri ve hayatlarında objektif düşünebilmeleri ve hayatlarında bir yere oturtabilmeleri oldukça zor.

   Atatürkçülük, din gibi bir olgu durumundadır. Sözkonusu olan, Atatürk’e tapınma değil, O’nun hayatın her alanına girmiş, girdirilmiş olmasıdır. Bu nedenle, aslında belirli oranda ayrı olması gereken, Atatürk ve Atatürkçülük aynıdır. Kişisel özelliklere düşüncelerin bu kadar içice olduğu başka bir örneğe zor rastlanır. Bu nedenle, Aatürk’ün –doğal olarak varolması gereken- kişisel bir eksikliği, hatalı tutumu, hemen düşüncesine yansır. O, ne düşünsel ne de kişisel hiçbir eksiği olmayan bütünsel bir yapıyı temsil eder. Bu kadar bütünsel olanın aslında yıkılmaya karşı oldukça dirençsiz olduğu da bilinir.

   Üçüncüsü; birkaç yüzyıldan beri Batı’ya karşı askeri başarı dışında övünebilecek şeyimiz yok. Cumhuriyetle birlikte batılı olmaya karar vermiş –ve verdirilmiş- bu halkın, yakın tarihte –geçici futbol “zaferlerini“ saymazsak- Kurtuluş Savaşı dışında Batı karşısında kazandığı başarı yok. Kurtulus Savaşı’nda her ne kadar İngiltere ve Fransa ile doğrudan savaşılmamış olsa bile, son noktada başarı onlara karşı kazanılmıştır. Bu başarı Atatürk’le simgelenir, bu nedenle de Atatürk, Batı karşısındaki “ulusal onurumuz“dur. Yine aynı nedenle, 80 yıldan fazla zaman önceki Çanakkale Savaşı’nın her yıldönümü kutlanır, çünkü orada İngiltere ve Fransa amaçlarına ulaşamamışlardır, Türk “büyüklüğünü bir kez daha“ göstermiştir.

   Time dergisinin bir süre önce açtığı –bilimsellikle ilgisi olmayan- yüzyılın en önemli şahsiyetleri için yaptığı bir çeşit kamuoyu yoklamasının Türkiye’de ulusal bir kampanyaya dönüşmesi, Atatürk’e oy vermenin önemli bir politik eylem haline gelmesi, sadece devlet kurumlarının bu yöndeki propagandasıyla açıklanamaz. Türklerin Batı karşısında yükseltebilecekleri o kadar az şeyleri var ki.

   Taha Parla’nın kitapları, Atatürk’ü –kendi sözleriyle- bir başka yönden tanımak için okunmalıdır. Atatürk’ün yaptıklarıyla yapış tarzı, ilişkileri, düşünce yapısı; sözün kısası herşeyi fazlasıyla içiçedir ya da o duruma getirilmiştir. Atatürk’ü kişi olarak tanıdıkça tarihimizdeki konumunu daha iyi anlamak mümkündür.

 

Avrupa ve Türkiye’de Yazın, Sayı 83, 1998