Şuanda 52 konuk çevrimiçi
BugünBugün758
DünDün1181
Bu haftaBu hafta4436
Bu ayBu ay38173
ToplamToplam10154728
Stalingrad, Balkanlar ya da Kobani PDF Yazdır e-Posta
İdris Köylü tarafından yazıldı   
Çarşamba, 15 Ekim 2014 21:54


Yeni sömürgeciliğin değişkenleri adlı on yedi bölümlük irdelemenin birkaç bölümünün küresel kapitalizmin 21.yüzyıl ideologlarından Fukiyama ve Huntington’a ayırmamız elbette nedensiz değildi. İŞİD’in Kobaniye saldırısının görünen sonuçları üzerinden çözüm arayışlarına gitmek, bataklığı görmezden gelerek tek tek sivrisineklerle uğraşmaktır. Kestirmeden söyleyelim: Kobani pratiğinde İŞİD emperyalist/Kapitalizmin bataklığında üretilen, beslenen, donatılan sivrisineklerdir ve Kobani’de Kürtlere musallat edilmişlerdir/ olmuşlardır. Her asalak yaratığın beslenmek için insan kana ihtiyacı vardır ve Kobani’de bir halkı yok edercesine kan dökmelerinin de şaşılacak bir yanı yoktur. Devrimciler açısından şaşılması gereken, sebeplerin ötelenerek günlük sonuçlar üzerinden varsayımlar üretmektir. İŞİD nezdinde görülmesi gereken Emperyalist/Kapitalizmin beslenmek için kana ihtiyacı vardır ve İŞİD daha çok kan emme amacına uygun olarak yaratılmış bir araçtır.

Huntington ve Fukiyama’dan söz etmemizin nedeni bu gerçekliğin anlaşılması amacını taşımaktır. İnsanlığın kapitalizm ötesi ufuk arayışları ve aradıkları ufka çok yaklaşarak Sovyet Devrimini gerçekleştirmeleri “ezeli ve ebedi” olma iddiasındaki kapitalizmi şaşkına çevirmiştir. Sovyet devrimi kapitalizm için kapitalizmin yaşanma yönelik çok ciddi bir tehdittir ve burjuvazi için bir kabustur. Yerkürenin üçte birinde yaşam damarları kesilmiş, kapitalizm yer kürenin bu bölümünde pazarlarını kaybetmiştir. Denilebilir ki kapitalizm yetmiş yıldır yaşadığı bu kâbustan kurtulmak,  Sovyet devrimini sabote ederek başarısızlığa uğratmak, kaybettiği pazarları tekrar sömürü alanlarına katmak için -Sovyetler yönetici kliğinin de unutulmaz katkılarıyla- ellerinden geleni arkalarına koymamışlardır. Emperyalist Kapitalizm nihayet 1990’lı yıllarda amacına ulaşmış, Sovyet devriminin varlığına son vermiştir.

Yukarıda sözünü ettiğimiz S.Huntington ve Fukiyamanın küresel kapitalizme yol gösterici ayetleri/tezleri mal bulmuş mağribi tam da bu dönemde piyasaya sürülmüştür. Özetle Huntington Sovyetlerin çökertilmesiyle başlayan sürecin şekillenmesinde “medeniyetler savaşı” nın egemen olacağını ilan ederken, aslında söylemek istediği toplumsal mücadelenin eksenini sınıflar mücadelesinden dinsel ve etniksel alana çekerek kapitalizme kan kusturup kızılcık şerbeti içeren işçi sınıfının kapitalizmin varlığına kasteden kapitalizm ötesi ufkunu karartarak toplumların algılama ve yaşam biçimlerini bir yandan kültürel alanda post-modernizmin kültürüyle donatmak, sınıf mücadelesini çağrıştıran bütün kavramları, davranışları, anlayışları bir daha hatırlanmamak ve tekrarlanmamak üzere hafızalardan silmektir.

Huntington’un ayetlerini Fukiyama tamamlayacaktır. Fukiyama da “tarihin sonunun geldiğini” , sınıf savaşlarının bittiğini el aleme duyuracak ve yer kürenin geleceği için biricik seçeneğin “liberal demokrasi”  olduğunu ilan edecektir. Elbette Huntington’u kızdıracak değil ya… Liberal demokrasinin toplumsal bileşenleri ise farklı etnik ve dinsel/mezheplere mensup aidiyetler oluşturacaktır. Öttürülen ve “demokratlık” adına yutturulan liberal demokrasi borusu budur. Her ikisinin tezinin kesiştiği ortak yan ise kapitalizmin mutlak dokunulmazlığıdır. Küresel kapitalizmin mutlak iktidarı için her şeyi mubah sayan sözüm ona “düşünürler” aslında kapitalizm öncesi kültürlere, yani ilkelliğe dönüşü önermektedirler. Toplumsal grupların aidiyet kimliklerinin mensup olunan etnik köken ve dinsel inançlar tarafından belirlendiği dönem kapitalizm öncesi dönemdir. Bu toplulukların daha üst düzeyde etnik ve dinsel inançlarının ötesinde, ortak tarih, dil ve ekonomik birlik gibi kavramlarla tanımlanan “ortak alan” sınırlarını genişleten kapitalistleşme süreciyle başlayan uluslaşma dönemidir. Yani ulus ve ulus devletin ortaya çıktığı dönemdir. İmparatorluklardan ulus devletlere geçiş süreci   kapsamlı topluluklardan daha geniş kapsamlı toplumlara geçiş sürecidir ve esasen daha üst bir kültür sürecini ifade eder. Bu anlamda burjuva devrimlerle başlayan bu süreç imparatorluklar içinde ait oldukları etnik veya dinsel aidiyetleriyle yaşayan toplulukları toplumsallaşma sürecine sokmasıyla da kendisinden önceki döneme kıyasla ilericidir ve insanlığın ortak değer ve yaşam alanlarını genişletmiştir. Kapitalizm miadını doldurmuştur ve maddi ve manevi her açıdan çizdiği sınırlar insanlığı boğmaya başlamıştır. Kapitalist sisteme yer küre ölçeğinde yönelen ciddi tepkiler, protestolar, burjuvaziyi tarih sahnesine çıkışta var oluşuna aykırı, reddettiği gerici ve ilkel değerlere geri dönmeye, bundan medet ummaya itmiştir. Burjuvazi içine düştüğü bunalımlardan, krizlerden kurtulmak için yalnızca üretici güçler karşısında gericileşmemiş, aynı zamanda temsil ettiği değer yargılarını  değer yargılarını inkar etemi açısından da gericileşmiştir. Bu gün etnisiteyi ve dinsel inançları körüklemesinin nedeni budur ve başkaca bir açıklaması da yoktur.   Kapitalizmin ufkunun ötesinde sosyalizm vardır ve kapitalizmin kültüründen daha ilerici bir kültür üzerine, aynı zamanda kapitalizmin ekonomik, politik. Kültürel, siyasi, felsefi toplumsal temeli üzerinde ve ilerisinde  yükselecektir. Bu nedenle devrimciler kapitalizm öncesi dönemlerin geri “topluluk kültürünün” değer yargılarının yeniden topluma empoze edilmesinin aracı kurumuna dönüşmeyi reddederler, “ilericilik, demokratlık” adına tuzağa düşmezler. Bu etnik ve dinsel değerlerin körüklenmesinin yöntemi ise  oldukça sinsi ve kurnazdır. Küresel kapitalizmin tek dokunulmaz tartışılmaz sınırı varlığına yöneliktir ve her şey bütün detaylarıyla oldukça sinsice düşünülmüştür. Kapitalizmin varlığına yönelik olmamak üzere her şeyi konuşabilirsiniz, tartışabilirsiniz. En keskininden muhalif olabilirsiniz. En babayiğidinden “sosyalist, komünist, ilerici” olabilirsiniz… Yeter ki küresel kapitalizmin varlığına dokunmayın… Emperyalizme ilişmeyin… İktidarlarına dokunmayın ve içinize sindirin…Demokrat olmanız ve demokrasi istemenizin kriteri ise etnik ve dinsel grupların toplumsal yaşamda etkinliklerinin artırılması karşısındaki tavrınızdır. Hatta bunları daha çok konuşursunuz, “değme aydın” olmanız, sözünüzün dinlenmesi için konuşmalısınız da…  Bunlar küresel kapitalizmin “yükselen değerleridir.”

Bu konsept 1990 lı yılların hemen başında çok kültürlü, çok kimlikli garklı dinsel/mezhepsel inanca sahip“öz yönetimci” Yugoslavyada sahneye konmuştur. Uzunca yıldır “farklı kimlik ve inançları” bir arada tutan, barış içinde yaşatan Yugoslavya küresel kapitalizmin bu saldırısı karşısında tutunamamış, Tito sonrası dağılarak yedi tane sözüm ona devlete ayrılmıştır. Dağılma sürecinin bu ülke halklarına armağanı ise sözcüğün tam anlamıyla bir soykırım ve yoksulluktur. Halkların birbirlerini nasıl boğazladıklarına ilişkin tarih ise henüz çok yenidir.

Diğer yandan ekonomik alanda ise “medeniyetler” olarak tanımladığı etnik ve kültürel toplulukların birbirleriyle çatışmasından yaratılan boşluktan yararlanarak kapalı alanları-ki kapalı alanlardan kasıt ulus devletlerdir-yıkarak daha geniş Pazar ve sömürü alanları yaratmaktır. Bunun yolu, işbaşına getirdiği iktidarlar aracılığı ile alt kültürlerin, dinsel toplulukların siyasi/politik arenaya dönüşünün sağlanmasıdır. AKP’nin “inanmış, müslüman” kimliğinin ötesinde yatan budur. Önce dinsel topluluklarla “ beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkısını koro halinde söylerken ve iktidar olmasında bu toplulukların nüfuz ve diğer güçlerinden yararlanırken, iktidara yerleştikten sonra bu güçleri “düşman ilan etmesinin” ardında yatan gerçek ise amaçlanan hedefe ancak totaliter bir iktidarla ulaşılacağı, yükselen muhalefeti bu yapıda bir iktidarla susturabileceğine olan inancıdır. Bu güçlerin  iktidarın herhangi bir yerinde olması, iktidar içirde etkinliği kabul edilemez, bunların gerekliliği iktidarın “oy deposu” olmasıyla sınırlıdır.  Yapısı az çok sandıksal demokrasiye uygun olmayan ülkelerde ise  bu amacın gerçekleştirilmesi için gerek doğrudan askeri müdahalelerden gerekse işbirlikçi iktidarlardan yararlanacaktır. En uygun alanlar ise Orta Doğunun tipik despot yönetimlerinin hüküm sürdüğü ülkelerdir. Bu ülke halklarının despot yönetimlere karşı tepkilerini “Demokrasi ve insan hakları” riyakarlığı ile ayağa kaldırmak askeri ve siyasi müdahalenin zeminini yaratmaktır. “Arap Baharı” olarak adlandırılan ve “aydın” kılıklı yalamaların alkışladığı aslında emperyalizmin bu yalanlarıdır. Deyim yerineyse “Arap Baharı” olarak adlandırılan tezgâh Yugoslavya’nın değişik fakat aynı amaca yönelik bir tezahürüdür.

İŞİD’in Irak ve Suriyede diğer etnik köken olarak Türkmenlerin, Kürtlerin,   dinsel/mezhepsel inanç olarak Ezidilerin, Alevilerin  üzerine saldırmasının değil, saldırtılmasının nedeni budur. Sözüm ona uluslar arası koalisyonun şatafatlı “İŞİD’i durdurma” kararları yalnızca bir gösteri, bir ikiyüzlülük örneğidir, ölümü gösterip vebaya razı etme politikasıdır. İŞİD’i gerek göz yumarak gerek parasal ve gerekse silahlandırma bakımından teçhiz eden emperyalizmdir. Can derdine düşürülmüş kitleler karşısında “kurtarıcı” rolü oynamanın tezgahı ancak bu kadar ayrıntılı ve detaylı düşünülebilirdi ki, emperyalistlerin bu konularda uzmanlaştığını teslim etmek gerekir. TIR lar dolusu silahın Türkiye üzerinden İŞİD’e gönderildiği, milyar dolarlık yardımların aynı şekilde aktarıldığı, İŞİD katillerinin Türkiyede tedavi edildiği, sokakta elini kolunu sallayarak gezdikleri artık sıradan gazete haberleridir. Suriye’de Şengal, Kobani, ırakta Musul, Kerkük, Telafer’de yaşanan katliamlar İŞİD’in planlı programlı görevlendirilmiş saldırılarıdır. Bu saldırılara direnen örgütlü güç  PYD dir. Direnen gücü “ Kürtlerdir” olarak tanımlamamız bilinçli bir seçimdir, çünkü Kürtlerin tamamı bu direnişin tarafı değildir. Barzani’nin bu saldırılar karşısında kayıtsız kalması, Kürt kökenli İslamcıların Hizbullahının İŞİD saldırılarına karşı protestolarda saldırgan açıkça tarafgir tavrı görmezlikten gelinerek bir bütün olarak Kürtlerin Kobani savunmasında direndiğini söylemek gerçeğin bir yüzünü görmezlikten gelmek olacaktır. Kobani’nin ya da yaşam alanlarının fiilen savunmansı üstlenen PKK/PYD nin uluslarrası arenada etkisizleştirilmek istenmesi, Kürtlerin Talabani/Barzani çizgisinin kabule zorlanması sözüm ona İŞİDe karşı uluslar arası koalisyonun niyetini de açıkça ortaya koymaktadır. Koalisyonun amacının  Yurtlarını savunan Kürtlere yardım etmek olduğunu düşünmek saflıktır. Barzani /Talabani çizgisi Suriye’deki “ÖSO gibi “ılımlı İslamcı” denilen grupla buluşturulduğunda amaca oldukça yaklaşılmış olacaktır. Emperyalizm, dinsel ve etnik kökenden oluşturulmuş bir Orta Doğu rüyasını gerçekleştirmiş olacaktır. Emperyalizmin amacına ulaşmasının engellenmesinin biricik ve tek yolu gelişmelere sınıfsal açıdan bakıp çözümü sınıfsal karşı koyuşlarda aramaktır.  Koalisyonun hareket tarzı ve ulaşmak istediği Orta Doğuda hükmedebilecekleri bir İslam iktidarı  eliyle orta Doğuyu küresel kapitalizmin ihtiyacına  uygun sömür ve  pazar alanı haline getirmektir. Uluslar arası koalisyonun amacı da budur ki, bunu açıkça ilan etmekten de kaçınmamışlardır. Bu noktada devrimciler Kobanide direnen PYD ye karşı kayıtsız kalamazlar. Eleştiri haklarını saklı tutarak PYD nin direnişinin desteklenmesini  her şeyden önce bir insanlık görevi olarak görürler. Yukarıda açıklanmaya çalışılan da budur. PKK/PYD’nin etnik köken tuzağından arınması bir temenni iken, “demokratik özerkliği” sosyalizmin önüne çıkarması tarihi yanılgısıdır. Bu eleştiriler saklı tutulmalıdır, hatırlatılmalıdır. Çünkü bir gün tarih de konuşur.  Ancak  bu eleştiriler bu günkü canhıraş koşullarda PYD nin yanında olmamanın gerekçesi olamaz, olmamalıdır.  Bu samimi bir eleştiri niyeti olarak kabul edilemez.

Emperyalizm ve işbirlikçileri kara propagandada ne kadar uzman olurlarsa olsunlar ülkesini savunan bir halk kaybetmeyecektir. Stalingrad’a saldıran Hitler faşizminin devasa gücü karşısında ülkesini savunan komünistlerin direnişi kazanmıştır. Kobanide direniş kazanacaktır.