Şuanda 20 konuk çevrimiçi
BugünBugün838
DünDün2214
Bu haftaBu hafta9573
Bu ayBu ay30575
ToplamToplam10192629
Yüksek Fırınlar PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Pazartesi, 27 Ekim 2014 18:28


Aşağıdaki yazıyı 30 yıl once yazmışım. Yazı, o zaman kullandığım takma adla, Ahmet Cengiz imzasıyla Direniş Dergisi’nde yayınlanmış. Direniş’in adı 12. sayıda Yazın olarak değişecekti.

Yazıyı okuduktan sonar o dönemi yeniden düşündüm ve siyasi mültecilerin geldikleri ülkeyle o ve sonraki yıllarda ne kadar az ilgilendiklerini bir kere daha fark ettim. Paris’te bir buçuk yıl geçirdikten sonar Almanya’ya geleli iki yıl bile olmamıştı ki, ülkedeki Türkiyeli işçilerin durumuyla ilgili üretilmiş edebiyatın tamamını demesem bile büyük bölümünü okumuştum. Sadece yabancı düşmanlığını konu alan edebiyatı o zaman da yavan bulurdum. Arada bir konu olarak seçilebilirdi ama insane hayatını buna indirgemek büyük bir darlıktı.

Yüksek Fırınlar romanı, Fakir Başkurt’un insanımızın yaşadığı zorlu kültürel çatışmayı konu alması yönünden özellikle ilgimi çekmişti. O yıllarda birinci kuşak henüz çalışma yaşamından çekilmemişti, ikinci kuşak da çalışmaya yeni başlamış sayılırdı.

 

 

 

Bir Almanya Romanı: Yüksek Fırınlar                                                                                  

   Yurtdışına ilk işçiler 1960’lı yılların başında gönderilmeye başlandı. Önce F. Almanya’ya ve diğer Avrupa ülkelerine, sonra Avustralya’ya, Libya’ya, Körfez Devletlerine… 1970’li yıllarla birlikte  ekonomi iyice bozulup, enflasyon üç rakamlı sayılara tırmandıkça arttı bu göç. İnsanlarımız bulabildikleri her olanaktan yararlanarak akın ettiler varsıl ülkelere; iş için, ekmek için. Kapıdan kovulanlar bacadan girdiler. En pis işlerde en düşük ücretlerle çalışmaya hazırdılar, yeter ki geri gönderilmesinler. 

   Birkaç sene için gelmişlerdi, biraz para yapıp dönmekti niyetleri. Ama biraz para ile özlenen yaşamın kurulamayacağı çabuk kavrandı. Döndük, dönüyoruz derken eşler, çocuklar, kardeşler de getirildiler. Bu göce 1980’den sonra politik göç de eklendı. Baskılar binlerce insanı daha ülke dışına çıkmak zorunda bıraktı. Böylece de 20 yıl sonra ülke dışında  Asya, Avrupa, Afrika, Amerika ve Avustralya’ya yayılmış 3 milyonluk bir kitle olundu. Çoğunluğu işçi olan, bulunduğu ülkeye az çok yerleşmiş, içinden kopup geldiği toplumun bir benzerini orada da yaratmış ve ülkesiyle canlı bağlarını hiçbir zaman koparmamış bir kitle.

   Bazı yıllar dışarıdan gelen işçi dövizi ülkenin ihracatını geçmiş. Hükümetler İMF’ye bir de gurbetteki işçilere avuç açar olmuş (şimdi de böyle ya!) Dünyanın hiç bir askeri yönetimi beş kıtada birden protesto edilmemiş. Ve diyebiliriz ki dünyanın pek az ülkesinde yurtdışı bir ülke için bu denli her tarafa yayılmış ve bu denli önemli olmuştur.

   Türkiye için yurtdışı simgesini Almanya’da bulur. Yurtdışındakilerin yaklaşık % 60’ı bu ülkededir. Ülkemizde de “Alamanyalı“ terimi tüm yurt dışı çalışanlarını kapsar.

   Avrupa’nın, özel olarak da Almanya’nın ülkemiz için taşıdığı önem, toplumsal yaşamdaki güçlü etkisi, silinemez yeri kendini edebiyatımızda da gösterecekti. Önce Almanya’da çalışılıp da Türkiye’ye gelmiş kişiler romanlarda yer aldılar. Ardından Almanya’yı, orada çalışanları ana konu alan şiirler, hikâyeler, romanlar geldi.

   Adalet Ağaoğlu “Fikrimin İnce Gülü“nde Almanya’dan Türkiye’ye izne gelen bir işçinin tek gününü anlatır. Roman Kapıkule gümrüğünden girilmesiyle başlar. Almanya’daki yaşam yer yer geriye dönüşlerle verilen ikincil bir öğedir romanda. “Türkiye’deki Alamanyalı“nın romanıdır “Fikrimin İnce Gülü“.

   Fakir Baykurt uzun süredir Almanya’da bulunması nedeniyle bu toplumu, bu toplum içindeki bizim toplumumuzu daha yakından gözlemleyebilmiş bir yazar. “Barış Çöreği“ ve “Gece Vardiyası“nı oluşturan hikâyelerin ve “Yüksek Fırınlar“ın ana teması Almanya’da yaşayan ve çalışan Türkiyeli işçiler. F. Baykurt onların yaşamını, özlemlerini, uyum ve uyumsuzluklarını çeşitli yönlerden ele almış bu eserlerinde.

   Türkiye’de çoğunluğu büyük şehirlerde yaşamamış insanların Almanya’nın gelişmiş toplumuna girdiklerinde içine düşecekleri yadırgamanın boyutu, çok farklı iki toplumsal kültür arasındaki uyumsuzluk anlatılmakla tükenmeyecek bir malzeme sağlar. “ Gece Vardiyası“ndaki hikâyelerde ağırlıkla bu konuya yer verilirken, aynı şeyi “Yüksek Fırınlar“da da görürüz. Ama romanda uyumsuzluğun ilkel denilebilecek örnekleri yoktur artık. Almanya’ya yaşanıla yaşanıla alışılmıştır. Günlük yaşamın gerekleri öğrenilmiş ve buna yatkınlık kazanilmistir. “Gece Vardiyasi“nin bir hikâyesindeki gibi “makarnayı bulgur gibi pişirmeye kalkanlar“ yoktur. Başta İbrahim Mutlu olmak üzere romanın tüm Türkiyeli kişileri araba kullanırlar, kırmızıda dururlar, Kaufhalle’ye  girip alışveriş ederler, modern işyerlerinde sıkıntı çekmeden çalışırlar. Almanya’ya alışılmış gibi görünür, ama sadece görünür. Gerçek öyle midir?

   Görünürdeki bu uyum daha derin, köklü bir uyumsuzluğu daha açık, daha bir çarpıcı ortaya döker. Yolu, suyu, elektriği olmayan köylerden en modern işyerlerine gelmek, ülkede bir ömür boyu çalışıp bir traktör alınamazken burada birkaç yılda modeli biraz eski de olsa araba sahibi oluvermek, çamaşırı elde yıkamayı unutmak, uzaktan kumandalı televizyona kavuşmak; 20 yılda günlük yaşam kökünden değişmiştir. Bu değişim o denli etkilemiştir ki insanları, artık suyu, elektriği olmayan, yolları bozuk ve arabalarının altını vuran köylerine yabancılaşmışlardır. Ama ya kültür; on yıllardır bu insanları şekillendiren değer yargıları, inançlar, ilişkiler, dünyaya bakış ne kadar değişmiştir? Pek az. Onlar büyük ölçüde gelinen köylerdeki gibi durmaktadır. Bir yandan da sosyal yaşam karşı konulmaz biçimde eskinin değer yargılarının arasıra sızmakta, onları yıkmakta ve parçalamaktadır. Bu bilmediği, anlayamadığı değişime karşı direnmektedir insanımız; ama o yine de kavgaların ve hırçınlıkların, adam öldürmelerin ve intiharların, bunalımların, aşağılanmaların arasından, bütün önlemleri, basit yargıları ve geçmişe sığınmayı parça parça ederek yolunu açmakta ve insanımız değişmektedir.

   F. Baykurt’un “Yüksek Fırınlar“daki büyük başarısı da işte burada, İ. Mutlu’nun kişiliğinde tüm çelişkilerin ortasından süzülüp gelen bu değişimi verebilmesinde yatar. Yazar bunu anlatabilmek için Anadolu insanının en zor değişeceği bir konuyu, kadın-erkek ilişkisini eksen almıştır.

   İbrahim ile karısı Elif’in arasındaki ilişki bütün roman boyunca, zaman zaman geçmişe ve Türkiye’ye dönülerek anlatılır. İbrahim için namuslu kız; dağ aşmamış, dere geçmemiş (yani köyünden dışarı çıkmamış), gözü açılmamış birisidir. Onu arar bulur ve parayla satın alır. Karısına davranışı da buna uygun olur. Almanya görmüş adam, kendinden önce başını yastığa koydu diye döver  karısını. İlk çocuğu kız olunca kızar. Yeniden gebe kaldığında da “bu sefer de kız doğur da başımdan atayım seni“ der. Kadının aşağılanması daha doğarken başlar böylece.

   F. Baykurt Anadolu insanının dünya görüşünde cinselliğin tuttuğu yeri başarıyla sergiler. Yılların birikmiş etkisiyle birçok şeye böyle bakar Anadolu insanı. Kadın ve erkeği övmede ya da yermede bu faktör önemlidir (“oğlan doğurabilen karı“ ya da “beli kuvvetli erkek“ gibi). Kadın ve erkek arasında cinsellik dışında bir ilişki düşünülemez.

   Bu bakış açısı gelenekler ve dini etkilerle de birleşince basit inanç ve açıklamalara saplanmayı da beraberinde getirir. Örneğin İbrahim Alman erkeğinin kıskanç olmamasını domuz yemelerine bağlar. Domuz da dişisini kıskanmayan tek hayvandır çünkü. Apayrı ve koskoca bir kültür de böylece açıklanıverir işte.

   İbrahim’in oğlu olur. Bu sefer de “doğum biraz erken oldu, bu çocuk kimden“ diye bunalımlara düşer. Bir yandan ne olduğunu kendisinin de tam kavrayamadığı “namusunu temizlemek gereği“ yani eskinin baskısı; öte yandan da içinde yaşadığı toplumun etkileriyle oluşan “işini kaybetmek, hayatını bir hiç için harcamak korkusu“ arasında sıkışıp kalır. Aslında bu iki dünya arasında, tam olarak bir yere ait olamadan sıkışmadır. İbrahim bunu “buraya da Türkiye’ye de yabancıyım“ diye belirtir.

   Sabahat ile İbrahim’in evde konuşmaları romanın en güzel bölümüdür. Sabahat çağdaş bir kadındır. Almanla evlidir ve bambaşka bir aile, yaşam ve cinsellik anlayışına sahiptir. İbrahim’in bunu anlaması çok zordur ve romanın bir cümledeki özetiyle söyle anlatır bunu: „Seninle benim aramda ohoooo, bir koca dünya var inan! Benim senin geldiğin yere gelebilmem için, bu dünyadaki yaşamım yetmez! Öteki dünyada bile zor başarabilirim bunu!“

   İbrahim değişebilecek mi; nasıl ve nereye kadar? Roman değişmenin belirtileriyle birlikte ama sonu açık olarak biter.

   “Yüksek Fırınlar“ bu kadar mı? Değil! Türkiye’den çıkılıp gelinen köy yaşamı, yaşlı bir Alman kadının yalnızlığı, değişik toplumlardan gelmiş kadınların birbirlerine bakışı, Almanya’da öğretmenlik yapan Türkiyeli bir ilerici aydının düş kırıklıkları, din faktörü ve etkileri, Almanya’daki Türkiyeliler arasında gericiliğin örgütlenmesi, fabrikada grev için mücadele, ilericilerin örgütlenme çabaları, bir çocuğun (İbrahim’in kızı Gülten) gözünden çevrenin ve insanların anlatımı, farklı uluslardan işçiler arasındaki ilişkiler, vb.

     F. Baykurt 5-6 romanlık malzemeyi “Yüksek Fırınlar“a sığdırmıştır. Bazı konular yüzeysel geçilmeden, bazı şeyler zorlama denilebilecek ifadeyle anlatılmadan bu yapılamazdı. Özellikle ilerici işçilerin kendi aralarındaki konuşmalarda ve 147. sayfada İbrahim’in doğan erkek çocuğundan başlayarak Türk-Yunan düşmanlığı üzerine düşüncelere geçmesinde bu zorlama kendini açık olarak gösteriyor. Roman kişisi kendi kişiliğine uygun konuşmuyor, birdenbire yazar konuşmaya başlıyor. Yer yer ortaya çıkan bu durum romanın başarılı kurgusunu ve doğal akışını bozuyor. Ama yazarın eksen aldığı konuyu büyük bir başarıyla anlatması ve romandaki sürükleyicilik bu pürüzlerin etkili olmasını önlüyor.

   Almanya’daki insanımızı daha iyi tanımak isteyen herkesin mutlaka okuması gereken bir roman “Yüksek Fırınlar“.

 

Direniş, Sayı 7, Mart 1984