Şuanda 33 konuk çevrimiçi
BugünBugün658
DünDün2801
Bu haftaBu hafta7179
Bu ayBu ay28181
ToplamToplam10190235
Marksizm ya da geçmişi olanın geleceği olamaz PDF Yazdır e-Posta


Aşağıdaki yazı 13 yıl önce yazılmıştır. Yazıda belirtilen bir konuda ekleme yapmak gerekir: Çin’in kendine özgü kapitalist bir ülke haline geldiği artık açıktır. Vietnam’ın ABD sermayesine açılmasının yanı sıra, Küba’da da toprakta ve küçük üretimde önemli oranda özelleştirmeye gidilmiştir. Bu ülkelerin tümünde tek parti, komünist partisi vardır.

 

 

   I

   Bugüne kadar geçmiş ve geleceğin ilişkisiyle ilgili belirlemenin tersini duymaya alışmıştık; geçmişi olmayanın geleceği olamaz. Bu bağlantı, geleceği hazırlayanın geçmiş olduğu saptamasından hareket eder, yaşanılmakta olan bugün ise kısa sürede geçmişe ait olacak ama geleceğin oluşumunu da barındıran bir geçiştir. Belirleme doğrudur: geçmişi anlayamazsanız, bugününüzün geçmişte kökleri yoksa, geleceğin oluşturulmasına önemli bir katkınız olamaz. Bu nedenle olsa gerek, geçmişi kötüleme dışında hiçbir sermayesi olmayan yeniler bile, bir süre sonra kendilerine uygun bir geçmiş aramaya başlarlar. Ne ki, bu belirleme, özellikle değişim dönemlerinde gerçeğin sadece bir yönünü ifade eder. Geçmişi sürekli olarak bugüne taşıyan, ortaya çıkan değişimi reddeden ya da onu eskinin kalıplarına girmeye zorlayarak anlamaya çalışan, haklılığını bugünde değil de geçmişte arayanların sadece geçmişleri vardır; gelecekleri ise olmayacaktır. Geçmişten yeterince ayrılmayanlar, geleceğe yönelemezler.

   “Yeterince ayrılmak“, sınırları bulanık bir belirlemedir. Öncelikle nereden ayrılacağınızı bileceksiniz ve kendinize bir ilerleme yönü belirleyeceksiniz. Ayrılmanın ve çizilen yönün açıklanmasında boşluklar olabilir; bunların doldurulması zaman alır. Önemli olan, nereden uzaklaşıp hangi yönde gidildiğinin yaklaşık belli olmasıdır.

 

    II

   Sovyetler Birliği on yıl önce dağıldı. Bu dağılmayla birlikte önce Doğu Avrupa’da başlamış ve 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ve kısa süre sonra Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin varlığının sona ermesiyle iyice hızlanmış olan çözülme süreci doruğuna ulaştı, sosyalizm hem bir sistem olarak hem de o sistemin en önemli ülkesinde sona erdi. Çözülmenin hızı ve yumuşaklığı herkesi şaşırttı. Romanya’daki çatışmalar ve SSCB’de etkinliği oldukça sınırlı kalan askeri darbe dışında çözülme hızlı ve sakin oldu denilebilir. Rejimi (sosyalizmi) savunanlar mutlaka vardı, çoğunlukta olmasalar bile sayıca çok az da değildiler, ama yıkılışa karşı direnmediler, sessiz kaldılar. Umutlarını ve iddialarını iyice kaybetmişlerdi.

   Sosyalizmin kalesi sayılan SSCB’nin yıkılmasında, yıkılışın kendisinden daha şaşırtıcı olan, direnişin yok denilecek kadar zayıf olmasıdır. Sosyal mücadeleler iç zayıflıklarla birleşmiş dış gücün bastırmasıyla kaybedilebilir, ama karşı konularak kaybedilir. Sonuna kadar mücadele edersiniz, gücünüz yetmez, kaybedersiniz. Böylesi yenilgiler –ne kadar ağır olursa olsun- gururla hatırlanır. Bu kez olmamıştır, ama yeniden denenecektir. SSCB’nin çözülmesiyle ilgili olarak  böyle bir durum söz konusu değildir. Birkaç aylık Paris Komünü bile yıkılırken, 74 yıllık SSCB’de görülenden daha fazla direniş göstermiştir. Başta Kızıl Ordu olmak üzere önemli devlet kurumları büyük tasfiyelere gerek kalmadan Yeltsin başkanlığındaki kapitalizm yanlılarının hizmetine girmiştir. Sovyetler Birliği Komünist Partisi (SBKP) yasaklandığında da milyonlarca üye önemli denilebilecek bir direniş göstermeden dağılmıştır. Görünen odur ki, bu en güçlü sosyalist ülke gerçekte önceden bitmişti. SSCB’nin gerçek yaşı 74’ten daha azdır. Tarihin bu ilk sosyalist ülkesi çeşitli nedenlerle “uzun yaşamış“, ardından büyük bir hızla çözülmüştür.

   SSCB’nin ortadan kalkmasını en iyi anlatacak sözcük “yıkılma“ değil, “çözülme“dir.

   Geçmişi bugüne taşıyanlar ya da bugünü geçmişe sığdırmaya çalışanlar, SSCB’de oldukça eğitimli, sosyalizm koşullarında doğup büyümüş, sayısı on milyonlarla ifade edilen insanın nasıl bu kadar sisteme yabancılaştığı, resmi söylemle gerçekle hayat arasındaki açının -neredeyse birbirinden kopacak kadar- nasıl bu kadar açıldığı üzerinde düşünemezler ya da oldukça basit açıklamalarla yetinirler. Bunlardan bir tanesi şöyledir:

   “SSCB sürekli kuşatma altında yaşadı. Kapitalistler (emperyalistler) SSCB’nin gelişememesi için ellerinden geleni yaptılar. SSCB tarihindeki önemli hataların büyük bölümü bundan kaynaklanır.“

    Bu açıklama önemli doğrular içerir, aynı zamanda da hiçbir şey söylemez. Kapitalist sistemin önce SSCB’yi ardından da sosyalist sistemi yıkmak için elinden geleni yaptığı doğrudur, ama bunu söylemek ne ifade eder? Başka ne yapılması bekleniyordu? Böyle yapmaları eşyanın tabiatı gereğidir; başka türlü davransalardı, asıl o zaman gerçekten garip olurdu.

    SSCB ve sosyalist sistem dışarıdan saldırıyla yıkılamazdı. Nükleer silahlar da dahil olmak üzere büyük bir askeri güce sahiptiler. Dahası, içerdeki muhalefet de silahlı olamazdı, böyle bir muhalefetin hiç şansı yoktu. Geçerli tek yol, sistemi içerden çözmeye çalışmaktı. Kapitalist ülkeler, bu amaçla, ellerinden geleni yaptılar. Gerçekte SSCB de kapitalizme karşı benzer bir tarzda hareket ediyordu. Afrika’dan Asya, Avrupa ve Latin  Amerika’ya kadar her yerde, başta ABD olmak üzere kapitalist ülkelerle mücadeleye girmek ve üstün gelmeye çalışmak; koşullar uygun olduğunda sosyalist iktidarı Kızıl Ordu aracılığıyla başka ülkelere götürmek (II. Dünya Savaşı sonrasında Doğu Avrupa ülkelerinin çoğunluğu, daha sonra Afganistan), şu veya bu nedenle ortaya çıkan sosyalist sistemden kopma eğilimlerini bastırmak gibi… (DAC 1953, Macaristan 1956, Çekoslovakya 1968). 1980’lerin başlarında Polonya bir dönüm noktasıdır. Dayanışma Sendikası’nın güçlenmesi, grevler ve muhalefetin iktidardan daha güçlü duruma gelmesine rağmen, önceki örneklerde olduğu gibi askeri müdahale yerine sıkıyönetim ilan edilerek içerde bir çözüm bulunmaya çalışıldı, muhalefet bir oranda geriletildi, ancak sonuç alınamadı. Polonya’daki durum artan oranda DAC, Macaristan ve Çekoslovakya’yı etkiledi ve çözülme durdurulamaz bir hız kazanarak Doğu’ya, sosyalizmin en büyük ülkesine kadar ulaştı.

   Sosyalizmin büyük olaylara yol açmadan büyük bir hızla çözülmesi herkesi şaşırttı. Yıllardan beri SSCB’yi ve sosyalist bloku ortadan kaldırmak için ellerinden gelen herşeyi yapan büyük kapitalist ülkelerin yöneticileri bile şaşkınlıklarını gizleyemediler.

   Sadece onlar mı? Honecker ve Çavuşesku en çarpıcı örneklerdir, ama büyük şaşkınlık onlarla sınırlı değildir. Çözülen sosyalist ülkelerin KP yöneticileri meydanları dolduran ve yıllardan beri varolan rejime karşı gösteri yapan büyük kalabalıklara hayretle baktılar. Kısa süre önce, sorunların varlığına karşın sağlam gibi görünen rejim büyük bir hızla çözülüyordu. Hiçbir dış güç ya da karşı-devrimci komplo, içerde büyük ve yıllardan beri biriken zayıflıklar olmadan böyle bir sonucun ortaya çıkmasını sağlayamazdı.

   Doğu Avrupa’daki sosyalist ülkelerin büyük kentlerinde gösteriler yapan yüzbinlerce insan yıllardan beri süregelen rejimi istemiyordu; gerçekte önemli bir bölümü kapitalizmi de istemiyordu, ama başka seçenek de yoktu. Rejim savunulamayınca, kapitalizm yanlılarının dış desteği de arkalarına alarak  ağır basmaları zor olmadı.

   SSCB’de Yeltsin’in iktidara gelişi öğreticidir. Sayıca fazla değildiler, karşılarında –kağıt üzerinde- milyonlarca üyesi olan bir parti vardı, ama fiili bir güç yoktu. Yeltsin’e karşı olanlar bile rejimi savunamayacak kadar umutlarını kaybetmişlerdi. Küçük de olsa seçeneksiz gücün kazanması, bu nedenle, zor olmadı.

   Sosyalizmin hızlı çözülüşü sadece dış kaynaklı yıkıcı faaliyetlerin, halka yabancılaşmış bürokratların ve kapitalizm yanlılarının değil, aynı zamanda işçi sınıfının da eseridir. Sosyalist sistemin çözülmesinde işçi sınıfının önemli rolü vardır. Bu rol, hiçbir ülkede Polonya’daki kadar açık değildir. İşçi sınıfının sosyalizme karşı olamayacağı düşüncesinden hareketle, Dayanışma Sendikası bazı sol gruplar tarafından bürokrasiye karşı mücadele verdiği gerekçesiyle desteklenmiş, onlardan “bürokrasiye karşı politik devrim“ yapmaları istenmiş, onlar ise bambaşka bir şey yaparak sosyalizmin çözülüşüne büyük bir ivme kazandırmışlardır. DAC, Macaristan, Çekoslovakya ve SSCB’de de işçi sınıfı sosyalizmin çözülmesinde bazen rejime karşı açık tavır alarak bazen de artık görülebilecek kadar belirginleşen çözülmeye karşı hiçbir şey yapmayarak önemli katkıda bulunmuştur. (Gorbaçov döneminde SSCB’de büyük yankı yaratan maden işçileri grevini hatırlamak yerinde olur.)

   İşçi sınıfının misyonları arasına “sosyalizmin yıkılışında etkin rol oynamak“ da eklenmelidir.

 

   III

   Bir sistem olarak sosyalizmin ve SSCB’nin çözülmesinin ardından bununla ilgili çeşitli değerlendirmeler yapıldı. Bir görüşe göre, çözülme olumluydu. Sosyalizm adı verilen –gerçekte onunla ilgisi olmayan- sistemin çözülmesi, sol düşünce önündeki engelleri kaldırıyordu. SSCB’deki kötü sosyalizm örneğinin olmadığı bir dünyada sol artık hızla gelişebilirdi.

   Bu değerlendirmenin tersi doğru çıktı. Sol, dünya genelinde güçlenmedi, zayıfladı. Sosyalist sistemin dağılması, solda ona karşı ya da yandaş olan herkesi zayıflattı. Dahası, eskiden solun bir çeşidi gibi görünenler de sağa doğru evrimleştiler. Bu evrimin en önemli örneğini Almanya’daki Yeşiller oluşturur. Dünyanın en kitlesel sosyal demokrat partisine ve Yeşiller’ine sahip olan bu ülkede; sosyal demokrasi yakın geçmişinin ekseni olan sosyal devlet ilkesinden gittikçe uzaklaşırken, Yeşiller’deki değişim daha da çarpıcıydı. Savaşa ve silahlanmaya karşı barış etkinlikleriyle, nükleer santrallara ve radyoaktif atıkların nakledilmesine ve depolanmasına karşı gösteriler Yeşiller’in oluşmasında önemli yer tutmuş eylemler dizisidir. Tarihin cilvesi de denilebilir: SPD-Yeşiller koalisyon hükümeti, 1945 sonrasında ilk kez Alman askerlerini sınır ötesi bir harekâta (Yugoslavya savaşı) yolladı, silah satışlarıyla nükleer atık nakilleri de arttı. Bu hükümetin dışişleri ve çevre bakanları Yeşiller partisindendir. SSCB ile birlikte, kendini bu ülkedeki sosyalizm eleştirisi temelinde şekillendirmiş sol –ya da sol gibi görünenler- de bitti.

   Yeşiller’in politik oluşumunda Sovyet tipi sosyalizmin eleştirisi büyük öneme sahipti. Sovyet tipi sosyalizme karşı anti-bürokratik, anti-hiyerarşik “sol seçenek“ olmak iddiasındaydılar. Eleştirilen güç çözülerek tarih sahnesinden çekilince, Yeşil renkli “sol alternatif“ olmanın çekiciliği de kalmadı.

 

   IV

   Hızla çözülüşün şokunun biraz olsun atlatılmasının ardından, olup bitenin açıklanmasının gerekliliği kendini dayattı. “Yıkılan zaten sosyalizm değildi“ demekle bu açıklamadan kurtunabilirdi, ama o zaman da başka sorular ortaya çıkıyordu: Sosyalizm hiç olmadı mı; bir dönem olduysa eğer, nasıl kesintiye uğradı ve neden ne SSCB’de ne de dünyanın başka bir yerinde gerçekleştirilemedi?

   SSCB’nin yıkılışı kendini oradaki sosyalizmi eleştirmek temelinde şekillendirmiş olanları rotasız bıraktı. SSCB varken “oradaki gibi istemiyoruz“ demek yeterli olabiliyordu. Çözülme, “yaşanmış sosyalizm“e karşı olan solcuları da çözdü. Sonuçta varolanın hiçbir zaman beğenilmediği, eleştirmenin ötesine geçilerek seçenek üretilemediği bir duruma, ütopyalara sürüklenildi. Yaşamış sosyalizmin ardından ütopik sosyalizm kısa bir dönem yaygınlık kazandı.

   Daha ciddi açıklamalara geçelim…

   Birçok ülkede komünist ya da benzer adlardaki partiler varlıklarını sürdürüyorlardı. Dahası, Rusya Federasyonu’nda KP yeniden kurulmuş ve kısa sürede önemli bir politik güç olmuştu. Sosyalizmin hızlı çözülmesine yönelik açıklama acil olarak gerekliydi.

   Açıklama gerekliyse bulunur, bulundu da. Gorbaçov ve çevresi partinin ve devletin yönetimini ele geçirerek bir karşı devrimi örgütlemiş ve ülkeyi yıkılışa götürmüştü. Ne var ki, açıklama başka soruları da getiriyordu: Gorbaçov  ve çevresine karşı direniş neden bu kadar zayıf olmuştu? Sistemin büyük bir hızla çözülmesi sadece karşı-devrimci denilen bir çevrenin işi olabilir miydi?

   Rusya Federasyonu ve bazı Batı ülkelerinin komünist partilerinde görülen “ Gorbaçov teorisi“, birkaç yılda önemli adımlar attı: “Sosyalizmin önemli sorunları vardı, sosyalizm kriz içindeydi. Gorbaçov ve çevresi bundan yararlanarak ülkeyi yıkıma götürdüler. Sosyalizm yıkılmayabilirdi. Kapitalizm yıllardan beri krizle birlikte yaşıyor, biz yaşayamadık.“

   Açıklama yeni sorular doğurmasına karşın burada durur. “Sosyalizm neden krize girmişti ve neden krizle birlikte yaşayamadı?“ soruları cevaplandırılmayı bekliyor. Bu sorular sorulamıyor, çünkü az olmayan sayıda sosyalist, cevaplardan korkuyor. O zaman, aradan on yıl gibi kısa sayılamayacak bir süre geçmesine karşın, bazı konulara girmemek, soruları sormamak, bazı sorunlar yokmuş gibi davranmak tercih ediliyor. Ne çare ki, bu davranış tarzı hiçbir şeyi çözmüyor.

   Her kriz gibi sosyalizmin krizi de birdenbire oluşmadı, zaman içinde kriz unsurlarının birikmesiyle ortaya çıktı. Bunların hiç görülemediği söylenemez. Sosyalizmde reform çabaları oldu, ancak başarılı olamadı. Gorbaçov bu çizginin en radikal temsilcisiydi; kendisinden önceki değişim uygulamasını iyice ileriye götürmeye çalıştı, bu da sistemin sonu oldu.

   Sosyalizm kendini neden yenileyemedi?

   Değişim için önce değişimin gereğini kabullenmek gerekir. Teoride sosyalizmin herhangi bir eksikliği, önemli sorunları olduğu kabul edilmiyordu, dolayısıyla değişime de gerek yoktu. Sorunlar birikip kriz ortaya çıktığında da önce aynı anlayış sürdürülmeye çalışıldı: “Sosyalizmde kriz olamaz, kriz kapitalizme özgüdür.“ Burada ilginç olan, resmi söylemle gerçekte yapılan arasındaki farklılıktır. Özellikle Doğu Avrupa ülkeleri sosyalizmde reforma yöneldiler; buradan çıkacak sonuca göre SSCB’nin de benzer uygulamalar yapması mümkündü. Ne var ki, sorunların fazlasıyla birikmiş olması, kapitalizmin yeni bir gelişme evresine girmesi gibi faktörler reformların sonuclarının görülmesi için yeterli zamanı bırakmadı.

   Güçlü bir kapitalizmle birlikte yaşamak zorunda kalan sosyalizmde reformun tek yolu vardır: Kapitalizme özgü bazı faktörlerin sisteme sokulması, diğer adıyla piyasa sosyalizmi. Sosyalist ülkelerde özellikle yönetici kademelerde bulunan birçok kişi, başlangıçta bu tür reformlara itiraz ettiler. Bu uygulamayı sosyalizmden uzaklaşmak olarak gördüler, ama uygulanabilir başka bir seçenek de getiremediler. Teorik sözler güzeldi, ama sonuçlar da ortadaydı. Sosyalizm emek üretkenliğinde kapitalist ülkeleri yakalayamıyordu. Sosyalizm öncesi döneme göre ülke ekonomisi büyük gelişme göstermişti. Bu yeterli değildi; sosyalizmin ekonomide önemli iddiaları vardı. Bunların da başında kapitalist ülkelere yetişmek ve geçmek geliyordu. Ekonominin bütünü dikkate alındığında bu amaca hiçbir zaman ulaşılamamıştı. Sosyalist ülkelerin kapitalist ülkelere olan borçları da sürekli artıyordu.

   Dikkat edilirse, Sovyet istatistiklerinde genellikle herhangi bir ürünün toplam üretim miktarı verilir. SSCB şu kadar çelik üretmektedir gibi. Ülke çeşitli mallarin toplam üretiminde birçok kapitalist ülkeyi -bazen tümünü- geride bırakmıştır. Ama çok üretmekle verimli üretmek birbirinden ayrı şeylerdir. Çok sayıda insanı üretime yönlendirmek, ülkenin büyük kaynaklarını değerlendirmek üretimi geliştirir; kuşkusuz verimde de –eskisine göre- artış vardır, ama bu artış kapitalist ülkelerdeki emek üretkenliğine ulaşmak için yetmez.

    Bir başka sorun, kapitalist üretime özgü sayılan sektörler arasındaki büyük dengesizliktir. SSCB’deki maden işçileri grevinde, işçilerin önde gelen taleplerinden bir tanesi sabundu. SSCB uzay teknolojisinde ve silah üretiminde oldukça gelişmişti, ama ülkenin bazı bölgelerinde elini yıkayacak sabun bulunamıyordu.

   Yeri gelmişken bir yanılgıya da kısaca işaret etmek gerekir: Bir görüşe göre, Stalin’in ölümüne kadar SSCB’de işler hiç de kötü gitmiyordu. Doğrudur, ama  neden böyle olduğunu anlamak için konuya biraz yakından bakmak gerekir. İlk olarak; sosyalizmin büyük başarılar sağlamasında merkezi planlamanın, atıl insan gücünün büyük oranda harekete geçirilmesinin ve yıkılmış bir ülke temelinde işe başlamasının önemli rolü vardı. İkinci olarak ise, unutulan bir olgu var. 1920’li yılların başlarından 1950’li yılların ortalarına kadarki dönem, kapitalizmin bunalım, yıkım ve tamirat dönemidir. Önce I. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkımın onarılması, ardından 1929-1933 arasındaki büyük ekonomik kriz, sonra 1939-1945 arasında II. Dünya Savaşı, ardından savaşın yıkımının onarılması… (SSCB’de 1941-45 arasında Nazilerin saldırısı sonucu savaşa katılmak zorunda kaldı.) İki sistemli bir dünyada, kapitalizmin bunalım yaşadığı ama ağır ekonomik krizlerle karşılaşmadığı, kapitalistler arası savaşların olmadığı dönemde ise, sosyalizm önceki dönemdeki kadar başarılı olamamıştır.

   Bu nedenle, “Stalin dönemindeki gibi olsaydı böyle olmazdı“ saptamasi doğru değildir. Kaldı ki, 1960 sonrasında Arnavutluk, Kuzey Kore ve bir dönem Çin Halk Cumhuriyeti söz konusu çizgiyi teorik ve pratik olarak savunmuşlar, ama SSCB’nin ulaştığı sonuçlara ulaşamamışlardır. Sosyalizmde bir çizginin başarısı sadece kendisine değil, kapitalizmin o dönemdeki durumuna da bağlıdır.

   Sonuç olarak belirtilebilir ki, sosyalizmde reform yapılamadı, çünkü:

   1. Teori ve pratik birbirinden artan oranda farklılaşıyordu. Teoride sosyalizmde bunalım, sektörler arası büyük dengesizlikler olamazdı; gerçekte ise vardı. Teoride sosyalizm üretim araçlarını kapitalizmden daha hızlı geliştirdi; gerçekte ise birçok alanda tersi görülüyor, bilimsel-teknik buluşlar konusunda kapitalizmden geri olmayan sosyalizm, bunların üretimine uygulamasında artan oranda geride kalıyordu.

   2. Sosyalizmde –piyasa sosyalizmi adı altında- reform denemeleri yapıldı, ancak başarı sağlanamadı. Piyasa sosyalizminin çeşitlerinden başka reform yolu yok gibi görünüyordu, bu reform ise ülkede kapitalizmi güçlendiriyordu. Güçlü bir kapitalist sistemin varlığı koşullarında bu kaçınılmazdı, ama piyasa sosyalizminde kapitalizmin ne zaman egemen olduğu, nelerin yapılıp nelerin yapılmaması gerektiği konusunda açık bir düşünce olmadığından, reform gereksinimi tümüyle kısa erimli kaygılardan kaynaklanıyordu. Birikmiş sorunların ağırlığı da eklenince başarısızlık kaçınılmaz oldu.

   İnsanlar ve partiler ne yapmaları gerektiğini aşağı yukarı bildikleri zaman da başarısız olabilirler, tümüyle el yordamıyla ilerlenmeye çalışıldığında ise, başarı neredeyse mümkün değildir.

   Sosyalizm krizle birlikte yaşayamadı, çünkü krizi kabul etmiyordu. Kabul ettiği zaman ise, artık geç kalınmıştı.

 

   V

   Burada üzerinde çok konuşulan ama az-çok yeterli oranda bile bir türlü hayata geçirilemeyen “teorinin geliştirilmesi gerekir“ saptamasına geliyoruz. SSCB’nin dağılmasının ardından bu saptama yeniden yoğun olarak dile getirildi. Teorinin geliştirilmesi gerektiğine hayır denilemez, ama yıllarca aynı şeyi söylemek de garip sayılmaz mı? Bu gerekliliğe yıllardır vurgu yapılıyor; sonuçta ortaya çıkan ya teorinin geliştirilememesi –burada sözkonusu olan hiçbir gelişme sağlamamak değildir, şu veya bu alanda teorinin geliştirilmesi ancak bunun genel üzerindeki etkisinin ne olduğu hakkında belirsiz kalınmasıdır- ya da teorik gelişme sağlandığında teoriden uzaklaşılmaktadır.

   Teorinin azçok bütünsel biçimde bir türlü geliştirilememesi üç sonuca yolaçtı: Teoride geriye dönüş, hangi boyutta olurlarsa olsunlar değişimlerin marksizme dahil edilmeye çalışılması ya da marksizmin bir bölümünün tamamının yerine konulmaya çalışılması… Sonuçta eskiden beri varolan çeşitli marksizmler arasındaki farklılık iyice derinleşti. Burada sözkonusu olan, büyük teorilerin farklı yorumlara her zaman kaynaklık etmesi değil, bir yandan önemli değişimlerin kabul edilmesi, diğer yanda ise onları teoriye sığdırmaya çalışarak ortaya eklektik, herkesin kendine göre anladığı bir dünya görüşü çıkmasına neden olunmasıdır.

   Teoride geriye dönüs –Marx’a dönüş- gerçekte bir çaresizlik örneğidir. Bugünde gösterilemeyen haklılığın Kutsal Aile, Alman İdeolojisi, Komünist Manifesto ve diğerlerinde aranmasıdır. Bunlar önemli yapıtlardır, geleceğe yönelik önemli öngörülerde bulunmuşlardır, ama yaklaşık 150 yıl önce yazılmışlardır. Aradaki zamanı, özellikle de teorinin SSCB  ve sosyalist sistem pratiğiyle hayata uygulanmasını, buradan çıkan sonuçları yok saymak çaresizlikten başka sözcükle açıklanamaz. Marksizm savunulacaksa eğer, kapitalizmin bugününde ve yaşamış sosyalizmin deneylerinin üzerinde savunulmalıdır. Bu yapılamadığında geçmişe kaçmak çözüm değildir.

   Fredrick Jameson’un önce Monthly Review’da sonra Türkçe’de çeşitli dergilerde yayınlanan “Fiilen Varolan Marksizm Üzerine Beş Tez“ adlı makalesi, marksizmin bir bölümünün tamamı yerine konulmasının güzel bir örneğidir. Yazının adı bile açıklayıcıdır: “Yaşayan sosyalizm“ gibi, “Fiilen Varolan Marksizm…“     

   Jameson’un makalesindeki en önemli saptaması şöyledir: “Marksizm, kapitalizmi konu alan bir bilimdir. Eğer marksizm ve kapitalizm terimlerine aynı anda bir derinlik vermek istersek, şöyle söylemek yerinde olur: Marksizm, kapitalizmin içsel çelişkilerinin bilimidir.“

   Marksizmi bu tanımla sınırlandırmak ondan çok şey götürmek olur. Marksizm sadece kapitalizmin analizi değildir; bunun yanı sıra kapitalizmin yıkılması ve evreler içeren bir geçiş dönemiyle komünizme ulaşılmasının teorisidir. Marksizmi sosyalist toplum teorisini dışlayarak ele almak mümkün değildir. Jameson, yaşanmış sosyalizm deneyinden hareketle marksizmi kapitalizmin analiziyle sınırlandırmak istemektedir, oysa ki, marksizmin –kapitalizmin eleştirisi kadar ayrıntılı olmasa da- bir sosyalizm teorisi vardır.

   Marksizm, sosyalist devrimin kapitalizmin en gelişmiş olduğu ülkelerde azçok zamandaş gerçekleşeceğini varsayar. Güçlü bir kapitalist sistem yanında varolan sosyalist ülke ya da sistem olgusu marksizmde yoktur. Bu, teoriyle pratik arasında her zaman ortaya çıkabilecek bir ayrım değil, marksist sosyalizm teorisini altüst eden bir ayrımdır. Batı Avrupa ülkelerindeki çeşitli sol partiler arasındaki bir tartışmadan hareketle örnekleyecek olursak: Bir belirlemeye göre, genel olarak sosyalizmin yıkılmasından söz etmek doğru değildir. SSCB ve Doğu Avrupa’daki sosyalizm yıkılmıştır, ÇHC, Vietnam ve Küba’da ise sürmektedir. Bu ülkelerde sosyalizmin kuruluşu uzun bir zamana yayılmıştır.

   Üzerinde durulması gereken bir görüş; ne var ki, bu görüşü savunanların kendilerini hâlâ marksist olarak tanımlamaları, bu savunun getirdiği teorik sorunlar hakkında düşünmediklerini ve önemli değişimleri –ne olursa olsun- marksizme sığdırmaya çalıştıklarını gösterir.

   Kapitalizmle birlikte yaşamak zorunda kalan sosyalist ülkeler iki yoldan birisini izlemek durumundadır: Kısaca “yetişmek ve geçmek“ olarak adlandırılan, kapitalizmle her alanda üstünlük mücadelesine girmek, ya da sosyalizmde reformlara yönelmek. İlki, SSCB ve Doğu Avrupa’da uygulanmış, bir dönem başarılı da olunmuş, sonuçta ise yıkıma varılmıştır. Bu kesim sosyalizmde reform yolunu da denemesine karşın, tüm etkinliğini “yetişmek ve geçmek“ iddiası temelinde şekillendirdiği için reformları uygulamakta başarılı olamamıştır.

    Kapitalizmle birlikte yaşayan sosyalizmde reform için tek yol vardır: piyasa sosyalizmi ya da sosyalizme kapitalizme özgü bazı unsurların dahil edilmesi. Piyasa sosyalizmi, sosyalist ekonominin yanında kapitalist ekonominin de değişik düzeylerde varolmasını öngörür. Piyasa sosyalizmi, ülke içinde, SSCB örneğindeki sosyalizme göre daha da büyük bir çatışmayı gerektirir. Ne var ki, kendisini halen sosyalist olarak tanımlayan ülkelerin, SSCB’nin yıkıldığı ve kapitalizmin eskisinden daha da egemen duruma geldiği koşullarda başka bir ayakta kalma yolu da bulunmamaktadır. (Pazar sosyalizminin ÇHC, Vietnam ve Küba’da birbirinden farklı uygulamaları vardır.)

   Bu durumda, marksizmde bir geçiş dönemi olarak değerlendirilen “kapitalizmle komünizm arasındaki toplum“, ayrı bir toplum biçimi olarak ortaya çıkar. Piyasa sosyalizminin kendine özgü bir toplum biçimi vardır. Bu toplumun yaşam süresi bilinemez; belki kapitalizme geri dönüş olacak, belki daha ileri gidilecektir. Her durumda başarısı, kapitalizmin dünyadaki durumuyla doğrudan bağlantılıdır. Kesin olan, bu toplumun en başta varlık süresinin uzunluğu nedeniyle bir geçiş toplumu olarak değerlendirilemeyeceğidir.

   Kişiler ve partiler kendilerini yine de marksist olarak tanımlayabilirler. Böyle bir tanım yıllardır süregelen bir alışkanlığın sonucu olarak ortaya çıkar. Marksizm artık kimlik olmuştur.

   Olabilir, ama bunun sürekli vurgulanan “bilimsellik“le ilgisi artık oldukça azalmıştır.

 

   VI

   Jameson’un tanımının önemli bir sonucu daha vardır: eleştirinin gücünün bölünmesi. Eleştiri güçlü bir silahtır ve marksizm onu yetkinlikle kullanır. Eleştirinin gücü, sadece eleştirilen olgunun yetmezliklerinin sergilenmesinden değil, savunulan seçenekten de kaynaklanır. Seçeneksiz eleştiri etkisizdir.

   Kapitalizmin marksist eleştirisinin gücü; sadece kapitalizmin iç çelişkilerini, yetmezliklerini, tarihsel bir özellik taşıdığını sergilemesinden değil, aynı zamanda seçenek olarak sunduğu sosyalizmin gerçekleşebilirliğinden de kaynaklanır(dı). Kapitalizmin sol eleştirisi marksizme özgü değildir. Marksizmi diğer eleştirilerden ayıran, sadece bu eleştiride bilimsel yöntemleri kullanması değil; kapitalizmden komünizme geçişi de –teorinin formüle edildiği koşullarda- hayalciliğe kapılmadan ortaya koymasıdır.

   Bu nedenle; sosyalizm teorisi marksizmden ayrılamaz, marksizm kapitalizm eleştirisine indirgenemez.

   Yaşamış sosyalizmin çözülmesi, marksizmin kapitalizm eleştirisinin gücünü de etkiledi. 50-100 yıl önce bu eleştiri daha etkiliydi; çünkü seçenek ya henüz hayata geçmemişti ya da uygulamasının başarılı bir dönemindeydi. Seçeneğin başarısızlığı eleştirinin gücünü de zayıflatmaktadır. Kapitalizmin ortadan kalkması gerektiğine inanan insan sayısı, sosyalizme inananlardan hayli fazladır. Eleştiri, ne denli yetkin olursa olsun, inandırıcı bir seçeneğin yokluğunda, etkisi zayıflamaktadır.

   Günümüz kapitalizminin anlaşılması ve eleştirilmesinde sosyalist düşüncenin önemli işlevi vardır. Finans piyasalarının işleyişinin öncelikle marksist olan ya da olmayan sosyalistler tarafından kavranılmış olması önemli bir göstergedir. Ne ki, marksizmi (daha doğrusu marksizm-leninizmi) kendisine rehber edindiğini her fırsatta açıklamış sosyalist bir ülke 74 yıl, diğer sosyalist ülkeler de en az 40 yıl yaşadıktan sonra çözülerek ortadan kalkmışlardır. Yaşanmış ve insanlığın hafızasında derin izler bırakmış bir olguyu olmamış saymak mümkün değildir.

   Marksizmin kapitalizm eleştirisinin artık eski etkiyi yaratamamasından hareketle, Jameson’un sosyalizm teorisinin neden marksizm dışına çıkarmak istediği anlaşılabilir; ama bu çözüm değildir.

   Marksist sosyalizm teorisi, yaşamış sosyalizmden oldukça farklıdır, yaşayacak olanlardan büyük farklılıklar taşıması da kuvvetle muhtemeldir.

 

   VII

   Marksizmin sorunları sadece sosyalizm teorisiyle sınırlı değildir.

   Marksizm insanın zorunlu çalışmadan kurtularak, sahip olduğu yetenekleri geliştirerek kendini tüm boyutlarıyla gerçekleştirmesini amaçlar. Özgürlük istemek yetmez, onun nasıl  ve kimler tarafından gerçekleştirilebileceği de ortaya konulmalıdır. Marksizme göre insanlığı özgürleştirebilecek olan işçi sınıfıdır. Bu sınıf kendi konumunu yadsırken gerçekte tüm insanlığın içinde bulunduğu koşulları yadsır. İşçi sınıfı sanayi üretiminin koşulları nedeniyle gittikçe büyük işyerlerinde toplanır; ortak tutum geliştirmesi ve toplu davranması kolaydır.

   İşçi sınıfının en yoğun olduğu Batı ülkelerinde yıllardan beri böyle olmadı ve bunun açıklaması vardı: Sömürgelerden elde edilen artığın bir bölümünün sınıfa verilmesi, sendika yöneticilerinin ve bazı sosyalist önderlerin kapitalist sisteme entegre olması, böylece işçi sınıfının pasifleştirilmesi. Bu açıklama yaklaşık on yıldan beri artan oranda geçerliliğini yitirmektedir.

   1990 yılların başlarında kapitalizmin teknolojik alanda ciddi br sıçrama yaptığı açık olarak ortaya çıktı; sonraki yıllarda bu gelişmeye uygun olarak üretim süreci yeniden örgütlendi. İşyerleri gittikçe küçülmeye, işletmeler otomasyon ve rasyonelleştirme gerekçesiyle sürekli işçi çıkarmaya –buna karşın kazançlarını arttırmaya- başladılar. Dahası, artan sayıda çalışanın çalışma yaşamı parçalanmaya başladı. Artık bir işyerine girip orada yıllarca çalışmak tarihe karışıyordu. Sözleşmeler belirli bir zaman süresince yapılıyor, sonra –tümden işsiz kalınmazsa eğer- genellikle işyeri değiştirmek zorunda kalınıyordu. Büyük sayılar halinde birarada bulunmak, birbirini yıllardır tanımak gibi ortaklaşa tavır geliştirmenin ve harekete geçmenin temeli olan olgular önemli oranda zayıfladılar. Çalışanların küçük gruplara bölünmesinin, giderek atomize olmasının süreceği anlaşılıyor. Bu gelişmenin yansımalarından birisi, sendikaların sürekli üye kaybetmesi oldu.

   İşçi sınıfı –kimi iddiaların aksine- ortadan kalkmadı, ama bu sınıfı toplumu değiştirme eyleminin merkezine oturtmak –gelişmiş kapitalist ülkelerde- gittikçe daha zor duruma gelmektedir.

   Çalışmayanların sayısının sürekli artması, çalışanların da gittikçe artan bir bölümünün ancak sürekli iş değiştirerek ve haftada 20 saat civarında çalışıyor olmaları, gelişmiş kapitalist ülkelerde gittikçe yaygınlaşmaktadır.

   Konumuz olmadığı için kısaca belirterek geçeceğiz: ABD’deki işsiz sayısının azlığı yanıltıcı olmamalıdır. Kimin işsiz sayılacağı işsizin tanımının nasıl yapıldığına bağlıdır. Bir önceki hafta bir saat çalışmış kişinin bile işsiz sayılmadığı bir ülkede, işsiz sayısının sayılara yansıyandan oldukça yüksek olduğu kolaylıkla tahmin edilebilir. Bir başka örnek Fransa’dan: Postacılık için açılan bir sınava üniversite öğretim üyeleri de başvuruyor. Postacılığın çekici yanı ücretin fazla olması değil, devlet memuru olduğunuz için işten çıkarılamıyor olmanız. Şu anda sözleşmeli çalışan birçok kalifiye eleman işini kaybetme korkusuyla yaşıyor.

   Sadece düşük ve orta derecede ücret alanlar değil, yüksek ücretlilerin önemli bir bölümü de derin bir güvensizlik içindedir. Kalifiye elemanlar arasındaki ayrışma, on yıl öncesiyle karşılaştırılamayacak kadar yüksektir. Sadece elektronikçiler ve bilgisayar uzmanlarıyla, fizik ve biyolojide uzmanlaşmış kişiler için ise, yakın gelecekte sorun yok gibi görünmekte, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki bu durum daha geri ülkelere de yayılmaktadır.

   Kalifiye çalışanlar arasında bile durum böyle iken, daha az kalifiye olanların kolaylıkla işten çıkarılabileceği, üretimin ihtiyaçlarına göre bir alandan ötekine gönderilebileceği; bunun da “üretimden gelen güç“ün kullanılmasında ciddi zayıflıklar yaratacağı açıktır.

   Denilebilir ki, kapitalizmdeki gelişmeler sonucu işçi sınıfının önemi azalmakta, ama marksizm geçerliliğini eskisi gibi korumaktadır. Toplumu değiştirmenin temel gücünün işçi sınıfı olmadığı bir marksizm, nasıl bir marksizm olur acaba?

 

   VIII

   Marksizm bir bilim midir? 19 yüzyıl ve öncesinde zeki ve yetenekli kişilerin çevrelerinde gördükleri derin haksızlıklara karşı çıkan ve büyük oranda akıl yürütmeye dayanan sosyalizmlerin ütopik, çeşitli konularda bilimsel verilere dayanan marksizmin ise “bilimsel sosyalizm“ olarak adlandırıldığını biliyoruz. Marksizm, kendisinden önceki sosyalizm anlayışlarına göre gerçekten bilmseldir, ancak bilimsel yöntem ve veriler kullanmakla bilim olmak birbirinden ayrı şeylerdir.

   Sosyal bilimlerdeki bilimsellikle doğa bilimlerinin bilimselliği birbiriyle ilgili, aynı zamanda da ayrıdır. Sosyal  bilimlerin öznesi insandır; aynı koşullar hiçbir zaman olmaz, deney sonuçları –o da her zaman değil- en fazla genel bir çerçeve içinde uyumlu olabilir. Doğa bilimlerinin bir önceliği daha vardır: Gerçeği değiştirmek daha kolaydır. Bilimde “doğru“, o dönemde daha iyisi bulunamadığı için “doğru“dur. Bu nedenle, tüm “doğru“lar geçicidir. Toplumlar için ise “doğru“nun geçiciliği daha uzun bir dönemi kapsar. O ana kadar geçerli olan “toplumsal doğru“, bundan sonraki “doğru“ların belirlenmesine katılacak insanı önemli oranda şekillendirir. Bir sonraki “toplumsal doğru“nun ne olacağı, yanlışlığı alışılmış bile olsa önceki “doğru“nun ne olduğuna yakından bağlıdır.

   Sosyal bilimlerin de yasaları vardır, ama bunlar doğa yasalarından farklıdırlar. Toplumsal yasalarda hipotez (önkabul) daha önemli bir yer tutar. Bu, sosyolojiye göre daha objektif gibi görünen ekonomide bile böyledir. Benzer parametreler benzer sonuçlara yol açmazlar. Ekonomi, insanın dışında ya da ondan büyük oranda bağımsız çalışan bir “bilim“ değildir. Bunun en açık örneği, kapitalizmdeki kriz yönetimidir. Kapitalizm yıllardan beri krizle birlikte yaşamakta, ama kriz –parametreler uygun olduğu halde- 1929’daki boyutlarına ulaşmamaktadır. Eskisine göre daha zayıftır ama süreklilik göstermektedir. Kapitalizmde krizler kaçınılmazdır, ama bu krizlerin boyutları ve sonuçları, özellikle devlet müdahalesiyle yürütülen kriz yönetimi nedeniyle eskisinden oldukça farklıdır. Tarihin yasaları deney yoluyla da olsa sadece sosyalistler tarafından öğrenilmemektedir.  

 

   IX

   Okur, buraya kadar yazılanlardan, günümüzde marksizmi savunmanın ancak onu tanınmaz duruma getirerek ya da yaşanmış olanı yok sayıp “saf teori“ye dönülerek mümkün olabileceğini anlayabilir. Bir başka yol da seçmeci anlayıştır. Teorinin bütününü değil, bir bölümünü –diyelim materyalist diyalektiği- savunursunuz ve böylece de marksizmi savunduğunuzu zannedersiniz. Oysa ki, maddeci diyalektiği savunmak için sosyalist olmak gerekmez. Ekonominin gözde teorilerinden “oyun teorisi“ (ya da oligopol teorisi) maddeci diyalektik olmadan kurulamazdı. Jameson örneğinde de görüldüğü gibi, marksizmin bir bölümünü teorinin tamamı gibi ele almak, çözümden çok sorun vardır.

   Biraz köşeli de olsa şöyle bir saptama yapmak mümkündür: Bugün marksistlerin dünyayı kavramalarının önündeki en büyük engel marksizmin kendisidir. Teorinin fetişleştirilmesi, bir kimlik ifade etme aracı durumuna getirilmesi, parçaların bütünsellikten koparılması, marksizmin her sorunu kapsadığından hareketle marksizmin hayata değil hayatın marksizme uydurulmaya çalışılması; sonuçta hayatla bağlantının azalması; başka bir deyişle gerçeklilik duygusunun kaybedilmesi… Çeşitli ülkelerdeki çok sayıda marksistin karşı karşıya olduğu durum budur.

    Sonuçta şu sorulabilir: seçenek nedir, neden marksizmin yerini başka bir teori almıyor, ya da akıllı ve bilgili olduğundan kuşku duyulmayacak birçok insan neden tüm çabalarına karşın marksizmin azçok bütünsel bir gelişmesini sağlayamıyorlar?

   Yanıt zor değil; ancak konuya biraz dışarıdan bakabilmeyi, açıklamalarında tarihselliğin büyük yer tuttuğu marksizmin kendisinin de tarihsel bir özellik taşıdığını anlamayı gerektiriyor.

   Aydınlanma çağı, insan düşüncesinin materyalist sistemleri kurduğu bir çağdır. Sistem kurmak dine özgü olmaktan çıkmıştır. Marksizm de bu dönemin ürünüdür. Sadece toplumla ilgili konularda değil, doğa bilimlerinde de materyalist ya da idealizmle karışık sistemler vardır. Kabaca 1930’lu yıllardan başlayarak artık sistem kurmak olanaksızlaşmış, bu özellik o yıllardan sonra gittikçe daha açık duruma gelmiştir. İnsan kendisi, toplum ve evren hakkındaki bilgisiyle bir sistem oluşturamamaktadır. Bunun nedeni sadece bilginin çok çeşitlenmesi, bilimlerin artan sayıda alt bölümlere ayrılması değildir. Asıl önemli olan, çeşitlilikteki uyumsuzluktur. İnsanlık yıllardan beri doğa bilimlerinde bile bütünselliğe ulaşamamakta, fiziğin iki büyük alanı, görelilik ve parçacık mekaniği tek teoride biraraya getirilememektedir. Gelecekte bütünsellik sağlanabilir mi, bilinmez, ama yıllardır harcanan çabaya karşın durum budur.

   Günümüzün sosyalist teorisinin de insanlığın düşünce düzeyinin içinde bulunduğu genel durumdan ayrı olması düşünülemez. Bütünsel teori ihtiyaçtır, ancak buna sadece sosyalist düşüncede ulaşılmaz. Bu nedenle, günümüzdeki sosyalist teorinin, 19. yüzyıl sonundaki sosyalist teoriye göre daha parçalı, daha az bütünsel özellik taşımak zorunda olduğu söylenebilir.

   Marksizm, içi koşullara göre sürekli değişen içeriklerle doldurulabilecek bir teori değildir. Marksizm; sosyalizm tarihinde büyük yeri olan, kendinden sonraki teorilere çok şey verecek, ama tarihsel işlevini tamamlamış bir teoridir.

 

   X

   SSCB ve Doğu Avrua ülkelerindeki sosyalizm kötü bir sistem olması nedeniyle ortadan kalkmadı. Hatalar ve eksikler fazlasıyla vardı, ama bu ülkeler insanlığın büyük çoğunluğu için oldukça iyi şeyler de yaptılar. Nazizmin yenilgisi en başta SSCB’nin eseridir; Avrupa’nın yarısı sosyalist olmasaydı eğer, Batı Avrupa’da sosyal devlet belki de hiçbir zaman hayata geçmeyecekti; sömürge sisteminin çözülmesinde sosyalist sistemin önemli rolü vardır. Angola, Küba, Vietnam ve sayılabilecek başka ülkelerin insanları -1991 sonrasında ne kadar geriye adım atmak zorunda kalsalar da- geçmişten daha özgürseler eğer, bunda sosyalist ülkelerin büyük payı vardır.

   Kalaşnikof tüm dünyada yıllarca özgürlük simgesi olmuşsa, bunun açık bir anlamı vardır.

   Sosyalizm, kapitalizmi de kuvvetle etkiledi. Geçtiğimiz yüzyıl kapitalizminin tarihi, bu nedenle; sosyalizm öncesi, sosyalizmle birlikte ve sosyalizm sonrası olmak üzere ayrımlanabilir.

   SSCB ve Doğu Avrupa sosyalizmi sonuçta neden yenildi? Kısaca; iddiaları çok büyüktü. Kaynakları ve bazen sonuna  kadar zorlanarak gösterdiği performans onları gerçekleştirmeye yetmedi. Sonuçta, en başta kendi insanının gözündeki inandırıcılığını kaybetti.

   Sosyalizm kendini tarihe ve teoriye hapsetti. Kapitalizmdeki esnekliği gösteremedi, sonuçta kapitalizm karşısında çözülerek varlığı sona erdi.

   İnsanlığın özgürleşme mücadelesi durmayacaktır, ama marksist sosyalizme de artık hiç sığmayacaktır.

 

   XI   

   Bitirirken sürekli güncel olmuş o spekülatif soru sorulabilir: Marx öldü mü? Neden ölsün? İnsanın kendini, toplumu ve evreni anlamasına Marx’dan daha az katkısı olmuş Adam Smith, August Comte, Max Weber ve isimleri sayılabilecek daha birçok kişi, o kişilerin düşünceleri eksen alınarak günümüzü kavramak mümkün olmasa bile öldü mü? Bazı görüşleri halen geçerli olmakla birlikte düşüncelerinin büyük bölümünün geçerliliği geride kalmış Max Weber büyük bir sosyologtur. Düşüncelerinin ölüp ölmediği kimse tarafından sorulmaz. Sorunun Marx için sorulması, O’nun kapitalizm karşıtı eylemci bir teorisyen olmasından kaynaklanır.

   Politik düşüncesi ne olursa olsun herkesin Marx’tan öğreneceği şeyler vardır. Örneğin kapitalizmin küresel çapta yayılma özelliğini ilk vurgulayan Marx’tır.

   Marx’tan öğrenmek için marksist olmak gerekmez… 

 

   NOT: Bu yazıdaki marksizmin değerlendirilmesiyle ilgili temel görüşler ilk kez Eylül 1994’te İstanbul’da çıkan “Sosyalizmin Sorunları Kitap Dizisi“nin ilk sayısında ifade edilmişti. Türkiye’de sosyalist olmak ve aynı zamanda marksist olmamak anlaşılır bir şey değil. Önemli değil, hayat öğrenmeye biraz açık olan herkese öğretmektedir. Marksist olmayan bir sosyalist olmak, ne anti-sosyalist olmayı ne de uçuk anlayışlara kapılmayı gerektirmiyor.

   “Seçenek nedir, ne yapılabilir?“ gibi sorular sorulabilir ve bunlara tam şekillenmiş olmasa bile verilebilecek yanıtlar vardır; ancak dergi için biraz uzun olmuş bu yazıyı artık bitirmek gerekiyor.

 

Avrupa ve Türkiye’de Yazın, Sayı 96, 2001