Şuanda 25 konuk çevrimiçi
BugünBugün855
DünDün2214
Bu haftaBu hafta9590
Bu ayBu ay30592
ToplamToplam10192646
Kimlikleriniz lütfen... PDF Yazdır e-Posta
İdris Köylü tarafından yazıldı   
Cuma, 24 Nisan 2015 06:37


Bir günlük gazetenin sekiz sütuna manşet haberinde yer alıyordu. İstanbul’da bir tiyatro topluluğunun badem bıyıklı oyuncularının üzerlerinde Nazi üniformalarıyla Beyoğlu’nda ne işleri olabilirdi ki? Haberin ilk satırlarını yakından okuyunca dehşete düşüyorsunuz. Nazi üniformalı adamlar Beyoğlu caddesini kesmişler, gelenden geçenden kimlik soruyorlar. Kimlik bitte… Kimklik bitte… Kimlik bitte… Kimlikleriniz lütfen… Hiçbir itiraza mahal kalmadan cicili bicili beyler hanımlar, yakışıklı delikanlılar, genç kızlar, gelen geçen kim varsa Nazi göstericilere bir zorluk çıkarmanın ötesinde onların işlerini kolaylaştırmak için kimliklerini cüzdanlarından, çantalarından çıkarıp sıraya geçmişler Nazilerin eline uzatıyor. İtirazsız uzatılan kimlikleri inceleyen Nazi kılıklılar kimlik sahibini şöyle bir yukarıdan aşağı süzüp, yarı alaycı, kaş göz işaretleri, aşağılayan mimiklerle inceledikleri kimlikleri iade ediyorlar… “Kimlik bitte” merasimi yarım saat ile kırk beş dakika arası sürmüş ve bu sürede kimlikleri incelenen hiç kimse nezaketini bozup “siktir git” deme küstahlığında da bulunmamış… Valla iyi de olmuş, uluslararası camiada misafirperverliğimize leke sürülmemiş, ele geçen bu tarihi fırsat bize yakışır şekilde nezaketle sürerken… O da nesi!... Orta yaşlı bir kendini bilmez bir yumrukla kimliğini isteyen Nazinin suratını dağıtıyor… Bu haddini bilmezin nüfus kaydındaki kimliğinin pek önemi olmasa da kişilik kimliğini elbette bildiniz… Suratına tokatı yiyen Tiyatro oyuncusu yediği tokatın acısına aldırmadan gülmeye başlıyor… Tokat atan adamı kucaklıyor, teşekkür ediyor… “Binin üzerinde kişinin kimliğini kontrol ettik, bir kimse çıkıp da “ Nazilerin burada ne işi var demedi” diyor…

Bilmediğimiz bir takvim günüydü, İsadan çok önce… Zeustan ve Gılgamıştan öte bir zamandı. Tunç mayalı kılıçların kanlarıyla yazılmamıştı henüz kutsal kitaplar…Bir şafak vakti toplandığımız meydanda tutuşturuldu elimize kimliklerimiz. Önce birbirimize baktık aval aval, sonra ne işe yarayacağını bilmediğimiz kimliklerimize. Kabullendik. Hemen mi, daha sonra mı, endişeyle mi yaksa umursamazlıkla mı?. Ne önemi var ki bunun, bu gün  binlerce yıl sonra kimliklerimizle kişiliğimizin yer değiştirdiğinin farkında bile değilsek… Değil farkında olmak, kimlikli olmayı kişilikli olmaya yeğ tutuyorsak… Aldık kimliklerimizi yerleştirdik koynumuza. Kimliklerimiz dağıtılırken verdik kişiliklerimizi kurtulduk bizi insan yapan yükten de böylece… Bir tek hayvanlarla çiçekler kabul etmediler kişiliklerinin karşılığında kimlik edinmeyi. Ve biz insanlar bir kimliğimiz olduğundan dolayı üstün saymaya başladık kendimizi doğanın devasa sayıdaki diğer sahiplerinden… Bir çiçeğe yasemin, begonya, gül ya da karanfil adını vermemizden değildi yeryüzü ile gökyüzü arasını rengârenk gökkuşağına boyamaları, buram buram kokulara bezemeleri… Kimi canlıları Arslan, Kaplan, Kurt, Martı ya da Kumru olarak adlandırmaz onların umurlarında bile olmadı. Neyse oydular. Ne kökenlerine ait bir dünya savaşı çıkardılar, ne de güya inançları adına cephe savaşları başlattılar… Ne istilacıydılar, ne de yağmacı… Hiçbir hayvanın adı Hitler, Musolini, Salazar, Franko olmadı…  Hala kıs kıs gülerler insanın bu anlamsız ahmaklığına. Yarı aydınlık gecelerde acem hançeri gibi yalım yalım yanan kimliklerimizin şarjörünü yeniledik durmaksızın. Zıvanadan çıkmıştık ve emirler alıp vermeye hacet de yoktu. Kendi cellâdımızı itinayla büyütmüştük içimizde zaten.  Ateeeşşş,ateeeşş, ateşşş…Her tarafa ve herkese…   Her atışımız tam isabet… İnsanın hedefinde insan vardı… Öldürmeyi öğrendik böylece ve madalyalarımız göğüslerimizi süslerken mağrur ve muzafferdik. Her gün daha fazla öldürdük, her gün daha çok öldük, daha çok öldürüldük ve meslek edindik öldürmeyi aşağılayarak hayatı, yaşatmayı, yaşamayı… Aslında sende öldürdüğüm bendim… Seni öldürürken ben kendimi öldürüyordum… Ve elhamdülillah ki bize insan olduğumuzu hatırlatan bütün emarelerden kurtulduk böylelikle… Öldürmek yiğitlikti, ölmek şehadet…  Tuz torbası gibi sırtımızda taşıdığımız,  kalbimizin koruma kalkanı kişiliğimizi de kaldırıp attık uzak, derin kör kuyulara… Bu yükten de kurtulduk elhamdülillah…   Artık insan olmadan önce Türktük, Kürttük, Ermeni ve Lazdık… Belki Avrupa’nın doğusunda bir Yunanlı, Belki de Afrika’nın batısında bir Gine-Bissaulu… Hıristiyan’dık, Müslüman’dık, Yahudi veya Hindu… Çeşit çeşit, boy boy… Bir çocuğun bokuyla oynadığı gibi oynayacağımız bir oyuncağımız vardı artık ve torunlarımıza miras bırakmak için oyuncaklarımızı, yasalar oluşturduk, kanunlar yaptık kuşaktan kuşağa sürüp giden… Bok böyle bulaştı elimize ve biz onu kutsadık.

Zeusu olimposun tepesine “ tapan” kimliklerimizle biz çıkardık ve sunaklarda kurban olarak kanımızın akıtılması için sıraya girdik. Zeus, bizi öldürülmeye layık bulduğu için minnettar kaldık. Neron Romayı yakarken “Romalı” kimliğimizle hayran olduk. İskenderin kılıcından akan kanı, Cengiz Hanın kimliklerimiz üzerinden dünyayı kan deryasına çevirmesini şölenlerle kutladık. Hitlerde ırkçı kimliğimiz, inanç katliamlarında dualarla kutsandı. Kutsal kitaplar da böyle diyordu: Bizden olmayan öldürülür…

Beşbin yaşındayım. Beşbin yıldır giderek uzaklaştığım, bir yerlerde unuttuğum, dilimin ucuna kadar gelip aklıma gelmeyen bir şeyler var. Bazen “ işte orada, tam orada” deyip el yordamı bir reflekse elimi uzattığım, ıssız bir yerlerde aradığım, uzansam tutulacak kadar yakın bir yerlerde olduğunu bildiğim bir şey var… Bir şey var yüzüme aydınlığı vuran, içime sevinci doğan bir şey var.. Kaybettiğim bir şey, arasam bulabileceğim bir şey. Bazen gaipten bir ses gelir kulağıma “ kirlerinden arın da gel”… Çocukluğum gelir aklıma. Bir kırlangıç peşinde dağ tepe, yağmur çamur demeden koştuğum çocukluğum… Gök kuşağını tutmak için dağdan dağa uçtuğum çocukluğum… Aynen öyle koşarım ardından… Rüzgâr hızıyla koşarım, ardıma bakmadan koşarım, nefes nefese koşarım. Ben koştukça o kaçar. Ben nefeslenmeye durunca o da durur. Sonra yine koşmaya başlarım, ben koştukça o kaçar… Sinirlenirim, bağırıp çağırırım. Kırık bir ses tonuyla “ sen beşbin yıl önce terk ettin beni ama ben buradayım, kimliğini çöpe atıp gel. Kimliğin ve ben… Ben yaşamım, o ölüm”…

Ulaşamam… Ölüme ve öldürmeye, yok etmeye yeminli kimliğim ağır bir cephanelik gibi çöker omuzlarıma, bacaklarımın dermanını tüketir, tökezler kalırım. Çaresizliğimin üzerine mum diker Türklüğüm, Kürtlüğüm, Ermeni yahut Rum oluşum, Müslüman ya da Hıristiyan oluşum, alevi ya da Sünniliğim…  Bakakalırız birbirimizin yüzüne…

En delişmen çağımızda sevişmelerimiz geceyi delen bir kurşun gibi yakalanır kimliklerimize… Gecenin çırılçıplak bir vaktinde kaygısız bir sevişmenin ortasında gözümüz pencerelerdeki gölgelere, kulağımız kapı tıkırtılarına takılır kalır. Şimdi ev basılacak… Kabzaları iskeletli polisler akbabanın avına yüklendiği gibi yüklenecekler kapılara, pencerelere, duvarlara… “Kimlikleriniz” diyecekler, bir ellerinde kişiliğimize vurulmaya hazır kelepçeleriyle… Biz kişiliğimizi hatırlayacağız mahzun, öfkeli, kederli… Eyvah dememiz kar etmeyecek o an.  Belki düşünme yetimizi de tamamen kaybetmemişsek görünmez bir elin kimliklerimize feda ettiğimiz kişiliklerimizi yok etmek üzerine kurdukları planların, muhasebe kayıtlarında yer alan kazançların rakamsal sonuçlarından ürküp irkileceğiz. Onlar, bir gün kişiliklerimizi hatırlayacağımızdan, zulüm şatolarının başlarına geçeceğinden vebadan korkar gibi korkarak yarının daha büyük projelerini hazırlıyor olacaklar, direktiflerini verecekler uzmanlar ordusuna: Sadece polisin kimlik sorması yetmez, herkes birbirinin kimliğini sorsun”…

Kimlikleriniz lütfen…