Şuanda 75 konuk çevrimiçi
BugünBugün1443
DünDün2294
Bu haftaBu hafta7415
Bu ayBu ay41152
ToplamToplam10157707
Barış mı, ne barışı! PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Pazartesi, 12 Eylül 2016 18:47


Abdullah Öcalan uzun bir aradan sonra kardeşiyle yaptığı görüşmede, “Önceki süreci biz bitirmedik. Devlet istesin, altı ayda bu işi hallederiz” demiş.

Devlet istemiyor, yeterince açık herhalde!

Ölümler, baskılar, tutuklamalar, keyfi hapis cezaları sürecek…

Bir dönem hayata geçen çözüm sürecinin kırılgan olduğunu hayalci olmayan herkes biliyordu. Devlet gibi PKK de bu süreci kullandı. Böyle de olmak zorundaydı. Tarafların birbirine güvenmemesi son derece normaldi.

Devlet kalekol yapımı, yeni silah alımı, askerde profesyonelleşmeyle birlikte uzmanlaşmayı artırmaya çalışırken; PKK de Kürt yerleşim yerlerinde yerel örgütlenmeye hız verdi.

Devlet insansız hava aracı yapımına hız verdi ve sonunda silahlı İHA yapımına geçti. Şu anda ne oranda güvenliklidir, bilinmiyor ama böyle olması uzun sürmeyecek gibi görünüyor.

Orduda profesyonelleşme yüzde 40 oranına ulaştı. Şunu anladılar: PKK’ye karşı askeri olarak 18 ay askerlik yapanlarla bir şey yapamazsınız; profesyonel askerler gerekir.

Çözüm sürecini bitiren değişik nedenler sayılabilir ama en önemlisi Rojava oldu.

Önce Rovava’nın İslam Devleti tarafından yok edilmesini beklediler ve buna destek oldular. Eğer ABD bombardımanı olmasaydı Kobane düşebilirdi de…

Baktılar olmuyor, ateşkesi bitirdiler.

Daha önce de yazmıştım, Rojava’nın mimarı Türkiye’dir.

PKK bu bölgede yıllardan beri çalışma yapıyordu ama açıkça ortaya çıkamıyordu. Çıksaydı zaten küçük bir bölge, merkezi Suriye devleti tarafından yok edilebilirdi.

Suriye’de merkezi devlet zayıflayınca –bunda Türkiye’nin önemli katkısı vardır- Rojava’nın ortaya çıkış şartları doğdu.

Politikada bir adım atarsınız ama sonuçlarının neler olabileceğini önceden tam olarak bilemezsiniz. Rojava bu konuda iyi bir örnektir.

Türkiye Suriye topraklarına girdi ve güvenlikli bölge oluşturmaya çalışıyor. Kürt kantonlarının birleşmesi bilinmez bir zamana kaldı. Bu kantonların birleşmesi Türkiye sınırında adına devlet denilmese bile devlet benzeri bir oluşum demekti ve Türkiye de bunu mutlaka engellemek istiyordu.

Türkiye’nin Suriye’ye girişi bu ülkenin kendisini ABD ve Rusya Federasyonu’na bir oranda dayatabilmesinin sonucudur. İD ile mücadele işin örtüsüdür. Belli oranda mücadele de edilebilir, neden olmasın!

O seni kullandı, sen onu kullandın ve iş bitti; artık savaşabiliriz!

Bu durum ileride yeniden müttefik olunmayacağı anlamına gelmez.

Türkiye içine gelince…

Kürt belediyelerine kayyum atanması da gösterdi ki, ne barışı, savaş her cephede yoğunlaşarak sürecektir.

Denilecektir ki, PKK’nin yok edilmesi mümkün değildir.

Bunu devlet de biliyor. Eskiden belki yapılabilirdi ama artık olmaz. Devletin amacı Kürt hareketini mümkün olduğu kadar küçültmek, etkisini sınırlandırmaktır.

Çözüm süreci bundan sonra devreye girebilir.

Devlet çözümden yana ama kendi istediği türden çözümden yana…

Kürtlere yeterince hak verilmiştir, daha fazlasını istemeyin…

Belki küçük bazı genişlemeler yapılabilir ama devletin çözümü bu kadardır.

Çözüm, tarafların güç dengesine göre şekillenir. Daha güçlü olan kendini daha iyi dayatır. Anlaşma yapılması gerektiğinin iki taraf da farkında olsa bile, nasıl bir anlaşma yapılacağı, masaya kimin daha güçlü oturacağı sorunu vardır.

Son bir yıla bakıldığında devletin daha ağır bastığını söylemek mümkündür.

Kürtler içindeki ayrışmayı korudular.

Bazı Kürt yerleşim birimleri tahrip edilirken “Geziciler nerede?” diye soranların aklına, Kürtlerin geriye kalanı nerede? diye sormak gelmedi.

En büyük Kürt kenti İstanbul; İzmir, Bursa, mersin, Adana’da da çok sayıda Kürt yaşıyor.

Bunların bir bölümü AKP’li, bir bölümü ise pasif HDP’li… Seçimde oyunu verir, başka da bir şey yapmaz.

Devlet Kürt kitlesinin ortak duygulara sahip olmaması konusunda hassastır. Öcalan’ın durumu böyle bir duygu sağlayabilirdi, hemen görüş izni vererek engellediler.

İkinci olarak, Türkler arasındaki büyük sessizlik ve hatta destektir.

Hükümetin ve devletin PKK’ye karşı politikası genelde destek görüyor.

Böyle bir ortamda barış için sesini çıkaran akademisyenlere ve yazarlara büyük saygı duymak gerekir. Genel bir korku ortamında seslerini çıkardılar. Fatura neyse ödemekten de çekinmiyorlar.

Gelecek yazıda bu konuyu işleyeceğim: 12 Eylül günlerinde bile bu korku yoktu.

12 Eylül 1980’den sonra birkaç ay daha Türkiye’deydim. İnfazlar vardı, yoğun işkence vardı ama bugünkü derecede korku yoktu.

Bu korkunun nedenini işlemeye çalışacağım.

Barış ihtimali görünmüyor.

Bu iş dışarıdan göründüğü gibi de değildir.

Avrupa Barış Meclisi vardı, tarihimizin ilk barış gazetesini de birkaç sayı çıkardı.

Lafa değil de pratiğe bakıp konuşursak, Avrupa ülkelerinde sayısı hiç de az olmayan Kürtlerin –sayısını bilemem ama küçük olmayan bir bölümü- böyle bir faaliyetin yürütülmesini istemiyordu.

Türklerin kendilerine fazla muhtaç olmadan faaliyet göstermesi hoşlarına gitmiyordu.

Türkiye solunda PKK’siz hiçbir şey olan tipler var, galiba bunu bekliyorlardı.

Türkiye’de barış için imza veren akademisyenler, bu suça ortak olmayacağız diyenler, barış istedikleri için hapsedilen yazarlar bunun için özellikle önemlidir.

Bu insanlar vicdanlarının sesini dinledikleri için barış istiyorlar…

Var olmak için PKK’ye ihtiyaçları bulunmuyor, alanlarına özgü faaliyetleriyle zaten varlar.

Bu durumu Kürt politikacıların da iyi anlamasında yarar bulunuyor.

Birlikte ilerlenmesi gereken daha uzun bir yol var ve yol arkadaşlarınızın bir bölümünün de varolmak için size ihtiyacı yok.

Onlar akıl ve vicdan sahibi oldukları için buradalar ve gerekirse bedelini de ödüyorlar.