Şuanda 114 konuk çevrimiçi
BugünBugün308
DünDün2979
Bu haftaBu hafta6758
Bu ayBu ay39457
ToplamToplam10201511
Utanmak PDF Yazdır e-Posta
İdris Köylü tarafından yazıldı   
Cumartesi, 12 Kasım 2016 21:05


Hakkımda açılan bir soruşturmada yanımda olmak istedi, savcıya birlikte gittik. Malum dönemde benim değilse de birlikte yargılandığımız arkadaşlardan birinin veya bir kaçının avukatıydı, tanışıklığımız oralardan geliyordu. Cezaevi çıkışından sonra onunla epey bir zaman sonra karşılaştık, kucaklaştık. Hal hatır sormalar, o günlere ilişkin sohbetler, şakalaşmalar, takılmalar… Sonraki günlerde aynı mesleğin mensupları olmuştuk. Hakkımda açılan bir soruşturmayı duyunca birlikte gidelim dedi, kabul ettim… Onun bürosu adliyeye daha yakındı, akşamüstüydü ve acıkmıştık. Sipariş verilen yemeği beklerken ana caddeye bakan pencereden dışarıyı seyretti uzun bir zaman. Yanına yaklaştım, yüzündeki hüznü gizleyip saklamaya çalışıyordu. “Abi hayrola, daldın” dedim. Gözüyle caddeyi işaret etti, acelesi olan insanların telaşıyla birbirini çiğneyip geçen kalabalığı gösterdi. Anlamadım, anlamadım. O saatlerde biz de o caddedeydik ve biz de acelesi olan insanların telaşıyla koşuşturuyorduk. Olağanüstü ne olduğunu anlamadım. “Şu gördüğün kalabalıkların dedi hepsi, üç kağıtçı, namussuz, hırsız, p..venk, hayatını ortaya koyduğun insanlar bunlar işte, hiç birinin ciğeri beş para etmez, anladın mı?”…Hiç ses çıkarmadım, kendime acele bir iş çıkararak, “görüşmem var, geç kaldım, gitmeliyim” bahanesiyle apar topar uzaklaştım… Şimdi her gün arşınladığım o caddede, o insanların içindeydim işte. Yönü belirsiz, nereye gideceğini bilmeyen şaşkınlar gibi yürüdüm. Evet, o caddedeki kalabalıklar geleceğimizi hiçe sayarak, uğurlarına işkencelere çekildiğimiz, hapisler yattığımız insanlardı da bu abim yaş ve tecrübe olarak benden ileride olmasına karşın o feveranı neydi, işkencelere çekilmeler, hapislerde yatmalar devrimcilerin yaşamında zorunlu duraklar değil miydi, sürpriz miydi yani, bir olağan durumun bu kadar büyütülmesinde benim anlamadığım bir yan olabilir miydi?... Üstelik savaşılan düzenin bu insanları kendi dışına ittiği, can ve geçim derdine düşürdüğü, kan kustururken kızılcık şerbeti içtiğine inandırdığı, yutturduğu bir sır mıydı? O günden sonra bu abimle pek görüşmek istemedim canım, tesadüfi karşılaşmalarda baş eğişi selamlaşmalar dışında bir araya gelişimiz olmadı… Şimdi ne yapar, neyler, bilmiyorum.
Yaşam tarzım gereği içinde yaşadığım insanların ruh halini, kişiliğini tanıma fırsatım olmadı, feveran eden abim haksızdı, belki bir şeye canı sıkılmıştı da istemeden öyle deyivermişti… Bizim halkımız temiz ve pürü paktır, sadedir, doğrudur, dürüsttür. Riyakar, yalancı, hilebaz olamazlar… Halkımız kutsaldır… “Şu gördüğün insanların hepsi, namussuz, fırsat düşkünü, üçkâğıtçı, hırsız, riyakâr, yalancı” … Abimin gözlerini iri iri açarak, her sözcüğün üstüne basa söylediği sözler yıllarca kulaklarımda çınladı, tedirgin oldum, ikilemler yaşadım… Acaba?
Aynı süreci birlikte yaşadıklarımızla kesişti yollarımız, merhabalarımız oldu, muhabbetlerimiz, gelip gitmeler… Tanrım, neredeyim ben, korkunç bir kabus mu, hiç uyanamayacağım bir karabasan mı yaşıyorum… Acaba elimi ısırsam, yüzüme bir tokat vursam uyanır mıyım, “oh be gerçek değilmiş bu cehennem azabı, elbette gerçek olmayacaktı, biz devrimcileriz, bu lanetli havaların asit yüklü sırnaşık rüzgarlarına teslim olmayız” diyebilecek miyim acaba? Her geçen gün düştüğüm boşluk bir çukura dönüştü, anlama yeteneğimi kaybettim, nefesim kesildi, boğulma nöbetleri bırakmadı peşimi… Görüp duydukça, bizzat tanık oldukça gerçeğin çıplak eli acımasızca şaklattı kırbacını çocuk ruhumda, kanadı ruhum, kanadı kalbim. Peki ama o fedai ruhlar, o gözünü budaktan esirgemez inanış, o fillere saldıran karıncaların direnci de mi ruhunuzda bir tutam utanç yaratamadı… Hangi lanetli atölyelerin mamulüsünüz? Fırıldaklıklarınızdaki mahareti, sinsiliğinizdeki cevvalliği, riyakârlığınızın üstün meziyeti öğrenmeniz için yaratıcılarınız epeyce çaba göstermiş olmalılar. Sıradan, ortalama “aşağılıklar” değilsiniz, bu kesin ve birinci sınıf oluşunuz teslim edilmeli. Maharetinizi kıskandığımı itiraf edeyim. Nasıl imrenilecek bir yeteneksiniz yahu, kabuk değiştirmede, bulunduğunuz ortama anlık uyum sağlamada bukalemunlar bile kıskanırken sizi, benim hayran olmamam mümkün mü?. Valla size “ o… çocukları” dediğimi sanmayın, sizi doğuran analarınızın ne suçu var ki, zaten bilselerdi eminim sizi doğurarak böyle bir utancın ortağı olmazlardı… Af edersiniz ama “ruhunuzu s..keyim” de demiyorum. Taşımadığınız bir şeyi ne yapayım ki… Siz utanmazlığını bir şah eserisiniz… Belki değil, mutlaka ileride çocukların birbirlerine gülmekten yırtılırcasına sizleri göstereceği hep beraber sergileneceğiniz bir utanç müzesinde yerleriniz hazır olacaktır.
Yoo, hepsi bu kadar değil. Cevherler de tanıdım. Hiçbir pazarlama yeteneği olmayan, vakur, namuslu, gösterişten cakadan uzak… Gözleriyle gülümseyen arkadaşlar… Uzak ovaların başlarının pınarları gibi… Saf, berrak… Dağ başlarının kekikleri gibi, kokuları özlenen, özlemi duyulan, özlenen arkadaşlar…
Hayatı tanıdım, öfkeyi ve sevgiyi tanıdım, iyiyi kötüyü tanıdım…
Caddeleri, sokakları tanıdım… Şehirleri, kasabaları, köyleri tanıdım. Evlerin pencerelerini, bacalarını tanıdım.
İnsanı tanıdım…
“Bizimkileri tanıdım”, kıvanç duydum. Sessiz ve vakur.
Yaratıkları, zombileri tanıdım, gürültücü, gösteriş budalası… İnsana benzer olmalarından utanç duydum.
Acaba sokaktaki mahşeri kalabalıklara “ sahtekar, hırsız, yalancı, dolandırıcı” diye lanetler okuyan abim, burnumuzun dibinde, aynı caddelerden .yürüdüğümüz, tilkinin kümesi gözlediği gibi avlayacakları kazı aramızda arayan sırnaşık, yılışık yaratıklarla hiç karşılaşmadı mı?.
Tamam, hayatın ısrarlı öğretisini geç de olsa anladım. Paranın tanrılaştığı toplumlara can derdine düşürülen, dünyadan habersiz sıradan insanlar akın akın mürit yazılıyorlar, dikkatli olmalıyım, tamam bu toplumun insanlarını pürü pak olarak görmek burjuva idealizmi… Tamam, ben bir devrimciyim, burjuva idealizminden vazgeçip bu insanları daha az sevmeliyim.
Tamam, Kravat, pantolan, sakal, makal, imaj, mimaj, ortam, mortam…
Yağmur çiseliyor. Toprağın kokusu genzime girmeye başladı. Bir arkadaşımla marketten sigara alıp dönüyoruz. Yol kenarında yağmurun ıslatmaya başladığı çimenler üzerine gazete kağıdı sofra yapılmış, domates ekmekler çıkınlardan çıkarılıyor… Atık kağıt toplayan çingeneler. Üç kadın, bir erkek.
Arkadaşıma “ Gel diyorum, ben acıktım, biz de yiyelim”…arkadaşım şaka yaptığımı sanıyor, gülüyor. Ben onlara doğru yönelince şaşkınlığı artıyor, şaka yaptığımı sanıyor. Bağdaş kurup oturdum. Ekmek ve domates istedim. Bu kez şaşkınlık sırası çingenelerde. Başlarındaki erkeği işaret ediyorum. Çingeneler arasındaki yaşam pratiğim çingenece sözcüğü dilime getirip yerleştiriyor. Kadınlara erkeği işaret ederek “ gaje” bu diyorum. Çingene kadın beni kucaklayıp öpmemek için kendini zorluyor. “Sen de bizdensin” diyor. Kadınlara en acil birer ihtiyaçlarınızı söyleyin diyorum, öğretmiş gibi üçü de çocuk bezi diyor. Yandaki AVM ye götürüyorum, Görevlilere “ bakın diyorum, çantalarına her hangi bir şey atarlarsa polise haber vermek yok, ben parasını öderim”. Gülüyorlar, tamam diyorlar.
Birer çocuk bezi için anlaştığımız ırkdaşlarım bana kazık atıyorlar, marketten koyunlarını kucaklarını doldurup çıkıyorlar… Kasiyer parayı tahsil ederken gülüyor, “ abi bugün iyi günündesin galiba” diyor. Kızıyorum bana kazık atmalarına. Siz diyorum içimden “ Üçkâğıtçı, yalancı, sahtekarsınız, sizi sevmeyecektim. Dalgınlığıma gediniz”.
Uzaktan bir melodi işitiliyor. Dilini bilmiyorum. İçim ısınıyor. Dönüp çingene kadınlara bakıyorum. Gözlerinde bir ışıltı… Beni kazıklamanın mutluluğu… Gülüyorum… “insanları seviyorum lan” diyorum arkadaşıma… Siktir git lan diyor, o kadar parayı verdin bunlara, senden bir bok olmaz”.
Sahi, benden bir bok olur mu?.