Şuanda 46 konuk çevrimiçi
BugünBugün819
DünDün2801
Bu haftaBu hafta7340
Bu ayBu ay28342
ToplamToplam10190396
100. Yıl Yazıları (1): Zor ve geç oluyor... PDF Yazdır e-Posta


Berlin Duvarı 1989’da yıkıldı ya da aradan 28 yıl geçti. SSCB ise bundan iki yıl sonra, 1991’de ya da 26 yıl önce dağıldı. Reel sosyalist ülkeler, sadece SSCB ile Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri değil Çin Halk Cumhuriyeti ve Arnavutluk da kapitalizme geçtiler. Tarih ne Marx-Engels ne de Lenin tarafından öngörülmeyen, düşünülmesi bile mümkün görülmeyeni gördü: Çin örneğinde olduğu gibi komünist partisi önderliğinde kapitalizme geçiş…

Her ülkede genellikle birbirinden farklı görüşlere sahip olan sosyalistler reel sosyalizmden kapitalizme geçişi değerlendirdiler ve sonuçlar çıkardılar. Olanlara hemen bir cevap bulma isteği geçici ve yüzeysel çözümleri de beraberinde getirdi. Bunun ilk örneğini 1990’lı yılların ortalarında yayınlanan Rusya’da Komünistler Ne İstiyor? adlı kitapta açıklamıştım. SSCB’nin çok sayıda devlete ayrılarak parçalanmasıyla birlikte kurulan Rusya Federasyonu’nda komünist partisi hemen ikinci güçlü parti durumuna gelmişti. Yaşanmış olana hemen bir açıklama bulunması gerekiyordu ve onlar da Mao’nun sosyalizmde geriye dönüşün mümkün olduğu görüşüne sarıldılar. Hemen bulunan çözümler gibi bu da kısa ömürlü oldu, geldi ve geçti. Geriye dönüş mümkündür belirlemesi neden böyle olduğunu açıklamaz. Çok sayıda ülkede ve peşpeşe neden böyle olduğunu da açıklayamaz.

Bir başka kolay ve hemen açıklama bulma çabası, “yıkılan sosyalizm değildi” anlayışında da ifadesini buldu. Yaşanılan kapitalizmden sosyalizme geçiş dönemiydi ve bu süreçte geriye dönüş olabilirdi.

Bu belirleme de açıklayıcı değildi. Yaptığı tek şey sorunu bir alandan alıp başka alana nakletmesi ve böylece de çözdüğünü sanmasıydı.

Kapitalizme mi dönüldü sorusu anlamsız bir sorudur çünkü durum ortadadır ve herkesin görebileceğini soru haline getirmek anlamsızdır.

İki örneğini verdiğim acele ve temelsiz açıklama çabaları –bunlara eklenebilecek çok sayıda benzerleri- nedenler konusuna yönelmiyorlardı.

1989’un üzerinden biraz zaman geçtikten sonra nedenler konusu yüzeysel de olsa gündeme gelmeye başladı. Burada da konunun özüne yönelmeyen temelsiz çözümler bir süre ön plana çıktı.

“Sosyalizmde demokrasi yoktu, bu nedenle yıkıldı” bu tespitlerden bir tanesidir.

Saptama doğru, sosyalizm demokratik değildi ama bu saptamayı yapanlar büyük açmazlarını görmüyorlardı. Şöyle ki: reel sosyalizm 20. yüzyıldaki büyük başarılarını katı merkeziyetçilik sayesinde kazanmıştı. Sonuçta yıkılmıştı ama 20. yüzyıl tarihindeki büyük etkisi tartışılmayacak kadar açıktı. Aralarında farklılıklar bulunsa bile “demokratik sosyalizm”den yana olanlar, hiç uygulanmamış bu sistemin başarılı olacağını neye dayanarak iddia ediyorlardı?

“Yıkılan sosyalizm değildi, sosyalizm hiç yaşanmadı” görüşünü savunanlar da aynı açmazla karşı karşıyaydı. “Hiç yaşanmadı” dediğiniz kafanızdaki sosyalizm anlayışının, yaşansaydı eğer başarılı olabileceğini neye dayanarak savunuyorsunuz?

Pratik yok ve sadece teoriye dayanılarak bir görüşün haklı olduğu, tarihte başarılı olacağı savunulamaz.

Aynı anlayışı “Marksist sosyalizm hiç hayata geçmedi” anlayışında da bulabiliriz. Doğrudur, geçmedi ama 1848’de Komünist Manifesto’nun yayınlanmasını başlangıç alırsak 169 yıldır uygulanamamış marksist sosyalizmin, uygulanabilseydi eğer başarılı olacağını neye dayanarak savunuyorsunuz? Bu 169 yıl Ortaçağ’da olduğu gibi gelişmelerin yavaş ve birbirinden kopuk gerçekleştiği bir dönem de değil üstelik… İki dünya savaşının yaşandığı, çok sayıda ayaklanmanın gerçekleştiği oldukça hareketli bir dönemdir. Böyle bir dönemde bile gerçekleşemeyenin ilerde nasıl bir dönemde gerçekleşebileceği düşünülmektedir?

Bunlar acele verilmiş temelsiz cevaplardır ve öncelikli fonksiyonları hemen bir açıklama bulmak isteğidir. Ömürleri uzun sürmemiş ve geri plana itilmişlerdir.

Reel sosyalizmin kapitalizme dönüşmesine cevap bulma sürecinde sorumluluğu kişilere yıkma anlayışını da gördük. Marksistler teorik olarak tarihi kişilerle açıklamazlar ama başka cevap bulunamayınca sosyalizmdeki olumsuzlukları Stalin ya da Gorbaçov’a bağlamak sık rastlanılan bir anlayış oluyor.

Sosyalizmde ve genel olarak tarihte önderler önemlidir, marksizmde sanıldığından daha önemlidir. Önderlik denilince bunu kişinin gelişmiş özellikleri temelinde anlamamak gerekir. Bu özellikler önemlidir ama önderlik daima büyüklüğü tarihsel koşullara göre değişen kitle ile önder arasında karşılıklı etkileşme temelinde düşünülmelidir. Önderlik böyle bir süreç içinde kabul edilir. Sosyalizmde önderlik padişahlık örneğinde olduğu gibi kan bağına dayanmadığı için kitle ile karşılıklı etkileşme ve önderliğin kabul edilmesi belirleyicidir. Bir kez önder olan sürekli olarak bu konumda kalamaz, her yeni gelişmede kendisini kanıtlamak zorundadır.

Halkı ve büyük parti yapısını bir kenara bırakıp sadece önderde odaklanmak açıklayıcı değildir.

Buraya kadarki bölümden şu sonuç çıkarılabilir: reel sosyalizmin kapitalizme dönüşmesi gibi büyük tarihsel olayların açıklanması akıl yürütmeyle ve başlangıçta doğru gibi görünen gerçekte ise yanlış olan acele cevap bulmak çabasıyla gerçekleşemez. Açıklama ancak tarih bilgisiyle birlikte yapılabilir. Reel sosyalist toplumların tarih bilgisi olmadan açıklama yapmaya çalışmak sonuçsuz kalacak bir çabadır.

Bu tarih bilgisi genellikle Stalin ile Troçki arasındaki mücadelenin sonuçlanmasıyla sona erer ve buradan Gorbaçov dönemine atlar. Aradaki yaklaşık 60 yıllık dönemde ne olmuştur, bilinmez.

Tarih bilgisinin eksikliği ve dahası bu bilginin ciddiye alınmamasını “Nasıl bir sosyalizm istiyoruz?” sorusunda da görmek mümkündür. İstemekle olsaydı kimse en iyisinden azını istemezdi. Doğru soru, yaşanılan koşullarda nasıl bir sosyalizm mümkündür, şeklinde olmalıdır.

Burada marksist sosyalizm teorisinde bilinen ama üzerinde yeterince durulmayan büyük soruna geliyoruz. Marksist sosyalizm teorisinde devrim Batı ve Orta Avrupa ülkelerinde azçok zamandaş denilebilecek bir süreçte gerçekleşecektir ve dolayısıyla sosyalizmin rakibi olmayacaktır. Dönemin kapitalist ülkeleri azçok zamandaş olarak yıkılacakları ve sosyalizm kurulacağı için, sosyalizmin güçlü bir kapitalizmle birlikte yaşaması da söz konusu olmayacaktır. 20. yüzyıl tarihinde ise böyle olmamıştır ve burada ortaya çıkan önemli bir farklılıktır.

Gelişmiş kapitalist ülkelerde zamandaş devrim ve insanlığın sosyalizme yönelmesi tespitinin kendisi de sorunludur. Bu ülkeler (İngiltere, Fransa, Almanya ve çevrelerindeki ülkeler) o dönem insanlığın küçük bir bölümünü kapsıyorlardı. Büyük kesim İngiltere ve Fransa’nın sömürgesi durumundaydı. İngiltere ve Fransa’da kapitalizm yıkılınca sömürgecilik de bitecekti ama bu ülke halklarının sosyalizme yöneleceğini savunmak zordu. Yarı feodal ilişkiler içinde yaşayan, bir bölümü feodalizme bile ulaşmamış bu halkların kaçınılmaz olarak sosyalizme yöneleceğinin savunulması düşünülemezdi.

Marx-Engels’in bunun bilincinde olmadıkları söylenemez. Devrim bekledikleri gibi gerçekleşse bile sosyalizme yönelen insanlığın küçük bir parçası olacaktı. Marx ve Engels bu nedenle sömürgeciliği hem eleştirirler ve hem de her şeye rağmen ona ilerici misyon yüklerler. Sömürgecilik tarihin kenarında kalmış toplumları dünya pazarına çekmekte, eski ilişkileri çözmektedir. Sömürgecilik iyi değildir ama bu ülkelerdeki eski rejim daha kötüdür.

Marx’ın Hindistan’daki İngiltere sömürgeciliğine bakışı böyledir. Engels, Cezayir’in Fransa tarafından sömürgeleştirilmesini selamlarken böyle düşünüyordu. In Defence of the Progressive French Imperalialism ya da İlerici Fransız Emperyalizminin Savunulması makalesinde sömürgeciliği kınar ama Cezayir’deki eski düzenin daha da kötü olduğunu savunur.

Bazı yazarlar buradan Marx-Engels’teki milliyetçiliğe ulaşıyorlar ki, konuyu anlamamanın göstergesidir. Sömürgecilikte ilgili anlayışlarını doğru bulmayabilirsiniz ama savundukları dünya devriminin (bu dünya insanlığın küçük bir bölümünden ibarettir) insanlığın büyük çoğunluğunu oluşturan sömürge ülke halklarını dışarıda tutularak düşünülemeyeceğini de anlamak gerekir.

Zor oldu, geç oldu ama olmaya başlıyor çünkü yukarda kısaca aktarılan konular nihayet konuşulmaya başlandı. Bu konuda farklı ülkelerin sosyalist hareketleri arasında büyük dengesizlik bulunuyor. Bazı ülkelerde 20. yüzyıl sosyalizmiyle ilgili açık çözümlemeler yapılırken, bizdeki süreç epeyce geriden gelmektedir ama geç de olsa gelmektedir.

Bu yıl 1917 Ekim Devrimi’nin 100. yılıdır. Marksist sosyalizmin ve bu çerçevede yer aldığını savunan 20. yüzyıl sosyalizminin genel bir değerlendirmesinin yapılması özellikle bu yıla uygun düşer. Ek olarak 1990’lı yıllarda çok rastlanılan acele ve temelsiz çözümler de etkilerini kaybetmiş durumdadır. Artık marksizmin krizinden, marksist sosyalizm anlayışının uygulanamayacağından ve benzeri konulardan açık olarak söz edilebilmektedir.

Ulaşılan aşamada sadece doğruların savunulduğunu, anlamsız yanlışların yapılmadığını iddia etmeyeceğim. Gelişme yine de olumludur çünkü daha serbest bir değerlendirme aşamasına ulaşılmıştır.

1994 yılından başlayarak bu konuda birkaç kitap ve çok sayıda yazı yazdım: Rusya’da Komünistler Ne İstiyor?, 1989 Berlin Duvarı, 40 Yıl Sonra TDAS (bir bölümü bu konuya ayrılmıştır), Geleceğe Dönüş kitaplarının yanı sıra 1900’den Günümüze Büyük Düşünürler dizisinin ilkinde yayınlanan Lenin başlıklı uzun inceleme de sayılabilir. Bulgaristan’da sosyalizmden kapitalizme geçişi inceleyen Almanca bir kitabım da çıktı: Politischer Kapitalismus als Begriff der Transformationsforschung: Beispiel Bulgarien.

Ekim Devrimi’nin 100. yılında kaç tane olacağını şimdiden bilemediğim bir yazı dizisiyle 20. yüzyıl sosyalizminin tarihini anlatmaya çalışacağım. Bu süreci parçalı olarak değişik kereler anlatmıştım, şimdi daha ayrıntılı ve bütünlüklü olarak belirtmeye çalışacağım. Yazı dizisi sosyalist ülkelerde burjuvazinin nasıl ortaya çıkıp güçlendiğini, sosyalist devletin nasıl dönüştüğünü, 1968 yılının sosyalist ülkeler için taşıdığı hayati önemi, Küba’nın durumunu da içerecektir.

Haftada bir yazmayı planlıyorum…