Şuanda 32 konuk çevrimiçi
BugünBugün909
DünDün2801
Bu haftaBu hafta7430
Bu ayBu ay28432
ToplamToplam10190486
100. YIL YAZILARI (6): TARİHTE SÜREKLİLİK PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Perşembe, 30 Mart 2017 20:01


 

 

Tarihte süreklilik ilk bakışta görüldüğünden daha fazladır. Rusya tarihi söz konusu olduğunda Çarlık Rusyası, sosyalist Rusya ve bugünün kapitalist-emperyalist Rusyası arasında önemli farklılıkların yanı sıra süreklilik de bulunmaktadır.

Rusya tarihi boyunca dünya politikasında dikkate alınması gereken bir güç olmuştur. Bazen zayıf bazen daha güçlü olarak ama sürekli olarak dikkate alınması gereken düzeyde bir güç olmuştur.

Devrim öncesi Rusya büyük bir sömürgeci güçtür. Kafkaslar ve Orta Asya’yı fetihlerle kendisine bağlamıştı. Çarlık Rusyası sömürgeciliğinin İngiliz ve Fransız sömürgeciliğinden farkı, sömürgelerle arasında başka ülkelerin bulunmamasıdır. Çarlık Rusyası esas olarak uzaklarda değil kendi çevresinde yayılmıştı. Bu büyük bir çevreydi ama sonuçta arada İngiltere ve Fransa örneklerinde olduğu gibi başka ülkeler bulunmuyordu. Petograd ve Moskova gibi iki kentteki devrimin sömürgelere kadar yayılmasını sağlayan da bu çevre faktörü olmuştu.

İngiltere’de devrim olsaydı İrlanda’ya yayılabilirdi ama Hindistan’a da yayılacağını düşünmek hayli zordur.

Çarlık Rusyası Lenin’in belirlemesiyle “feodal emperyalist” bir ülkeydi. Osmanlı İmparatorluğu da aynı kapsamda değerlendirilebilir,  şu farkla ki 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak sürekli alan kaybederek zayıflayan ve yarı-sömürge durumuna düşen bir imparatorluk olmuştur. Rusya ile Osmanlı arasındaki savaşların birisi hariç tamamını Rusya kazanmıştır. Rusya; İngiltere, Almanya ve Japonya gibi ülkeler karşısında zayıftı ama Osmanlı karşısında güçlüydü.

Rusya’da I. Petro’dan beri sanayileşmek ve batıya yetişmek amacı vardı. Stalin’in Rusya tarihindeki I. Petro’ya benzetilmesi ve yılların amacını gerçekleştiren kişi olarak görülmesi bu nedenledir.

Rusya ağır kayıp vererek hızla sanayileşti ve modern bir dünya gücü haline geldi. Bugünkü emperyalist Rusya’nın gücünün kaynağını 1930’lu yıllardaki hızlı sanayileşme döneminde aramak gerekir. 1990’larda gerçekleşen dünya çapındaki bir gücün sosyalizmden kapitalizme geçmesidir (bu süreç ilerde ayrıntılı olarak incelenecektir).

Konuya dünya politikasında önemli bir güç olmak sınırları içinde bakılırsa Çarlık Rusyası, sosyalist Rusya ve emperyalist Rusya arasındaki süreklilik görülebilir.

Bu sürekliliğin psikolojik temeli de vardır: dünya gücü olmak… En güçlüsü olmasa bile dünya gücü olmak…

Stalin’in Rusya’da bugün bile sevilmesinin önemli nedeni bu olsa gerektir. Stalin döneminde hayat çok zordu, ekmek karneyle veriliyordu; Brejnev döneminde hayat koşulları çok daha iyi olmasına karşın Brejnev’i hatırlayan neredeyse yoktur. Stalin hem Nazi Almanyasına karşı büyük savaş hem de hızlı sanayileşmeyle ülkenin dünya gücü haline getirilmesi döneminde devletin bir numarası olduğu için halen sevilmektedir.

Benzer belirleme Putin için de yapılabilir. Putin, sosyalizmin çözülmesinden sonra ülkeyi içine düştüğü bocalama döneminden çıkaran ve dünyada yeniden söz sahibi yapan bir önder olarak görülüyor.

Okur, AKP’nin de yıllardan beri aynı yönde çabaladığını düşünmelidir. Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyılda iyice zayıf düşmüş ama hala Bulgarlar ve Yunanlılar gibi küçük halkların yaşadığı alanı işgal altında tutabilen feodal-emperyalist ülkeydi ve özellikle İngiltere ile Rusya arasındaki rekabet nedeniyle ayakta kalabiliyordu. Yine de üç kıtaya yayılan bir imparatorluk olarak dünya politikasında dikkate alınması gereken büyük bir ülkeydi.

Cumhuriyet dönemi Türkiyesi ise 1990’lı yılların başına kadar NATO’nun güneydoğu kanadındaki önemli bir ülke olmasının ilerisine geçemedi. SSCB’nin dağılmasının ardından ve Özal döneminden başlayarak dünya çapında etkisi olan bir devlet olmak için çaba göstermeye başladı.

Konumuz bu olmadığı için Türkiye’nin ANAP ve AKP dönemlerindeki aynı amaca yönelik iki ayrı politikası üzerinde burada durmayacağım; sadece hayata geçirilmeye çalışılan anlayışa işaret etmekle yetineceğim.

Önceki yazıda da belirttiğim gibi, Rusya 1930’lu yıllardaki hızlı sanayileşmeye önemli bir birikimle başladı. Ülkede Petograd, Moskova ve Bakü ile sınırlı da olsa fabrika üretimi, dolayısıyla da bu alanda tecrübeli işçiler ve teknik elemanlar vardı.

Çarlık Rusyası entelektüel birikim olarak da iyiydi. Tanınmış matematikçileri, biyologları ve kimyacıları vardı. Dünya çapında tanınan Rus edebiyatından söz etmek herhalde gerekmez.

Ek olarak zengin doğal kaynaklara ve sayıca fazla insan kaynağına sahipti. 2. Dünya Savaşı sırasında verdiği ağır kayıpları kapatmakta bu nedenle zorlanmadı.

Stalin döneminde en ileri teknoloji ABD’den serbestçe ithal edilebiliyordu. O dönemde sosyalizm tehlike olarak görülmediği için ithalat kısıtlaması da uygulanmıyordu. Parayı verdiniz mi istediğinizi alıyordunuz.

Küçük ve kaynakları az olan bir ülke benzeri büyük bir atılımı yapamazdı.

Ek olarak insan kaynakları fazla, doğal kaynakları az olan Çin Halk Cumhuriyeti de SSCB’nin sanayileşme yolunu izleyemeyecek, bir süre deneyecek, sonra vazgeçecekti. ÇHC de zayıf sanayi birikimi ve bunun kadrosu yoktu, entelektüel birikim de keza aynı durumdaydı. 1930’lu yıllarda Çin Komünist Partisi önderliğindeki halk ordusunun yüzde 80’i okuma-yazma bilmiyordu.

ÇHC tarihi ile ilgili yapılan çok sayıda araştırmanın içerdiği farklı tezlere karşın birleştikleri bir nokta vardır: Çin yarı sömürge bir ülkeden dünya çapında bir güce dönüştü. Devrim, sosyalizm deneyi ve ardından komünist partisi önderliğindeki kapitalist gelişmeyle bu duruma ulaştı. 70-80 yıl kadar önce değişik ülkelerde bazı lokanta kapılarında “Köpekler ve Çinliler giremez” yazardı.  Çin halkı bu aşamadan dünya çapında saygın bir halk konumuna ulaştı. Bunu sağlayan devrim, sonrasındaki gelişmeler ve komünist partisidir.

Bazı araştırmacılara göre ÇHC’nin şimdiki durumu Mao’nun görüşlerine ters düşmemektedir çünkü amaca ulaşılmış, Çin dünya çapında bir ülke durumuna gelmiş, Çin halkı eski konumundan kurtulmuştur. O zaman bunun yolu marksist-leninist sosyalizmdi. Çin Komünist Partisi kendisini hala marksist bir parti olarak görüyor ama yeni zenginlerin bile üye olmasının yolunu açan parti eskisinden hayli farklıdır.

Benzer bir düşünce Ho Chi Minh’te de görülür. Paris’te eğitim görürken Vietnam’ın bağımsızlığını savunmaktadır. Ülkesi Fransız sömürgesidir ve bağımsızlık için sosyalizmden başka yol yoktur.

Sosyalizmi, daha sonra bundan vazgeçilse bile, sadece ekonomik temelde düşünmemek gerekir. Var olmayan ya da aşağı görülen bir halkın tarih sahnesine çıkmasının adı Çinliler ve Vietnamlılarda öncelikle sosyalizmdi.

Benzer bir durumu Kürtler için de düşünmek gerekir. Kuzey Kürdistan’daki örgüt kendisini sosyalist olarak tanımlıyor ama bundan marksist sosyalizmi anlamıyor. Başlangıçta Kürdistan İşçi Partisi adını taşıyan örgüt yok sayılan bir halkı tarih sahnesine çıkardı.

Sınıfsallık analiziyle sınırlı kalarak bunu anlamak mümkün değildir.

ÇKP, 1950’li yılların sonlarında SBKP çizgisinden tümüyle ayrıldı. Ayrılık gerekçesi olarak, gelecek yazının konusu olan 1956’de 20. SBKP Kongresi’nde Kruşçev’in Stalin’i ağır şekilde eleştiren konuşması gösterilecekti.

Çeşitli örgütler SSCB’de “revizyonizm başlangıcı” olarak 20. Kongre’yi görürler ama ne olmuştur da böyle olmuştur, açıklayamazlar.

Devrimin uzun ve zor bir iş olduğunu herkes kabul eder ama büyük sapmalar –her nedense- kolayca gerçekleşirler. Kruşçev’in arkasında güçlü bir destek olmadan o konuşmayı yapamayacağı düşünülmez, daha doğrusu araştırmak kimsenin işine gelmez.

1956’da SBKP’de önemli bir politika değişikliği olduğu açıktır, şu veya bu yönde yorumlanabilir ama önemli değişiklik olduğu ortadadır. Bu değişimin arka planı nedir, başka bir deyişle mekanizması nedir?

 

Gelecek yazıda bu konu üzerinde durmaya çalışacağım…

Son Güncelleme: Perşembe, 30 Mart 2017 21:04