Şuanda 29 konuk çevrimiçi
BugünBugün765
DünDün1042
Bu haftaBu hafta1807
Bu ayBu ay22809
ToplamToplam10184863
Avrupa Birliği'nin geleceği PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Pazartesi, 08 Mayıs 2017 18:53


Fransa’da cumhurbaşkanlığı seçimini “Daha güçlü bir Avrupa Birliği (AB)” isteyen Macron kazandı. AB’nin temeli olan Almanya-Fransa ittifakı da böylece bozulmamış oldu. Haziran ayında Fransa’da yapılacak parlamento seçiminin sonucu nasıl olursa olsun seçimi kaybeden Marine le Pen’in şu saptaması doğrudur: “Fransa’yı bir kadın yönetecek, ya ben ya da bayan Merkel.”

Macron’un Merkel’i çok takdir ettiği biliniyor. Almanya zaten güçlüydü ama Merkel döneminde müthiş denilebilecek bir performansa ulaştı. Ekonomik ve kültürel gücün yanı sıra Almanya evvelki yıl bir milyon mülteciye kapılarını açarak Türkiye ve Kanada ile birlikte en çok mülteci kabul eden ülkeler arasında yer aldı. Burada belirtmek gerekir: “en çok” belirlemesi kendi başına yetersizdir. Mülteci kabulünde nüfus oranına göre sayıya bakılması gerekir ki bu konuda İsveç önde gelmektedir.

İngiliz ve Fransız yazarlar arasında Almanya’ya hayran olanların sayısı da gittikçe artıyor. Bu hayranlığın önemli nedenlerinden bir tanesi de Almanya’nın geçmişiyle hesaplaşabilmesidir. Almanya nazi geçmişiyle hesaplaştı. Bu hesaplaşma eksik bulunabilir ama İngiltere ve Fransa’nın sömürgeci geçmişleriyle hala hesaplaşamadıkları dikkate alınırsa, Almanya’nın eksikleri olsa bile büyük adım attığı görülür. Fransa’da Cezayir konusu şöyle bir gündeme gelip kayboluyor. İngiltere ile birlikte 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın ilk yarısına kadar dünyanın iki büyük sömürgeci gücünden birisi olan Fransa, Cezayir bağımsızlık savaşı sırasında büyük vahşet uyguladı. Seçimi kaybeden Marine Le Pen’in Ulusal Cephe’nin önceki başkanı olan babası bu savaşta yer aldı ve halen de bunu savunmaktadır.

Almanya’da nazi kültürünü yıkan 68 hareketidir. Almanya 68’i bu ülke dışında pek bilinmez ama ülkede yaptıkları bakımından dünyanın önemli 68’leri arasındadır. Bu arada belirteyim, önünüzdeki yıl 68’in 50. yılı oluyor. Türkiye ve Almanya 68’lerini karşılaştıran bir kitabı yazmayı planlıyorum. Almanya dediğimde Batı ya da Federal Almanya’yı kastediyorum. Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde 68 yaşanmadı.

İki ülkenin 68’i birbirinden çok farklı olmakla birlikte benzerlikleri de az değil.

Her ikisinin de simge birer ismi var: Deniz Gezmiş ve Rudi Dutschke. İkisi de genç yaşta ölüyor. İlki idam ediliyor, ikincisi ise uğradığı suikastte ağır yaralanıyor, yaşıyor ama 39 yaşında ölüyor.

Her iki ülkede de 68 öğrenci hareketiyle ve üniversitede reform talebiyle başlıyor ve Almanya’da 1967’de İran Şahı’nın ziyareti sırasında bir öğrencinin öldürülmesi, bizde ise 1968’de Vedat Demircioğlu’nun yine polis tarafından öldürülmesiyle militanlaşıyor.

Almanya 68’i büyük bir kültürel değişime yol açarken, bizdeki 68 bunu yapamıyor.

Her iki 68’den de önemli silahlı mücadele hareketleri doğuyor: Almanya’da RAF, bizde THKO ve THKP-C…

Deniz Gezmiş’in heykeli dikildi, Rudi Dutschke’nin adı ise Berlin’de bir sokağa verildi.

AB ile başlamıştım, yeniden konuya döneyim…

Fransa’da AB yandaşı Macron’in kazanması bizdeki bir bölüm sosyalisti üzmüş olmalıdır. AB’ye açıkça karşı olan Le Pen kazansaydı AB’nin sonu görünüyor olacaktı. Seçim vaatlerini ne kadar yerine getirebilirdi, ayrı konu ama AB’nin geleceği hiç de iyi görünmeyecekti.

İngiltere’nin AB üyeliğinden ayrılması AB’ye dokunmadı denilebilir. Henüz resmen ayrılma işlemi bitmedi ama bu ayrılığın İngiltere’ye epeyce tuzluya patlayacağı şimdiden görülüyor.

Burada şunu sormak gerekir: sosyalistler açısından AB’nin varlığı iyi midir kötü müdür? AB’nin dağılmasını mı savunmak gerekir yoksa demokratikleştirilmesini mi?

Avrupa ülkelerindeki sol partilerin önemli bölümü ikincisini savunuyor.

AB’nin emperyalist bir birlik oluşturduğu açıktır. Buradan hemen “AB emperyalizmi” sonucuna varmamak gerekir. Emperyalizm devletle yakından ilgilidir ve AB devleti de bulunmamaktadır. Bu nedenle belirleyici ülkelerin emperyalizminden söz edilebilir ama “AB emperyalizmi” belirlemesi yanlış olur.

AB’nin varlığına karşı çıkanlar bu görüşlerini Lenin’in “Avrupa Birleşik Devletleri” ile ilgili yaptığı saptamaya dayandırıyorlar. Lenin’e göre ancak sosyalist bir Avrupa için birleşiklik düşünülebilirdi, başka türlüsü gericilik olurdu.

Lenin’in bu belirlemesini tekrarlamanın anlamı bulunmuyor çünkü 100 yıl önce söylenmiştir. O zamanın dünyası ve Avrupası ile şimdiki birbirinden çok farklıdır.

Şimdiki AB emperyalist bir birliktir ama ABD ve Rusya Federasyonu arasında üçüncü bir güç olabilirse, hiç fena olmaz. Çok kutuplu dünya güçlerine Çin’in de eklenmesi gerekir. Daha çok kutuplu bir dünya aleyhimize değil lehimizedir.

Türkiye’nin AB’ye üye olması veya olmamasını konuşmak gerekmiyor çünkü hiçbir zaman üye olamayacak. 50 yıldan fazla zamandır gidip gelip kapıda bekliyorlar ve daha çok bekleyecekler.

AB’nin demokratikleştirilmesi konusunda ise şu anda umut görünmüyor. Avrupa çapında solun örgütlenmesi iddiasıyla kurulan Avrupa Sol Partisi yıllık toplantılar yapmanın ötesinde varlık gösteremedi.

AB ekonomik olarak var ama ortak bilinç olarak epeyce geriden geliyor. Ekonomik alandaki iç içe geçmiş üretim süreçlerinin Avrupalılık bilinci doğurmadığını, Marksizmin bu konudaki beklentisinin gerçekleşmediğini Geleceğe Dönüş kitabında açıklamıştım. AB’nin tek tek ülkelerinin işçileri kesin olarak ulusal yapıya bağlıdır, birbirleriyle bağları hayli zayıftır. Avrupa Sendikalar Birliği’nin adı var kendisi yoktur.

Avrupa çapında emeğin örgütlenmesi ve dayanışması şimdilik böyle gidiyor.

Bazı AB ülkelerinde –mesela Yunanistan ve Fransa’da- günlerce süren direnişler, genel grevler yapılmış ama şu veya bu AB ülkesinde kayda değer bir dayanışma hareketi görülmemiştir. Bir oranda dayanışma yapanlar da işçiler değil aydınlar olmuştur.

AB içinde Almanya’nın gelişmesinin dikkatle izlenmesi gerekiyor. Yakın yıllara kadar Almanya’nın en büyük dış ticareti ABD ileydi, yerini Çin ile ticaret almıştır.

Almanya Lenin dönemindeki emperyalizme de hiç uymuyor.

O dönemdeki emperyalizmde geride olan bir ülke sıçramalı bir gelişmeyle ileri ülkeye yetişebilir, güçler dengesi değişince de dünyanın yeniden paylaşımı gündeme gelirdi. Bunun da yolu o günün koşullarında savaştı.

Geri bir ülkenin ileri bir ülkeye yetişmesi demek, askeri olarak da yetişmesi demektir.

20. yüzyılın başında böyleydi ama yıllardan beri böyle değildir.

Almanya dünya ihracat şampiyonudur, AB’nin kesin patronudur ama askeri olarak bakıldığında hiç de güçlü bir ülke değildir. Askeri güç konusunda bırakın ABD ve Rusya Federasyonu’nu, İngiltere ve Fransa’dan da zayıftır. Nükleer gücü yoktur, ordusu da öyle güçlü sayılmaz.

Ekonomik olarak bakılırsa Almanya, Fransa’yı ve özellikle de İngiltere’yi fazlasıyla geride bırakır; askeri açıdan ise durum böyle değildir.

Almanya ile Rusya Federasyonu’nun arası özellikle iyidir. Özellikle doğal gaz konusunda büyük hacimli anlaşmaları var, ticaretleri de yoğundur.

Almanya’nın yükselen konumuna bağlı olarak Almanca da yayılıyor. Yeni Zelanda’da bile –anadil İngilizce- Almancanın birinci yabancı dil olduğunu öğrendiğimde şaşırmıştım ama bu örnek yayılmaktadır. AB içinde Almanya’ya yönelik yıllardan beri süren büyük bir göç var.

“Almanya nüfusu yaşlanıyor, Türkiye nüfusu ise gençtir, bize muhtaçlar” diye düşünenler fena yanıldılar. Genç nüfusun sadece Türkiye’de olduğunu sanıyorlardı herhalde… İspanyollar, İtalyanlar hem genç hem de eğitimli… Kim takar Türkiye’nin gencini!

İlticacı olarak Türkiye’den akın akın insan geliyor. Hakimler, subaylar, gazeteciler, yazarlar ve öğretim üyeleri…

Diyanet’in Almanya’daki şubesi olan DİTİB’e bu yıl “Big Brother” ya da yılın casusluk ödülü verildi. Bozuldular ama ne yapsınlar!

AB ve onun açık ara en önemli ülkesi Almanya için durum böyledir.

Bitirirken AB ile doğrudan ilgili olmayan başka bir konu üzerinde durmak istiyorum.

Avrupa ülkelerindeki Türk faşistleri –Türkiye’dekileri de eklemek gerekir- le Pen’in seçilmesini istemiyorlardı. Fransa’da oy kullanma hakkına sahip olan çifte vatandaş MHP ve AKP’liler kesinlikle Macron’a oy vermiştir.

Bazıları “neden” diye soruyor ki burada soru yersizdir.

Sosyalistler hangi ülkeden olurlarsa olsunlar birbirleriyle anlaşabilirler. Aralarında sert çatışmalar da olabilir ama anlaşabilmenin yolu açıktır. Dinciler ve faşistler için ise böyle bir belirleme yapılamaz.

Düşünsenize, “En büyük Türk, başka büyük yok” anlayışına sahip olan birisiyle, benzer anlayışı Alman ya da Fransız ya da İngiliz için savunan birisi nasıl anlaşabilir?

Geçici anlaşmalar olabilir, ama bu kadardır!

İdeolojik yakınlık ve hatta birlik anlaşabilmek anlamına gelmez,  kestirmeden sonuç çıkarmamak gerekir.

Milliyetçiler ve ırkçılar arasında ideolojik yakınlık denilebilir ki değişik ülkelerden sosyalistler arasında olandan bile fazladır. Ama bu ideolojiye yakından bakarsanız sürekli anlaşmanın imkansız olduğunu da görürsünüz.

Avrupa ülkelerindeki AKP’liler ve MHP’liler bu nedenle le Pen ya da benzeri ırkçı partilere oy vermezler.