Şuanda 64 konuk çevrimiçi
BugünBugün1251
DünDün2294
Bu haftaBu hafta7223
Bu ayBu ay40960
ToplamToplam10157515
Üretici güçler, kemalizm, faşizm PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Pazar, 21 Mayıs 2017 10:15


Küba’nın en güçlü emperyalist ülke ABD’nin yakınında bulunan bir ülke olarak sosyalist sistemin çözülmesinin ardından nasıl ayakta kalabildiğine geçmeden önce, üretici güçler konusu üzerinde durulması gerekiyor.

Üretici güçlerin gelişmesi kendi başına fazla açıklayıcı değildir. Üretici güçler reel sosyalizmde, kapitalizmde ve faşizmde gelişebilir.

Sonuncudan başlayalım…

Hitler Almanyasında üretici güçlerin büyük hızla gelişmesi söz konusudur. Almanya Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmişti ama zaten emperyalist bir ülkeydi. Feodalizm çoktan tasfiye edilmişti ve ülke güçlü bir sanayi temeline sahipti. Nazi Almanyasında bu temel daha ileriye götürüldü.

Bunun için rakamlar vermek gerekmez. Nazi ordusu döneminin teknik olarak gelişmiş en iyi ordusuydu. Başka bir emperyalist ülke olan Fransa’yı kısa sürede işgal edip, bir başka emperyalist ülke ordusunu, İngiltere’yi, Dunquerk’ten apar topar kaçmak zorunda bırakmıştı.

Naziler özellikle tank üretimine büyük ağırlık verdiler. Tank ya da panzer birlikleri ordunun ateş gücünü artırdığı gibi bu gücün hızla yer değiştirebilmesini de sağlıyordu. Bu ise güçlü bir sanayi temeli olmadan mümkün değildir.

Almanya’nın dünyaca ünlü otoyollarını ilk yapan Nazilerdir.

Dünya çapında bir devlet olmak, üretici güçleri geliştirmek faşizmle birlikte gerçekleşebilir.

Reel sosyalizmde ise üretici güçlerin geliştirilmesi farklıdır. SSCB de 1925-1940 yılları arasında güçlü bir sanayi temeli üzerinde modern bir ordu oluşturmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nda Nazileri yenen asıl güç olan Kızıl Ordu teknik olarak onlardan daha gerideydi ama bu gerilik fazla değildi ve sayıyla kapatılabiliyordu.

Nazi ordusu Stalingrad’da yenilip geri çekilmeye başladıktan sonra yol boyunca önemli karşı hamleler yapar. Bunlardan bir tanesi Ukrayna’da Kursk’ta tarihin gördüğü en büyük tank savaşıdır. Bu savaşta her iki taraf da büyük kayıp verir ama Kızıl Ordu asker ve tank sayısının çokluğu sayesinde daha az etkilenir.

Bir başka örnek Normandiya’ya çıkarma yapan ve Avrupa içlerine ilerleyen müttefik ordusuna karşı gerçekleştirilen Ardenler saldırısıdır. Müttefik ordusunun bir bölümü denize dökülme tehlikesiyle karşılaşmıştı.

Naziler hem ABD’nin başını çektiği müttefiklere hem de Kızıl Ordu’ya karşı sonuna kadar direndiler. Savaşa yeni taktikler getirdiler. Rommel’in Kuzey Afrika’daki tank savaşlarında getirdiği yenilikler gibi… Bunların gerçekleşmesinde iyi komutanlara sahip olmak bir faktörse, teknik üstünlük de diğer faktördür.

Savaşta ilk kısa menzilli roket kullananlar (V1 ve V2) yine Nazilerdi.

Başlangıçta Nazilerle işbirliği yapmış bazı Alman fizikçilerinin sonraki yıllarda “bunlarla bir yere gidilmez” anlayışı sonucu kenara çekilmesi gerçekleşmeseydi, Naziler atom bombası da yapabilecek aşamaya gelmişti.

ABD ordusu zamanın Almanyasını işgal ederken ulaşabildiği bütün önemli fizikçileri ABD’ye götürmüştü. ABD’nin nükleer programında Alman fizikçileri baştan beri önemli rol oynamıştı, daha sonra roket konusunda da aynı rolü oynadılar.

20. yüzyılın başından itibaren fizikte yaşanılan iki büyük devrim (görelilik teorisi ve parçacık mekaniği) büyük oranda Alman fizikçilerinden kaynaklanmıştı. (Einstein, Heisenberg, Schrödinger (Avusturyalıdır ama dili aynıdır). Bu devrimlerin yolunu açan buluşu yapan (enerjinin paketler halinde yayılması) fizikçi de Almandı: Max Planck.

Benzeri bir gelişmeyi SSCB de yaşadı. Çarlık Rusyası edebiyatta dünya çapındaydı (Dostoyevski, Tolstoy, Puşkin ve diğerleri) ama diğer alanlarda da boş sayılmazdı. Bu temel üzerinde teknik ve genelinde üretici güçler büyük hızla gelişti.

Bu gelişme üretim araçlarının kolektif mülkiyeti koşullarında gerçekleşti. Büyük bir ülke olan SSCB’de kaynakların ve planlamanın merkezileştirilmesi başlangıçta büyük bir gelişme hızına ulaşılmasını sağladı.

SSCB’de de Nazi Almanyasında da üretici güçlerin geliştirilmesinde devlet büyük rol oynadı ama toplumsal yapı birbirinden çok farklıdır. İlkinde hakim olan tekelci özel mülkiyettir, ikincisinde ise kamu mülkiyeti…

Bu iki zıt örnek üretici güçlerin hızlı gelişmesinin birbirinden çok farklı koşullarda gerçekleşebileceğini gösteriyor.

Üretici güçlerdeki hızlı gelişme ABD’de de gerçekleşti ama konumuz dışı olduğu için üzerinde durmayacağım.

Gelelim bize, kemalist Türkiye’ye…

20. yüzyılda 1918-1939 dönemi, özel bir dönemdir. İki dünya savaşı arasında kalan bu 21 yıl boyunca kapitalist ülkeler kendi dertlerine düşmüşlerdi denilebilir. Önce ilk savaşın yıkımının giderilmesi, ardından 1929-1933 yılları arasındaki büyük ekonomik kriz sonucunda emperyalist ülkeler iç sorunlarını halletmek ve yaklaştığı belli olan yeni savaşa hazırlanmakla uğraştılar.

20. yüzyıl tarihindeki bu görece boş dönemi açık farkla en iyi değerlendiren ülke SSCB oldu.

SSCB’nin ardından açık farkla geriden Arjantin ve Türkiye gelir.

Kemalist Türkiye’nin Osmanlı’dan kalan dış borçları ödemesi ve SSCB’nin de yardımıyla zayıf da olsa sanayileşmesi bu dönemdedir.

August Comte ile İbni Haldun’u karşılaştırarak sosyolojiden anlamadığını gösteren kişi gibi Mustafa Kemal de anlamazdı. Kurmay subay kafasıyla yaptığı radikal reformlar yüzeyde kaldı. (Bu konuda Taha Parla’nın kitaplarını öneririm.) Mesela şapka reformu yapılınca ya da kafaya takılan eşya değişince kafanın içinin de değişeceği sanıldı.

Mustafa Kemal ve ardından da İnönü döneminde üretici güçlerdeki gelişme zayıf kaldı. Uluslar arası şartlar da uygun olmasına rağmen bu konuda radikal adımlar atmaktan kaçındılar. 1950’ye gelindiğinde Türkiye hala yarı feodal bir ülkeydi.

Mesele sadece üretici güçlerin gelişmesi olsaydı, 1950-1960 arasında ya da Demokrat Parti döneminde ülkede feodalizmin dışa bağımlı olarak, tarıma yoğun traktör girişiyle çözüldüğü söylenebilir. Ardından Adalet Partisi aynı çizgiyi sürdürdü. Ülkede üretici güçlerin gelişmesi çarpık ve dışa bağımlıydı ama kemalist döneme göre oldukça hızlıydı.

1960’lı yıllarda kemalizmin “muasır medeniyet seviyesine ulaşmak” hedefinin gerçekleştirilemeyeceği ortaya çıkmıştı. Kemalizm üretici güçlerin geliştirilmesindeki yeteneksizliğini toplumu kültürel bakımdan dönüştürmekte de gösterdi. İslamiyetin toplumdaki güçlü etkisine karşı hiçbir zaman açık tutum alamadı, yasaklamalarla konuyu geçiştirmeye çalıştı.

Kurmay subay kafasıyla reform bu kadar yapılabiliyor. Kemalizm arkasında DP, AP ve ardından AKP için verimli bir zemin bıraktı. Esas olarak kemalizmin ürünü olan batıcı kesimin kapitalist gelişmenin daha uzun bir geçmişe sahip olduğu batı ve güney bölgesinde yoğunlaşması bu gelişmenin ürünüdür.

Kemalistler ülkenin kapitalist anlamda bile kalkınması, Batılılaşması işini beceremediler. Bazı adımlar attılar ama radikal adımlar atamadıkları için hiçbir konuda sonuca gidemediler. Bugünkü Türkiye aynı zamanda onların tarihsel beceriksizliklerinin eseridir.

Muharebeler kazanabilirsiniz, iyi bir asker olabilirsiniz ama buradan aynı zamanda iyi bir reformcu ve hele de devrimci olduğunuz sonucu çıkmaz. Savaş konusunda cesur ve yaratıcı olmak, aynısına toplumsal dönüşüm alanında da sahip olunacağı anlamına gelmez.

Üretici güçlerin geliştirilmesi bizde yıllarca sosyalizmle eşdeğer sayıldı.

SSCB üretici güçleri büyük hızla geliştirmişti ve aynısını biz neden yapamayacaktık?

Gerçekte ise, hangi toplumsal sistemde üretici güçlerin geliştirilmesi, diye sorulması gerekir. 1930’lu yıllarda üretici güçlerin en hızlı geliştiği iki ülke Nazi Almanyası ile SSCB idi; Türkiye epeyce geriden geliyordu. Kemalizm üretici güçleri geliştirmek istiyordu ama bunun sonuçlarını kabullenemiyordu. Ülkede sendika kurma hakkı bile 1960 sonrasında hayata geçecekti. Kemalistler toplumun örgütlenmesini hiçbir şekilde istemiyorlardı. Örgüt olacaksa sadece kendi denetimlerinde olabilirdi (Halkevleri gibi), gerisini kapatıyor, yasaklıyorlardı.

Kemalistler sürekli olarak kendi reklamlarını yapınca gerçekten öyle olduklarını sandılar.

Emperyalizme karşı ilk ulusal kurtuluş savaşı verenin kendileri olduğunu iddia ettiler. Gerçekte bunu ilk yapan 19. yüzyıl sonlarında Latin Amerika’da Simon Bolivar’dır.

Muasır medeniyete açılmanın, Batılılaşmanın öncüsü olduklarına inandılar. Gerçekte bunun öncüsü Çin’de Sun Yat Sen’dir.

Kemalistlerin kültürümüze yaptıkları ve halen süren büyük katkı bu palavracılık olsa gerektir.

Kemalizmde umut yok, Osmanlı’ya dönelim anlayışının güç kazanması böyle oldu.

Kemalizm, 1826’da II. Mahmut ile başlayan imparatorluğun modernleştirilmesi girişiminden bugüne kadar geçen 191 yıldaki bir ara dönem olacakmış gibi görünüyor. İmparatorluk yok, bunun heveslisi bir ülke var. Osmanlı ile öğüneceksiniz ama sonuçta Osmanlı uzun süre can çekişerek çökmüştü.

O tarihten iyileri seçip abartarak yeni bir tarih oluşturmak ise mümkün değildir.

1923-1950 arasında ya da kemalizmin en hakiki döneminde üretici güçler hızla geliştirilmeye çalışıldı ama başarılamadı. Hiçbir zaman köklü radikal adımlar atamadılar. SSCB olamazlardı, burası açık ama daha iyisini yapabilirlerdi.

Asker kafasıyla bu kadarı yapılabiliyor demek ki…

Kemalistler bırakın SSCB’yi Nazilerin gösterdiği büyük örgütlenme becerisinden bile uzakta kaldılar.

Yerine yenisini koyamadıktan sonra yasaklamak ve bastırmakla ancak geçici sonuç alınabiliyor.

Askerlikte “emir demiri keser” ama toplumsal hayatta böyle olmuyor.