Şuanda 76 konuk çevrimiçi
BugünBugün1173
DünDün2294
Bu haftaBu hafta7145
Bu ayBu ay40882
ToplamToplam10157437
Düş ve gerçek / 4 PDF Yazdır e-Posta
İdris Köylü tarafından yazıldı   
Salı, 23 Mayıs 2017 17:53


Herkes gibi benim de beceriksizliğimi makul bir gerekçenin arkasına saklanarak haklı gösterme hakkım yok mu yani, var hem de bal gibi var. Sevgili arkadaşlarım sizden daha çok hak görüyorum kendime bunu… Hiç olmazsa o müthiş yiğitliğinizin ben de zerresinin olmadığını biliyorum ve meydan okuma cesaretinize hayranım da nefesinizi ve nefsinizi koruyarak maraton koşmak yerine yüz metre bayrak yarışının daha startı verilir verilmez bir daha kalkmamacasına kapaklanıp kalmanız bana traji-komik geliyor. En babayiğitlerinizin arkasına bakmadan şapkalarını alıp kaçmaları da bir alem… Üzülerek öğreniyorum ki eski pehlivan pazarlarında bile alıcınız kalmamış, ortalıkta kala kalmışsınız. Ne de olsa eski arkadaşlarımsınız ve yeteneğinizi iyi bilirim, kendinizi pazarlayacak pazar sıkıntınızı müthiş kıvraklığınızla çözeceğinize, o müthiş koku alma duyunuzla yanaşacağınız kapıları keşfedeceğinize eminim, nasıl olsa bir alıcınız çıkar… Sizin için endişelenmiyorum. Her neyse, bu sizin amelinize yazılacaktır. Her ne kadar “ küçük dağları ben yarattım” cakanızdan geçilmiyorsa da hayat sizi iplemiyor ve sizinle var olmadığını ve siz olmazsanız yok olacağına da kulak asmıyor... Bana gelince, bütün korkularıma, endişelerime karşın yenilgiyi kutsamıyorum, galiba çocukluk alışkanlığım, tökezleyip düştüğümde dizim acırdı, ellerim kanardı ama derhal kalkıp koşuya devam etmeliydim, yoksa bizim takım oyunu kaybederdi… Dedim ya çocukluk alışkanlığı diye.. Meret alışkanlık çocuklukta başlıyor ama çocukluk bitince bitmiyor ki… Sanki bulaşıcı bir hastalık… Bu yaşımda o alışkanlıkla ejderhanın uykusunu nasıl kaçıracağıma ilişkin şeytani planlar kurmaktan asla vazgeçmiyorum… Ejderhanın dişleri keskin ve paçamdan bir yakalarsa beni azı dişleri arasında lokmacığa çevirecekleri endişe ve korkusunu taşımadığımı söylersem yalan olur… Müthiş derecede endişeli ve tedirginim, korkuyorum da… Saçımı başımı yoluyorum, uykularımı bölüyorum, yemeğimi yarı bırakıp planımın bir halta yarayıp yaramadığını test edip, “ııhh, bu da olmadı” deyip olduğum yere yığılıp kalıyorum. Açık pencereden esen rüzgâr iyelerimi hurdaya çevirmiş, omzum tutulmuş, sağa sola dönemiyorum. Bir kadavra gibi dikilip kalıyorum… Hesapta bunun da olduğunu bildiğimden derhal yine plan ve projelerime başlıyorum… Tam belkemiğine bir bıçak darbesi, dönmesine izin vermeden bir daha bir daha… Biçimsiz kafasına parlak bir cam gibi yapıştırılmış gözlerini bana dikiyor ve arsız arsız gülümsüyor… “Yedi canlıyım, beni öldürmek için yedi bıçak darbesi vurmalıydın” diyor . Tam “öldürdüm” derken öldürmeyi ihmal etmek ne kelime aklıma bile getirmediğim altı canıyla müthiş bir kuyruk darbesinin hedefi oluyorum… Gözlerim kararıyor, sendeliyorum… Çirkin suratında azgın dişlerini gövdeme geçirmek üzere… “Yoo diyorum, sen yedi canlısın, bunu neredeyse canımla ödüyordum ama senin de unuttuğun bir şey var, seni öldürmeden ölmemeye yeminliyim. Hayal gücüm imdadıma yetişiyor, atlayıp kanatlarına gökyüzünü yararcasına yükselirken aptal aptal arkamdan bakışını seyrediyorum. Az gittik, uz gittik ama dere tepe düz gitmedik. Müthiş tepeler aşıp, uçsuz bucaksız deryalar dolaştık. Acıktık, sıktık dişimizi, susadık dilimiz damağımız kurudu, yorulduk “ ha gayret” dedik… İnci gibi pırıl pırıl çimenlerin süslediği topraklara böyle ayak bastık. Suları berrak, güneşi sıcak, insanları güleç düşler ülkesine kan ter içinde geldik. Pasaportlarımız yoktu ve adlarımız bile sorulmadı. İlk karşılaştığım afacan çocuk “ pasaportunuz alnınızdaki ter, adlarınız da bedenlerinizdeki yorgunluk” dedi. “Burası gelmeyi göze alan ve bunu başaranların ülkesidir.” Dağ yamaçlarında altın yeleli atların çılgınca dörtnala kalktığı vadiye geldik… Kekik kokuları burnumuzun direğini kıracak neredeyse… Çiçekler renkleriyle birbirleriyle yarışıyor… İncecikten yağan yağmur yanaklarımızdan aşağı süzülmeye başladı. Üşümüyoruz. Tatlı ılık bir rüzgar esmiyor, adeta okşuyor. “Bu atlar başıboş mu dolaşırlar” dedim. Sözümü ağzımda bıraktı, “ başıboş değil özgür” dolaşırlar dedi velet. “Şunlar Avni Arbaş’ın atları, Nazım Hikmetin “Kuvayı-ı Milliye” destanından koşup gelmişlerdir. O atlar ki bedenlerini güllelere, top mermilerine siper etmişlerdir… O atlar ki inanmışlardır gelecek güzel günlerin dövüşerek geleceğine… Ve koparmışlardır toynaklarıyla esaretin zincirlerini… Şu Don Kişotun adı Rosinantedir, ejderhalara karşı savaşta Don Kişotu sırtında taşımıştır, yanından ayrılmayan ise emektar Sonço Pançanın emektar eşeğidir. Birbirlerinden hiç ayrılmazlar. Şurada gördüğün biraz kibirlice olanı da Caligulayı sırtından yere atan incitatus adlı attır. Kibiri, bir zamanlar binicisi zır deli, ahlaksızlık simgesi , despot, keçi lakaplı Caligulanın, mermerden ahır, fildişinden yemlik yapıp yedirmesindendir. Caligulanın despotluğuna dayanamayıp sırtından attığı gibi buraya geldi. Birkaç kez sahibinin kendisine mermerden ahır yaptığını, fildişinden yem yedirdiğini ve hatta kendisini senatör olarak senatoya atadığını övünerek anlatacak olduysa da diğer atların alaylı gülüşmeleri karşısında bir daha lafını etmedi… Özgür olmanın sahipsiz olmak olduğunu burada arkadaşlarından öğrendi… Arkadaşları da onun kötü deneyiminden zenginlikler ürettiler ve atlar meclisi oluşturdular… Barınmaları, yiyecekleri, ihtiyaçları bu meclisin kararıyla tespit edilip çözülür. Herkes ihtiyaçların karşılanmasına gücü oranında katılır, ihtiyaçları kadar alırlar. Böylesine uçar gibi özgürce koşarak yelelerini rüzgârlara bırakırlar. Bir de biz insanların meclisiyle atların ortak meclisleri vardır, onlar bizden öğrenir, biz onlardan. Yardımlaşırız da birbirimize müdahale etmeyiz. Bütün vadimiz yemyeşildir, ne çimleri ezerler, ne çiçekleri yerler.
“Ya çiçekler, kuşlar, ağaçlar, sular, gökyüzü diyorum”… Tatlı bir tebessümle elimi tutup işaret parmağı ile yıldızları gösteriyor. Güneş gülümsüyor, ay keyifli, pırıl pırıl yıldızlar gülümseyerek bizi selamlıyor, uzaktan el sallıyorlar.
Bir kuş gelip omzuma kondu, rengârenk çiçekler bir halı gibi ayağımın altına serildiler, rüzgâr esip geçti, güneş ısıttı. Ay ışığını yolumuza döşedi… Çocuk “ biz iç içeyiz, birimiz diğerimiz içindir, hepimiz birbirimiz içiniz” dedi. Geç kalan yağmur özür dilercesine serin damlalarını üzerimize dökmeye başladı… İnsanlar… Her türden, her boydan, her soydan insanlar, el ele, omuz omuza… Beyazlar, siyah derililer, Kızılderililer, çekik gözlüler, sarı benizliler… Çocuklar oynuyor, ihtiyarlar sohbete dalmış, genç kızlar dans gösterisi yapıyorlardı.
“Haydi, dünyalı dedi, dünyaya git, gerçeğine dön, anlat burada gördüklerini, insanları inandır, harekete geç. Atlar bile başarmışken, siz insanlar da başarabilirsiniz. Bütün canlılar onurlu yaşamayı hak ediyor. Anlat ve harekete geç…
Yüzüm asılıyor, uyanmak istemiyorum.
“Çocuk“ diyorum düşlerimde bırak beni, gerçek içimi acıtıyor.