Şuanda 73 konuk çevrimiçi
BugünBugün1291
DünDün2294
Bu haftaBu hafta7263
Bu ayBu ay41000
ToplamToplam10157555
Düş ve gerçek / 6 PDF Yazdır e-Posta


Akdeniz’in Temmuz sıcakları herkesin bedenine çöker, derilerinin gözeneklerinden yağmur yağarcasına terler boşanırdı da o, herkesin nefes almaktan şikâyetçi olduğu bu nemli sıcaklarda, güneşin altında mayıs serinliğinde koşarak yürür gibi yürürdü uzun mesafeleri. Herkes bedenlerine yapışan nemin boğuculuğundan kurtulmak için serin, gölge yerler ararken o, beyin kıvrımlarına yapışan nemin boğuculuğundan kurtulmak için kendini, adını bile bilmediği mahallelere, tenha sokaklara vururdu… Yürürdü, inadına yürürdü… Ta ki bacakları kendisiyle inatlaşıp tökezlemeye, ayakları suratlarını asmaya başlayıncaya kadar yürürdü… Sıcaktı hava, insanı bayacak kadar sıcak, nefes almasına izin vermeyecek kadar boğucu, terden sırılsıklam edecek kadar yapışkan… Mermerden sfenks değildi ve elbette herkesin etkilendiği kadar etkilenirdi çöl sıcaklarından. Aklına düşmüştü de gülmüştü bir defasında “ onlar bedenine yapışan nemden kurtulmaya çalışıyorlar, ben beynime yapışan nemden”… Keşke şu çevresindekiler gibi bütün mesele günlük yaşamın gaileleri, nemli sıcaklardan uflayıp puflamalar olsaydı da şu doluya koyduğunda almayan, boşa koyduğunda dolmayan beyniyle cebelleşmeseydi… Kendi kişisel sorunlarına karşı vurdumduymaz sayılırdı, öyle parayla pulla da pek işi olmazdı… Sigara parasıyla çay parası cebindeyse gerisi fazlalık bile sayılırdı… Yürüyüşleri en çok da kendini çevresinden, kendine ihtiyacı olanlardan soyutladığı, bir başına olduğu, anlık hayal kurma kulvarları olarak düşünürdü… Bu anlar hoşuna da gider, rahatlar, kaygısız bir insan görünümüyle dudağına bir ıslık kondurur, aceleci yürüyüşleri sallapati bir hal alır, sıkıntılı hali rehavete bırakırdı yerini… Onca insan kalabalığının, araç trafiğinin, kakafonik seslerin arasında yitip gitmek, akranlarının, arkadaşlarının kaygısızlığına sahip olmak için neler vermezdi ki… Nelerini feda etmezdi bilinmeyenleri kurcalamayan, olabilecekleri düşünmeyen ve olabileceklerden kuşku duymayan, ne yapması gerektiğini bile bilemez durumda birisi olmak için… Beceriksizin teki miydi, yoksa beynine yapışan nemin yeminli intikamına yenik düşecek bir çaresizliğin kaçınılmazlığı mıydı bilinmez ama o rehavet duygusu kendisiyle alay eder gibi içine bir hançer batışıyla batar o an terk ederdi kendini. Bu duruma tevekkelle boyun eğer “ya aklın yetiyorsa gücün de yetmeli ya da gücün yetmiyorsa aklın da yetmemeli” derdi kendi kendine konuşurken. Yüzünün çizgileri derinleşir ve bir savaşçı ruhu gelir otururdu içine. Çünkü bildikleri doğruydu ve olabileceklerin gerçekleşmesi an meselesiydi… “ Lan beceriksiz oğlum, sen kendinden kaçmayı bile başaramazken, bir kıyamet fırtınası gibi esip bütün hayatı felç edecek bu fırtınada senden liman olmayı bekleyenlerin gözbebeklerinden kaçabilir misin”? Bunca bilgiyle, birikiminle yücelttiğin vicdanının mahkemesine hangi yüzle çıkacaksın. Unutma, şimdiye değin sayısız kez çıktığın mahkemelerin cezasına benzemez vicdan mahkemesinin mahkûmiyeti… Söylemedi deme, adamda aynaya bakacak yüz bırakmaz, bir böcek gibi ezilirsin o görüntünün karşısında. Üstelik adanmış hayatların iki elleri yakanda olacaktır. Ya başaracaksın, ya da öğrendiğin şeyler engel olmak için kılını kıpırdatmadığın bu fırtınanın yok ettiği hayatlardan seni sorumlu tutacak…”
Evet, kim dedi sana, kim zorladı seni fillerle savaşmaya. Aksine “bizler fillere saldıran karıncalarız” diye bin defa uyarılmana rağmen bu yolu sen seçtin. “ Bizler o filleri yenmezsek, onların ağır ve hantal bedenleri altında kalan çocukların vebalini taşıyacağız” diyen ürpertici satırları okurken, solgun ışıklar altında gözlerin kan çanağına dönerdi, bu savaşta bedeninin ve beyninin bile kendine ait olmadığını itiraf ederdin kendi kendine… Bir karıncaydınız ve ülkeler dolusu çoktunuz. Onlar devasa fillerdi, bir elin parmakları sayısındaydı sayıları ve sadece dışardan heybetli görünen fos ve mundar bedenleriyle hükmediyorlardı yeryüzüne. Ezerek, tüketerek ve vantuzlarını şah damarımıza saplayarak yok ediyorlardı onar, onar, yüzer yüzer, biner biner… Ey karınca, o fillerden birisinin ve ayakları altında can vermen dahil, her şey hesabın içindedir ve sürprizlere yer yok… Bu boğucu sıcaklar biter, bu nem çekilir bulutlara, geriye ya eğilip bükülen bir kişilikle, ya da direnişlerin yüceleştirdiği ruh haliyle çıkarsın hayatın karşısına, tercih senin…
Yine bir iç sıkıntısı sıkmaya başladı değil mi boğazını. Ülkeler dolusu karıncalar kadar çok olmamıza karşın neden o yedi başlı ejderhalar gibi korkunç varlıklar yaşamımızın kâbusu olmaya devam ediyor… Yoksa? Biliyorum, korkuyorsun sorduğun sorunun cevabından… Bütün kaçtığın koyaklarda izini sürüyor, bırakmıyor peşini, gölgen gibi takip ediyor seni. Kaçışın yok… Yorganı başına çeksen de, işi matraklığa vursan da bu soru o nemli sıcaklarda beynine yapışıp kalan nemler gibi yapışıp kalacak beynine… İnsan herkesten kaçabilir ama kendinden asla… Kızılcık şerbeti içip kan tükürsen de gerçeği gizleme…
Peki diyorsun, teslim oluyorsun beyninin acı veren intikamına… “Bazı karıncalar katardan ayrılarak fillerin gönüllü hizmetçileri oldular. İyi hizmetçilerdi, her biri fillerin okumuş sözcüleri oldular. Bunları gördükçe İçimizde panik yaşadık, beraberliğimiz yara aldı, birlik ve dirliğimiz sarsıldı. Hatta bazıları öylesine şiştiler ki kendilerini fillere benzetmeye bile başladılar. Alnımıza çizdiğimiz namus projesini karalamaya başladılar. İçimizdeki ihanetin sızısı, dışımızdaki savaşın dehşetini bastırdı… Lanet okuyup çekildik köşelerimize…
“Çekildik köşelerimize”… Öyle mi?. Yani ihanete bir kredi de siz açtınız…
Beynimdeki nem beynimin kıvrımlarına doğru akarken, beni çıldırtmak için bütün hünerini sergiliyor. Yüksek dozda bir uyuşturucuyla bile uyuşmayacak kadar saldırgan, acımasız… “Kanatlarında” diyor “yeterli güce, ruhunda yeterli enerjiye sahip olmayan kuşların göklerin yüksek katlarında kanat çırpacaklarına inandınız, bir esintide tepe taklak gideceğini hesaplamadınız, öyle mi? Başım öne eğik, öylece kala kalıyorum.
Bir esinti vuruyor yüzüme, derin bir nefes alıyorum… Başımı sağa sola çeviriyorum. Şehrin ışıklı caddelerinden akıp geçiyor hayat… Beynim elini omuzuma atıyor, anlar öncesinin amansız düşmanı, güngörmüş bir derviş gibi yumuşak, babacan bir tavırla beni teskin etmeye çalışıyor. “İnanlar yenilmez diyor, inanmışlığınınız önünde hep şapka çıkardım ama dostu düşmandan ayırmak için çaba göstermediniz. Hani neredeyse her sakallıyı dedeniz sandınız ve şimdi hiç hak etmediğiniz bir bedelin faturasını ödüyorsunuz. Düşman sinsi ve kurnazdır. Bütün kapılarınızı kapatın, içinizdeki nefes size yeter.
Kadife düşlerini savaşçı hayalinle besle ki vicdan mahkemesine başın dik çıkasın. Yolun açık kılıcın keskin olsun”..