Şuanda 49 konuk çevrimiçi
BugünBugün782
DünDün1181
Bu haftaBu hafta4460
Bu ayBu ay38197
ToplamToplam10154752
Daha da eskiye gitmek... PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Çarşamba, 28 Kasım 2018 22:45


Aklın arkeolojisi adlı bir ders aldığımı önceki bir yazıda belirtmiştim. Konuyla ilgili metinlerin tamamı İngilizce ve en eski yazının yayınlanma tarihi on yıldan az, bunu da belirtmiştim. Dersin konusu, olabilecek en eski zamandan beri insan aklının evrimi…

Olabilecek en eski zaman denildiğinde Homo Sapiens’in öncesine gidiliyor ya da günümüzden yaklaşık dört milyon yıl önceki zamana gidiliyor.

Taş devri, insanlığın yaşadığı en uzun dönemdir ve yaklaşık olarak milattan önce 600.000 ile yine milattan önce 5000 yılları arasını kapsar. Günümüzde ortalama insan ömrünü 80 yıl olarak düşünürseniz, yukarıdaki rakamların yanında küsurat olarak bile kalmıyor denilebilir.

Bu kadar eskiye gitmenin temel sorusu şudur: o kadar eski zamanda çeşitli maymun türleri bulunuyor ve bunların arasından birisi özellikle gelişiyor ve Homo Sapiens’e ulaşıyor, sonra daha da evrimleşiyor. Bu türü geliştiren özellik nedir? Neden bu tür gelişiyor da ötekiler aynı oranda gelişemiyor?

Çok sayıda arkeolojik bulguyu birbirine bağlayarak gelişme tablosu çıkarıyorsunuz. Sayıları artık iyice azalan yepyeni arkeolojik kalıntı keşfi yapılırsa bu gelişme tablosu da değişmek zorunda kalıyor.

Taş devrinden sonrasını açıklamak daha kolay ve asıl sorun taş devrine ya da taştan alet yapabilme becerisine neden belirli bir tür ulaşabildi de diğerleri oluşamadı sorusunda bulunuyor.

Burada esaslı bir hayal gücünün yanı sıra bulguları birbirine bağlayarak tablo oluşturabilmenin önemi ortaya çıkıyor. Tablo tabii eksik oluşuyor ama tablo bir kere oluşunca eksiğin ne olduğunu ve nerede aranması gerektiğini de azçok biliyorsunuz.

Sosyolojide insan toplumlarıyla ilgili böyle bir yöntem bulunmakla birlikte bu kadar uzun geçmişe gitmiyor.

Önemli bir dönüm noktasını gayet iyi bulmuşlar: alet yapabilecek beceriye ulaşabilmek için dört ayaklılıktan iki ayaklılığa geçilmiş olması gerekir. Böylece eller ayaklardan ayrılıyor, elleri ayrıca kullanabiliyorsunuz ve bu aşamaya ulaşmadan da alet yapamazsınız.

İki ayaklı yürüme aynı zamanda taşıma kapasitesine sahip olmak demektir. Mesela gıda stokunu bir yerden başka yere daha kolay aktarabilirsiniz. Dört değil iki ayaklı yürüme daha uzun mesafelere gidebilmek demektir. Dahası, iki ayak üzerinde dikilince dünyaya bakışınız değişiyor; daha geniş bir çevreye bakabiliyorsunuz.

İki ayakla yürüme başlayınca eskinin ağaca tırmanma becerisi de geriliyor.

Canlı varlığın hareket tarzının değişmesi, yapısının değişmesi, zihinsel yeteneklerinin de değişmesini getiriyor.

Buradaki önemli soru şu: neden dört ayaktan iki ayaklı harekete geçildi? Ne oldu da bu çok önemli değişim gerçekleşti?

Tahmin edebileceğiniz gibi burada çeşitli teoriler bulunuyor; hangisi doğrudur, bilemiyorsunuz. Konuyla ilgili peşpeşe yeni teoriler üretiliyor ve doğruluk dereceleri bulunan arkeolojik kalıntıları yorumlayabilmeleriyle ölçülüyor.

Bir teoriye göre yaklaşık iki milyon yıl kadar önce dünyada büyük volkan patlamaları var. Bunlar çok miktarda kül püskürtüyorlar, o kadar ki dünya zemininin 10-15 cm. kalınlığında kül tabakasıyla kaplandığı tahmin ediliyor. Bu ise ağaçların büyük bölümünün ölmesi demektir. Yerdeki kül tabakası en başta bitkinin suya ulaşmasını engelliyor. Ağaçların sayısının azalması bunlara tırmanmanın da azalmasını getirir.

İki ayaklılığa burada geçildiği tahmin ediliyor.

Canlılar doğal olarak göç ediyorlar ama bu göçün ilginç bir tarafı bulunuyor. Arkeolojik bulgulardan çıkarıldığı kadarıyla göç edenler birbirlerinin izlerine basarak hareket ediyorlar. Arkadan gelenler öndekilerin izlerine basarak ilerliyor.

Bunun adı belirli bir amaç çerçevesinde birleşen kolektivitedir ve bu teoriyi savunanlara göre insanın oluşumuna giden yolda bir canlı türünü ötekilerden ayıran temel faktör de bu kolektivitedir.

Kolektivite aynı zamanda bu canlı türü içinde belirli bir anlaşmayı da gerektirir. Bu anlaşma bugünkü dille değil beden işaretleriyle ve bir takım sesler çıkararak yapılabilir; burada önemli olan karşılıklı mesajlaşmanın geliştirilmiş olmasıdır.

Konuyu anlatan bölümlerin birisinde şöyle bir söz yer alıyor: insanın önemli özelliklerinden bir tanesi tarih içinde ileriye ve geriye gidebilmesidir; bugünden ayrılabilmesidir ve bazen hiç olmayana gidebilmesidir.

Bu özellik ya da kendi tarihinin içinde geçmiş ve geleceğe ve bazen hiç olmayana da gidebilmek başka canlılarda bulunmuyor.

Bu özelliğin gelişmesi çok uzun zaman alıyor.

Derste okunup tartışılacak sekiz tane metin var: bunlardan ikisi 2013, birisi 2014, dört tanesi 2017 ve sonuncusu da 2018 yılında yayınlanmış bilimsel makaleler… İlk ikisi bir kitabın içinde diğerleri makaleler diyelim…

Sınav ise şöyle: her metni okuyup tartıştığınızda ana noktaları yazıyorsunuz; bir sonraki metni okuduğunuzda sizde ne değişiyor, ardından bunu yazıyorsunuz ve böylece sonuna kadar gidiyor. Her metin öncekinin temeli ve eleştirisi üzerinde yükseliyor, her yeni teorinin güçlü ve zayıf yanları bulunuyor.

Konuyla ilgili önceki yazıda Darwin’in evrim kuramının tek yanlı olduğunu, canlıların evriminin çevre şartlarına uyum yeteneğiyle açıklanamayacağını belirtmiştim. Darwin evrim konusunda büyük adım atıyor ama bu adım gelişiyor ve temel görüşü geçerliliğini kaybediyor.

Her canlı sadece çevreye uymaz, aynı zamanda o çevreyi değiştirir. İngilizcede co-evolution ya da katılımcı evrim denilen süreçte canlı çevreyi değiştirebildiği oranda aynı zamanda kendi ürünüdür. Kendi ürünü olma özelliği insanda oldukça gelişmiştir ve bunun da olmazsa olmazı alet yapabilmek, bu bilgiyi sonrakilere aktarabilmek ve aletleri sürekli geliştirebilmekle mümkündür.

İnsan aleti ve alet de insanı üretiyor.

Bunun anlaşılabilir en açık örneği cep telefonudur (aynı örneği taş devrinin ilk aletlerine kadar götürebilirsiniz).

Bunu insan yaptı ve o yaptığı aygıt insanın hayatını ve zihinsel kapasitesini önemli oranda değiştirdi.

İnsan sadece aygıtı belirlemez ya da yapmaz, o aygıt da insanı üretir, başkası yapar.

Buradan hareketle sosyalist teoriye esaslı değişiklikler getirebilirsiniz.

Mesela iş örgütlenmesi üretici güçler kapsamına girer. Fordizmin ya da yürüyen bant üretiminin iş örgütlenmesi tarzı Taylorizm olarak bilinir. Fordizm ve Taylorizm ilk kez ABD’de bulunup uygulanmış ve üretimde büyük artış getirmiştir.

Lenin Alman posta idaresinin örgütlenmesini ve sanayi üretiminde de Taylorizmi beğenir. Örgütlenme tarzı ya da üretimin örgütlenmesi ideolojisiz değildir, teknoloji ideolojisini de üretir.

Teknolojinin ideolojisiz olmadığının anlaşılması ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında mümkün olmuştur.

Kapitalizmin teknolojisini alıp üretim araçlarında özel mülkiyeti kaldırdığınız zaman, kapitalizmden fazla uzaklaşamıyorsunuz.  Farklı örgütlenme tarzlarının bulunması bu nedenle belirleyici önemdedir denilebilir.

Dört milyon yıl öncesinin çözümlemesinden nereye geldik?

 

Profesörün ilk derste dediği gibi: “Garibinize gidebilir ama çok eski zamanların çözümlenmesi bugün ve gelecekle de ilgilidir.”